Dağların eteğine ilişen köy evlerinden birisine girdiğinde gözüne 17 yaşında bir kızla 11 yaşındaki kardeşi ilişiyor önce. Semire ile Seyvan… Sobanın yanında sessizce oturuyorlar. Semire’yle konuşmak istediğinde önce şaşkın, boş boş bakıyor.
Onlar da bombardımanda Bedran adındaki kardeşlerini kaybetmişler. 12 yaşındaymış… “Bedran gece saat 11.00 gibi kaçaktan dönecekti” diye mırıldanıyor genç kız: “Yemek hazırlamıştık onun için. Sonra uykuya dalmışım. Ertesi gün kalkınca, herkesin ağladığını gördüm. Bedran ortalıkta yoktu.”
Semire Encü 14 yıl önce bugün, 28 Aralık 2011’de öldürülen 27 insanla aynı aileden. Encü ailesiyle birlikte yedi kişi daha hayatını kaybediyor; 19’u çocuk, 12-17 yaşları arasında… Medyada yerine göre Uludere, yerine göre Roboski katliamı olarak anılan olayda TSK’nın savaş uçaklarının bombaladığı köylüler.
Lâkin Roboski Şırnak’ın Uludere ilçesinin Kürtçe karşılığı da değil; “Bombalanan yere en yakın Kürt köyünün adı, Türkçe adıyla Ortasu. Roboski’nin bağlı olduğu Uludere’nin adıysa Qilaban. Öldürülenlerin çoğunun yaşadığı, sonra da gömüldüğü köy ise Roboski’ye çok yakın olan Bejuh, resmi adıyla Gülyazı.
45 dakikada dört bombardıman
28 Aralık’ta iki köyden 38 kişi katırlarla patikalardan ilerleyerek Roboski’nin üst tarafına çıkıyorlar. Sınır yaklaşık altı kilometre ama yollar karla kaplı… Şartlar çok ağır, bu yüzden yolculuk iki saatten fazla sürüyor.
15. sınır taşına vardıklarında taşın bir tarafı Türkiye, diğer tarafıysa Irak. Mazot bidonları, çay, sigara çuvalları getiren kamyon yaklaşık iki kilometre ileride onları bekliyor. Katırlara bidonları, çuvalları yükledikten sonra sınıra doğru yürümeye başlıyorlar.
Sınıra geldiklerinde saat akşamın dokuz buçuğu… Öndeki grup Türkiye’ye geldiğinde, köye giden yollardan üçünün de askerler tarafından kapatıldığını görüyor. Şaşırıyorlar… Yolların hepsi hiçbir zaman kapatılmıyor. Bölgede asker, güvenlik güçleri, yetkililer herkes onların ne iş yaptığını biliyor, göz yumuyor zira. Tam o sırada F-16’ların bombardımanı başlıyor.”
Gruba ilk bomba saat 21.43’de… İkincisi 22.02, üçüncüsü 22.16 ve son bomba da sekiz dakika sonra. Herkes o anda ölmüyor, sekiz kişi ağır yaralanıyor. Yedisi köye yetişemeden hayatını kaybediyor. Aylarca hastanede yatan 17 yaşındaki Hasan Ürek’le birlikte üç kişi daha kurtuluyor.
“Unutursak kalbimiz kurusun”
Yukarıdaki satırlar, katliamdan bir hafta sonra o köylere gidip bir süre kalan Hollandalı bağımsız gazeteci Frederike Geerdink’in “Roboskî: Gençler öldü (The Boys Are Dead)” kitabından. Kapağında yukarıdaki fotoğrafın yer aldığı kitabın ilk sayfasında koyu puntolarla “Roboskî’yi unutursak kalbimiz kurusun…” sözleri karşılıyor bizi.
Hollandalı gazeteci kendi payına fazlasıyla tutuyor bu sözünü… Bölgeye defalarca gitmiş, orada uzun süre yaşamış, hemen herkesle görüşmüş. Tüm baskılara, engellemelere rağmen peşini bırakmamış hiç…
Kimi mezar, kimi okul parası
Bombardımanda ölenlerin hikâyeleri o “kaçakçılık”ın getirisini, cirmini-cürmünü de ortaya koyuyor. Öyle arada bir gözümüze ilişen ama soruşturulmaya bile gerek duyulmayan her türden koca kaçakçılıklarla, birkaç yıl önce YouTube’daki “yeraltı haber ajansı tefrikaları”nda oradan oraya gezinen “dev akaryakıt kaçakçılığı” iddialarıyla ilgisi yok.
Hep birlikte mezarlığa gittiklerinde Semire kardeşinin mezarının başucunda usulca Kuran’dan sureler okuyup, yas tutuyor. “Tepenin üstünde 34 toprak yığını sıralanmış. Her mezarın başında, hayatını kaybedenlerin isimlerinin siyah boyayla yazılı olduğu bir taş var. Her mezar plastik çiçeklerle süslenmiş.
Bazılarında notlar var. Mesela Bilal Encü (15) için ‘Bilgisayar almak için çalışıyordu’ notu düşülmüş. 16 yaşındaki Cemal Encü, okul kantinine olan 16 liralık -yaklaşık 7 euro- borcu için gitmiş kaçağa. Pek sıradan olmayan bir hikâye Serhat Encü’ye (17) ait. İki yıl önce vefat eden annesine mezar taşı yaptırmak üzere para biriktirmek için çalışıyormuş.”
Bu notlar onların “kaçakçı” olarak anılmasını da vicdanen zorlaştırıyor esasında. Bilhassa yakın çevrelerini yaralıyor: “Onlar kaçakçı değil çocuktu, öğrenciydi, çobandı, yaşamak, okumak için mecburen sınır ticaretine giden gençlerdi.”
Ekstra”sı bir çift ayakkabı, kaban
Geerdink anlatmaya devam ediyor: “Her kaçakçılık seferinden -kişi başı- yaklaşık 50 ila 80 lira arasında para kazanılıyormuş. Yani -o günün kuruyla- 20 ila 35 euro arası bir miktar. On ya da on beş sefer yapılınca bir bilgisayar parası kazanılıyor. Bir çift yeni ayakkabı ya da sıcak tutacak bir kışlık kaban daha hızlı alınıyor. Bunlar burada ‘ekstra’ şeyler sayılıyor. Bazıları böyle şeyleri, bazılarıysa temel ihtiyaçlarını karşılamak için gidiyor kaçağa.
Antalya’da turizm öğrencisi olan 19 yaşındaki Özer Ürek ile konuşuyorum. ‘Ben de çok kaçakçılık yaptım. Özellikle de 13-16 yaş arasındayken’ diyor: ‘Sonra daha az zaman buldum bu iş için. Çünkü üniversite sınavlarına hazırlanıyordum. Öğrenci olduğumdan beri, köye geldiğimde yine kaçağa gidiyorum. Mecburum buna. Ailem okul masraflarımı ödeyemiyor.’
Burada çocuklar erken yaşta olgunlaşıyor. Çocukluk dönemleri kabaca 12 yaşında sona eriyor. İnsanlar erken yaşlanıyorlar burada. Kırışmış yüzleri, bükülmüş bedenleriyle, genelde, olduklarından on yıl daha yaşlı gösteriyorlar.”
Devletlû medya ortaya karışık
Ama medyada böyle bir bakış açısına, “suç ve ceza”nın ölümcül orantısızlığına rastlamak kolay değil. “Ana akım” medya suçu “hatalı istihbarat”a, hatta “kaçınılmaz” hatalara bağlıyor hemen. “PKK’lı sanılmak, sınırdan geçerken teröristlerin yolunu kullanmak”ta buluşan manşetlerin arasında Irak’tan gelen kalabalık grubu “jetlerin imha ettiğini” belirten Güneş’in başlığı “Asker ne yapsın?” da var.
Bazısı “Terörist mi, kaçakçı mı” sorusunu öne çıkarırken, Sözcü’nün manşeti ise “Silah taşıyorlardı”. O peşin peşin başlığın devamı, “TSK sivilleri vurdu diyenlere Genelkurmay’dan yanıt. PKK ağır silahları sınırdan katır sırtından geçiriyordu.” Oysa yok öyle bir şey!
Sabah ise manşetinde bu “hata”yı PKK katliamlarına bağlayarak “Gediktepe sendromu” başlığını atıyor. Posta da AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in “İlk tespitlere göre olay operasyon kazası”nı manşete taşımış. “Devlet, iktidar gazeteciliği” ortaya karışık…
O “arazi”de her şey zor
Dönemin CHP Ankara milletvekili, hukukçu Levent Gök TBMM’de kurulan “Roboski Komisyonu”nun da üyesi. Resmi belgelere dayanarak yazdığı “Roboski Uludere’nin Gözyaşları”nda kitabında bölgedeki insanların çaresizliğini de anlatıyor:
“Dağlık bir araziydi köy. Ekip biçilecek bir şey olmadığı gibi hayvancılık yapmak da çok zordu. Hayvanları otlatmaya köyler sıfır noktasında olduğu için ‘güvenlik’ nedeniyle götüremedikleri gibi, katırlar dışında ellerinde ‘mal’ adı verilecek hiçbir şeyleri yoktu.
Kaçağa gidenlerin hali perişandı aslında. Gece eksi 20’lere kadar düşen soğukta yırtık lastik ayakkabılar, yamadan paramparça olmuş giysilerle kar ve tipiden ölmemek için katırlarına sığınarak ısınmaya çalışılırlardı. Aslında bu bölgenin yüz yıldır en büyük ticari geleneğiydi kaçakçılık.
Katırların sırtlarındaki bidonlara doldurdukları mazotu 220 kuruşa bu tarafa getirip 270 kuruşa satıyorlardı. Sigara biraz para bırakıyordu ama öyle herkesin içebileceği türden değildi. Bölge halkı kaçak çayın tadını seviyordu. Çayda biraz para kazanıyorlardı. Bu son seferlerinde 38 kişilik bir grup oluşturulmuştu. Bunlardan çoğu daha çocuktu.
“İngiliz sınırı çizdikten beri…”
Ortasu (Roboski) köyü muhtarı görüştüğümüzde şöyle demişti; ‘İngiliz sınırı çizdikten beri biz bu güzergâhta sınır ticareti işini yapıyoruz. Asker ve devlet görevlileri bu işi, yani kaçakçılık yaptığımızı biliyorlardı. Bölge PKK’nın geçiş güzergâhı değil. Çünkü sınırın Irak tarafı düzlüktür. Oradan Türkiye sınırına sızma yapılması mümkün değildir. Kim gelirse gelsin yakalanır.
Zaten bu güzergâhta şimdiye kadar hiç çatışma yaşanmadı. Genellikle operasyon yapılacağında muhtar ve korucu başı uyarılır kaçakçıların bölgeye gitmemesi, giden varsa da gelmemesi özellikle belirtilirdi.’
Görüldüğü gibi, Uludere olayında devletin bütün üst kademesi kader birliği içerisindedir. Uludere olayının bugüne değin kapatılmak istenmesinin yegâne sebebi budur. Olay sırasında birinci dereceden karar mevkiinde bulunan askeri ve siyasi yetkililer terfi etmişler ve bugünkü devletin en üst siyasi makamlarında yer almışlardır.”
Kayıtlarda her şey ortada
“Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku”nun oylarıyla 2011’de bağımsız milletvekili seçilen Ertuğrul Kürkçü de 15 Şubat 2012’de Meclis’deki “İnsan Hakları Komisyonu”nda… Komisyon üyeleriyle birlikte olayla ilgili yedi saatlik video kaydı izliyor. İnsansız hava aracından çekilmiş görüntülerle, termal kameraların çektiği görüntüleri…
“Meclis’te grubu bulunan dört siyasi partiden sekiz kişinin yer aldığı bir komisyonda herkes aynı şeyleri görüyor: Bombalananlar kaçakçı. Yük hayvanlarıyla birlikte yavaşça, sıralı halde Türkiye’den lrak’a doğru ilerliyorlar. Kaçak mallar kamyonlardan katırlara yükleniyor ve grup tekrar geri dönüyor.
PKK gerillaları olmadığı çok açık. Sadece davranışlarından değil yoğunluklarından, düzensizliklerinden de belli oluyor bu. Bazen tümü bir arada, bazen dağınık yürüyen bir grup var görüntülerde.
Yaklaşık 40 kişilik bir grup var ortada. Oysa gerillaların en fazla 8 veya 10 kişilik gruplar halinde hareket ettikleri biliniyor. Gerillalar da yük hayvanı kullanıyorlar. Ama sınır boylarında değil ve bu da yine bilinen bir durum.
“Birbirlerine sokulup, el ele ölüyorlar”
Bombalama görüntüleri başlamadan önce, komisyon üyelerinden biri ağlamaya başlıyor. Kaçakçıların ölümle nasıl burun buruna geldikleri onu çok etkiliyor. Sonra F-16’ların gürültüsü duyuluyor.
‘Gerilla olsalar ne yaparlardı?’ diye soruyor Kürkçü. ‘Kayıpları azaltmak için hemen dağılırlardı’ diye yanıtlıyor kendi sorusunu. Kaçakçılar tam tersini yapıyorlar. Birbirilerine sokulup el ele tutuşuyorlar. ‘Çünkü korkuyorlardı’ diyor Kürkçü. ‘Henüz çocuktu onlar’ diye ekliyor.” Çocuk çoğu… Öyle ki dönüş yolunda bir anne gruptaki küçük oğlunu arıyor: “Asker görürsen sakın korkma oğlum…”
Sırrı Süreyya’nın isyanı…
BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ise yaşanan olayı şöyle betimliyor: “Şırnak Uludere olayı 68 yıl sonra bu devletin ikinci 33 kurşun vakası, ikinci “Muğlalı vakasıdır.” Ne kadar uğraştı, ne bedeller ödedi değil mi bu kanın durması, barış, adalet için… Yazsaydı, “Roboski’ye adalet” de vasiyetleri arasında.
Katliamdan bir hafta sonra o köylere giden Geerdink Semire’yle bir yıl sonra, 2012’de de konuşuyor. Semire artık 18 yaşında… “Zeviya ailesinin bostanından getirilmiş domatesleri doğruyor. Çayımı alıp yanma oturuyorum. Semire yıllardır okula gitmiyor; muhtemelen artık evlenmesi bekleniyor.
Kardeşi Bedran’ın hayatını kaybettiği bombalama olayını konuşmayacağım onunla bu kez. Öylesine sohbet etmek istiyorum. ‘Evlilik planın var mı?’ diye soruyorum. Bana sertçe bakarak ‘Evlenmeyeceğim, asla’ diyor. ‘Neden?’ diye soruyorum. ‘Gençler öldü’ diyor.”
Yanında oturan yaşlı kadın da “Penç” diye mırıldanıyor gazeteciye, ellerini kaldırıyor ve parmaklarıyla da gösteriyor; “Beş…” “Gözyaşlarını beyaz yazmasının ucuyla siliyor, vücudu titriyor. ‘Beş çocuk’ demek istiyor. Uludere bombardımanında hayatını kaybeden, 34 yaşındaki Osman Kaplan’ın beş çocuğu varmış. Kadının yanında, Osman’ın 28 yaşındaki dul eşi Pakize oturuyor.”
YAZI FOTOĞRAFI: Cenaze fotoğrafının sağındaki Hollandalı gazeteci Frederike Geerdink 2006’da Türkiye’ye yerleşiyor. Evi İstanbul’da ama yaklaşık dört yıl Diyarbakır’da, bölgede de kalıyor. Sosyal medyadaki haberleri, yazdığı kitap, olayları yerinde araştırması başına dert açıyor tabii. Gözaltına alınıyor, hakkında soruşturma açılıyor, sonunda sınır dışı…













