Geçen yıl kaybettiğimiz Dışişleri eski Bakanı İlter Türkmen, 1999 ile 2008 yılları arasında “Hürriyet” gazetesinde yazdığı toplam 758 köşe yazısında o dönem dış politikasını irdeleyip gitmekte olduğumuz istikamet hakkında engin bilgi birikimi ve deneyimine dayanarak maalesef dikkate alınmayan öngörü ve tavsiyelerde bulunmuştu. Yazılarının takriben yarısı Türkiye 1999 yılında Avrupa Birliği’ne aday olduğu için onunla ve adaylık süreci ile bağlantısından dolayı da Kıbrıs sorunu ile ilgiliydi. Bir diğer tema Türkiye’deki komplo teorileri, Batı düşmanlığı gibi konulardan oluşuyor. Ne yazık ki kaçırılan fırsatlar da sık sık karşımıza çıkan temaların içinde. Yazılara bakınca o dönemdeki iktidarlar onu dinlemiş olsalardı bugün Türkiye’nin ne kadar farklı bir konumda ve ne kadar farklı bir ülke olacağını düşünmekten kendimi alamadım. Ne yazık ki tüm telkinlerimize rağmen hatırat bırakmadı.
Ancak, başta eşi Prof. Dr. Füsun Türkmen olmak üzere rahmetliyi sevenler bir olup bu yazılara ve kişisel hatıralarımıza dayanarak bıraktığı mirası bir kitapta değerlendirmeye çalışacağız. Ben bugünkü yazımda rahmetlinin AB ve Kıbrıs hakkındaki görüşlerini ve maalesef kaçırılan fırsatlardan dolayı gerçekleşen öngörülerini kısaca özetlemeye çalışacağım.
Ancak ondan önce değerli meslektaşım Daryal Batıbay’ın geçen hafta “Diplomasi Koridoru” adlı sitede yayınladığı İlter beyle çalıştığı döneme ait hatıralarıyla başlamak istiyorum. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden bir kaç ay önce Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreterliğine atanan İlter beyin karşılaştığı ilk sorunlardan biri Yunanistan’ın yaklaşan Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET – bugünkü AB’nin önceki hali) üyeliği karşısında Türkiye’nin konumu ve yapması gerekenler idi. İlter bey ülkemizin de süratle adaylığını koyması gerektiği görüşünü savunuyor ve bu yönde Başbakan Süleyman Demirel ile Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen’e telkinlerde bulunuyordu. Bu görüşün benimsenmesi üzerine hükümet adaylığımızı sunma hazırlıklarına başladı. Ancak bu hazırlıklar sonuçlanmadan Necmettin Erbakan’ın başkanlığındaki Milli Selamet Partisi Erkmen aleyhine bir gensoru hazırlamış ve kısa vadeli hesaplardan bir türlü kurtulamayan CHP’nin başkanlığını yapan Bülent Ecevit’in verdiği destekle Erkmen 5 Eylül 1980 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin gensoru ile devrilen ilk bakanı olmuştu. Bu olayın bir hafta sonra gerçekleşen 12 Eylül darbesini tetikleyen vahametlerden biri olduğu maalesef hepimizin malumudur.
Yıllar sonra AB nezdindeki görevlerimin ilki sırasında karşılaştığım o devrin Brüksel’deki önemli bir tanığı, Türkiye Yunanistan’ın üyeliğinden önce kendisi de adaylık müracaatında bulunsaydı, NATO için olduğu gibi Türkiye ile Yunanistan’ın AET’ye aynı anda alınması gerektiğini savunanlara koz vermiş olacağını, Türkiye üye olamasa dahi Yunanistan’ın üyeliğinin geciktirilmiş, belki de tamamen engellenmiş olacağını söylemişti. Bana da kendi kuyumuzu kazmaktaki maharetimizin bir örneğini daha dinlemiş olmaktan dolayı kahrolmaktan başka yapacak bir şey kalmamıştı.
12 Eylül döneminde askeri yönetim altındaki Türkiye’yi Avrupa Konseyinde dışlayan kararlardan dolayı ülkemizin Konseyden kendi iradesiyle çekilmesini Ankara’da önerenlere karşı nasıl mücadele ettiğine ve sonunda kazandığına ise maiyetinde çalışmaya başladığım dönemde bizzat tanık oldum. Ülkemizi o tarihlerde yönetenler -yani önünde sonunda Kenan Evren- onu dinlemeyip Konseyden çekilseydi şüphesiz bir daha girmemiz çok zor, hatta belki imkânsız olurdu.
1983 seçimlerine birkaç hafta kala AET ile yaptığımız Ortaklık Anlaşmasının (Ankara Anlaşması) yirminci yıldönümü münasebetiyle o zamanlar AET ile ilişkilerin Türkiye’de önderliğini yapan İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) tarafından düzenlenen ve benim de maiyetindeki genç memur olarak hazır bulunduğum toplantıda, sonu yaklaşmakta olan askeri idare bittikten sonra Avrupa kurumlarıyla dondurulmuş olan ilişkilerin canlandırılması gerektiği konusunda yaptığı etkili konuşma, o dönemden kalan canlı hatıralarımdan biridir. 12 Eylül karanlığından bunalmış olan dinleyicilere tünelin ucundaki ışığı göstermişti. Ne yazık ki sonraki yıllarda bu ışığı yakalamayı beceremedik.
İlter bey Bakanlık döneminden sonra BM Cenevre Ofisi nezdinde, arkadan New York’ta Daimi Temsilci, Paris Büyükelçisi ve BM Filistin Mültecileri Ajansı (UNRWA) Genel Komiseri görevlerinden sonra emekli olup İstanbul’a yerleştikten sonra ilk önce bir süre “Yeni Yüzyıl” gazetesinde, daha sonra da 1999 yılından itibaren “Hürriyet” gazetesinde yazmıştır. Bu yazımda Türkiye’nin aday ülke ilan edildiği 1999 yılı ile üyelik müzakerelerine başladığı 2005 yılı arasında -ki bu dönem 2004 yılında Kıbrıs’ın AB üyeliğiyle eş zamanlıdır- bu konulara ayırdığı 140 kadar yazının ana fikirlerini, mümkün olduğu kadarıyla kendisini konuşturmak suretiyle özetlemeye çalışacağım.
“AB ülkelerinin… Türkiye’nin toprak bütünlüğünü zedelemek ve milli devlet vasfını değiştirmek peşinde koştuklarına ancak komplo müptelaları inanabilir. AB üyelerinin çoğunluğunun istediği, hepimizin ihtiyaç duyduğu daha fazla demokratikleşme ve bu çerçevede, ekonomik ve sosyal önlemlerin yanı sıra, Kürt kökenlilerin dil ve kültür kimliğinin bir şekilde tanınmasıdır.” (10 Haziran 1999)
Kıbrıs harekâtının 25inci yıldönümü münasebetiyle yazdığı yazıda: “Başbakan Ecevit ve Cumhurbaşkanı Denktaş KKTC’nin egemenliği tanınmadan görüşmeler yapılamayacağını ve çözümün ancak konfederasyon olabileceğini tekrar tekrar dünyaya ilan ediyorlar. … Ne var ki Kıbrıs sorununun tarihi gelişmesi bu önerilerin kabul görmesine pek elverişli değil.
-Güney Kıbrıs AB’ne alınırsa Türkiye bir AB üyesinin topraklarını işgal etmiş olarak gösterilecektir;
-Uzun sürede Kuzey Kıbrıs bağımsızlık statüsünü koruyamaz. Türkiye’nin bir parçası haline gelir, fakat Türkiye’ye aidiyeti uluslararası toplum tarafından kabul edilmez;
-AB’nin kapısı belki Türkiye’ye tamamen kapanır.
Bu sonuçlara Türkiye katlanabilir, fakat ağır bir bedel öder. Şu soru da akla geliyor: İlerideki kuşaklara AB’nin kapısını tamamen kapatmaya bizim kuşağın hakkı var mı?
Oysa Türkiye’nin ve KKTC’nin elinde müzakere masasında değerlendirilebilecek kuvvetli kozlar mevcut. AB ülkelerinin önemli bir kısmı, mesele çözümlenmedikçe, Kıbrıs’ı AB’ne almakta ciddi tereddüt duyuyorlar. … Ecevit 1974’te cesur bir şahindi. Şimdi cesur bir güvercin olabilirdi. Kimbilir, belki de bu fırsat tamamen kaçmış değildir.”
(22 Temmuz 1999)
O dönemde ben Dışişleri Bakanlığı’nda AB Genel Müdürüydüm. Bakanlık hiyerarşisi başta olmak üzere tüm karar vericiler, akla ziyan bir şekilde Kıbrıs sorunu ile adaylığımız arasında herhangi bir ilişki olmadığını iddia ediyorlardı. O dönemde ve daha sonra sesimi çıkardığım zaman ise tepki ile karşılaşıyordum. Neticede İlter beyin 24 yıl önce öngördüğü durum aynen gerçekleşti. Ecevit güvercin olmadı, Kıbrıs’ta çözüm şansları heba edildi, Türkiye’nin AB yolu kapandı.
Sonraki dönemde İlter bey yazılarında bu temayı bıkmadan ve usanmadan işlemiş, Kıbrıs sorununun akıl ve uzlaşı temelinde ne şekilde çözümlenebileceğini, daha Annan planı ortada yokken toplumun güvenliği, toprak ve mülkiyet sorunları hakkında yapıcı öneriler getirmişti. Türkiye’nin adaylığının AB Konseyi tarafından kabul edildiği Aralık 1999 Helsinki zirvesinden sonra ise Kıbrıs sorununun çözümü ve adanın AB üyeliği hakkında şunları söylemiş:
“Konsey, bir değerlendirme yaparak çözümsüzlüğün hangi nedenlerden kaynaklandığını saptamaya çalışacak. Türk tarafı açıkça sorumlu görülürse (Kıbrıs’ın) üyeliğin gecikmeden onaylanması eğilimi ağır basacak. Aksine Rum tarafının uzlaşmazlığı yüzünden çözüme varılamadığı kanaatine varılırsa, üyelik geciktirilebilecek.” (16 Aralık 1999)
Ülkemizin adaylık statüsü tanındıktan sonra yazdığı yazılarda müzakereleri başlatacak konuma gelmemiz için yapılması şart uyum reformları ve gerekli kurumsal yapının oluşturulmasındaki gecikmelere işaret ediyor ve hükümeti acele etmeye teşvik ediyordu. Ayrıca hükümet içindeki kişisel ve ideolojik çatışmalara ve onların sebep olduğu gecikmelere dikkat çekiyordu. Örneğin:
“…aradan dört ay geçtiği halde Türkiye’nin üyelik sürecini ciddiye aldığı söylenemez. AB ile diyalogu hazırlayacak ve yürütecek yapı henüz oturmadı.” (6 Nisan 2000)
AB Komisyonunun reformlar hakkında Kasım 2000’de yayınladığı İlerleme Raporundan sonra ise: “Ne yazık ki AB hakkındaki kuşkuların ve vehimlerin çoğu yanlış anlamalardan, bilgi eksikliğinden, abartmalardan ve zorlama yorumlardan kaynaklanıyor. Bunlar kökleşmiş devletçi düşünce kalıplarıyla birleşince, AB’ne karşı kolaylıkla güçlü bir muhalefet oluştuğunu görüyoruz. En sorumlu siyasal mevkileri işgal edenler bile AB Katılım Ortaklığı Belgesini Sevr Antlaşmasının bir hortlaması şeklinde takdim etmekten veya ‘biz yalnız yürümekten korkmayız’ gibi söylemlerle yüksek atmaktan kaçınmıyorlar. Mazoşizmi daha ileri götürerek ‘21inci Haçlı seferi’ tehlikesinden bahsedenler dahi var.” (23 Kasım 2000)
Müteakip dönemde ise İlter bey yazılarını Kıbrıs sorununun üzerindeki gayretler ve yapılmakta olan hatalara dikkat çekmek üzerine yoğunlaştırdı. Örneğin 24 Kasım 2000 tarihinde Ankara’da yapılan bir toplantıdan sonra şöyle demiş:
“24 Kasım’da Ankara’da KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş’ın katılımıyla yapılan zirve toplantısında ise sağduyunun ve akılcılığının hakim olduğunu söylemek son derece zor. Meseleler birbirine karıştırıldı ve görkemli bir mizansen ile ters tepki yapacak bir meydan okuma politikası benimsendi.” (30 Kasım 2000)
Daha sonra Kıbrıs’ın AB üyelik müzakerelerinin ve takvimin ilerlemekte olduğuna, dolayısıyla kaybedilecek vakit olmadığına işaret diyor. Örneğin: “Müzakereler büyük bir olasılıkla 2002 yılında tamamlanacak, AB Konseyinde bir itiraz ileri sürülmezse 2003 yılında parlamentolar onaylarını verecek ve Güney Kıbrıs 2004 yılında üye olabilecek.” (13 Şubat 2001)
Ben o sıralarda İsveç’te Büyükelçiydim. Kendilerine mahsus nedenlerle Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen İsveç makamları beni düzenli aralıklarla saatli bomba olarak adlandırdıkları takvim hakkında uyarırlar ve Kıbrıs sorununu çözmek için acele etmemiz gerektiğini söylerlerdi. Ben de tabii uyarıları Ankara’ya naklettiğimde, Türkiye’nin bir Kıbrıs sorunu olmadığı cevabını alırdım. Gerçekten de Ecevit Kıbrıs sorununun 1974’te halledildiğini söyleyecek kadar ileri gidiyordu o sıralarda.
İlter beyin Kıbrıs sorunu ve AB hakkında yazdıkları tek başına bir kitabı dolduracak hacim ve zenginlikte. Bu yazının kapsamını kat ve kat aşar. O dönemde, BM Genel Sekreteri Annan’ın adını taşıyan Planın oluşmasına giden süreçteki gayretlerini ve Planı desteklemiş, hükümeti ve zamanın KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş’ı bu gayretleri engelledikleri, fırsatları kaçırdıkları, Kıbrıs sorunu çözümlenmeden Adanın AB’ye üyelik kapısını açtıkları ve Türkiye’ninkini kapadıkları için bazen ağır bir dille eleştirmiştir. Özellikle Aralık 2002’de Kopenhag’da ve Mart 2003’te Lahey’de yapılan zirvelerde Annan Planına karşı tavır alınmasını düzenli bir şekilde eleştirmiştir.
Tabii o dönemde Türkiye’deki iç siyasi takvim de akılcı bir politika sürdürülmesine yardımcı olmuyordu. Başbakan Ecevit’in melekelerini önemli bir şekilde kaybetmesine yol açan hastalığının ve iktidardan ayrılmak istememesinin yarattığı boşluk, 2002 seçimlerinden sonra yeni iktidarın sivil ve askeri bürokrasi ile zamanın Cumhurbaşkanı Sezer’in engellemeriyle karşılaşması Kıbrıs’ın AB’ye Katılma Antlaşmasının imzalandığı 15 Nisan 2003 tarihinden önce Annan Planının Türkiye ve KKTC tarafından kabul edilmesini önlemişti.
Bu yazıyı İlter beyin bir değerlendirmesi ile bitirmek istiyorum:
“Türkiye’nin Kıbrıs politikasında aslında 1974’ten beri bir zihni blokaj var. 1974 askeri başarısının en kısa zamanda siyasi bir çözüme dönüştürülmesi gerektiğini göremedik. 1990’lı yıllardan itibaren de Kıbrıs ile AB süreci arasındaki etkileşimi kavrayamadık. KKTC yönetiminin maksimalist görüşlerinin etkisi altında kaldık. 1999 Helsinki zirvesinden sonra çözümsüzlükten açıkça Güney Kıbrıs’ın sorumlu bulunduğunu kanıtlayamadığımız takdirde Güney Kıbrıs’ın çözüm olmadan da AB’ye üye olacağını anlamak istemedik.” (27 Kasım 2004)
Ne yazıktır ki yüzlerce yazı ile ülkemizin o zamanlar en çok okunan gazetelerinin birinde bıkmadan usanmadan yaptığı uyarıları dinlemek iktidar ve muhalefet, sivil ve askeri bürokrasi dahil pek kimsenin işine gelmemişti. Dinlenmiş olsaydı bugün Türkiye muhtemelen hala AB üyesi olmamış olacaktı, ancak Kıbrıs Annan Planı çerçevesinde bir Ortaklık Devleti olarak AB üyesi olacaktı ve Kıbrıs sorunu ilişkilerimizde engel olmayacaktı. Müzakereler ağır aksak da olsa ilerlemiş olacağı için Türkiye evrensel değerlerden ve demokrasiden bugün gördüğümüz ölçüde kopmuş olmayacaktı. Yazık ki ne yazık!