Benedict Anderson (1936-2015) denildiğinde akla hemen Hayali Cemaatler* kitabı gelir. Hakikaten milliyetçiliğin tarihsel süreç içerisinde geçirdiği değişimleri anlatan ve Avrupa-merkezci milliyetçilik okumalarına itiraz eden bu kitap, milliyetçilik sahasının en önemli başvuru kaynaklarından biridir. Lakin bu yazıda, Hayali Cemaatler’den değil, Anderson’un çok sevdiğim bir başka kitabından bahsedeceğim: Sınırları Aşarak Yaşamak – Bir Sosyal Bilimcinin Yaşamından Anılar**
Talip Küçükcan’ın ifadesiyle “Kırkı yıllık araştırma macerasının bir özeti; araştırmaya ve bilime adanmışlık öyküsü” olan bu eserinde Anderson, bir entelektüel olarak hayatını biz okurlarıyla paylaşır. Bizleri ömrünün geçtiği farklı coğrafyalarda, akademik yolculuğunun çeşitli duraklarında dolaştırır. Ve yolun sonuna gelmiş kıdemli bir hoca olarak, genç araştırmacılara, kıymetli bir tecrübenin imbiğinden süzülmüş tavsiyelerde bulunur.
Zengin bir hayatı ve düşünce dünyası var Anderson’un; bu zenginliği kısa bir yazıda hakkıyla aktarmak zor. Salt Hayali Cemaatler’in yazılış hikâyesi bile tek başına bir yazıyı hak eder. Meraklısı, mutlaka kitaptan okumalı. Ben bu yazıda, sadece onun mevcut ve müstakbel araştırmacılara yaptığı uyarılar ve önerilere değineceğim.
“Bir halkın düşünüş ve hissediş tarzını öğrenmek”
Anderson, sosyal bilimlere dair çalışmalarda “talih” kavramına pek bir ehemmiyet verilmediğini ama bir araştırmacının yaşamında talihin gerçekten belirleyici bir rolü olduğunu söyler. Kendini de talihli biri sayar. Çin’de doğar; çocukluğu Amerika, İrlanda ve İngiltere’de geçer. Orta halli bir ailenin çocuğudur, burslar sayesinde Eton ve Cambridge’de okur. Daha 21 yaşındayken, Amerika’da Cornell Üniversitesi’nde ders vermeye başlar.
Annesi İrlandalı, babası İngiliz’dir; Vietnamlı bir dadı tarafından büyütülür. Evde Fransızca konuşulur. Mektepte Latince öğrenir. Üniversitede okurken sürekli seyahat etme imkânı bulur. Akademisyen olarak çalışmaya başladığında Güneydoğu Asya üzerine yoğunlaşır; Endonezya, Tayland ve Filipinler üzerine birçok araştırmaya imza atar.
Ezcümle farklı kültürlerin içine doğar Anderson ve talihinin de yaver gitmesiyle hayatının ilerleyen döneminde de çok sayıda kültürle haşır neşir olur, çok sayıda dil öğrenir. Bir sosyal bilimci için bu, muazzam bir talihtir. Çünkü farklı coğrafyalarda/kültürlerde yaşayan insanlarla temas etmek ve farklı dillere vakıf olmak, bir araştırmacının önüne yeni ufuklar açar ve bakış açısını genişletir.
“Unutmamak gerekir ki, dil öğrenmek, asla bir dilsel iletişim aracı öğrenmekten ibaret değildir. Aynı zamanda, bizden farklı bir dilde konuşup yazan bir halkın düşünüş ve hissediş tarzını öğrenmektir. Onların düşünce ve duygularının altında yatan tarih ve kültürü öğrenmek, dolayısıyla onlarla empati kurmayı öğrenmektir.” (s. 168)
Ancak talih gelip kapıyı çaldığında, kapıyı da açmak gerekir. Çünkü şans, genellikle beklenmedik zamanlarda beklenmedik fırsatlar biçiminde karşımıza çıkar. Onu yakalamamız, önümüzden geçip gitmesini engellememiz, lazım gelen cesareti gösterip göstermememize bağlıdır. Anderson, bu çerçevede, üretken bir akademik hayatın iki olmazsa olmazının olduğunu belirtir.
“Disiplinlerin gereksiz duvarlarını yıkmak”
İlki, merak duygusu veya macera ruhudur. Akademisyen, fiziki ve ruhsal seyahatlere hazır olmalıdır; yerleştiği şehirden, demir attığı fikri limanlardan ayrılmayı göze almalıdır. İkincisi ise, akademinin kendisine karşı özeleştirel bir duruşa sahip olmaktır. Akademisyenler kendileri dışında herkese çuvaldız batırmaktan büyük haz duyarlar ama her ne hikmetse kendi camialarını iğnelemekten imtina ederler. Oysa akademi evvela kendisine eleştirel bir gözle bakmayı bilmelidir.
“Bence günümüzde akademisyenlerin en büyük ihtiyacı, işte bu şüpheci ve özeleştirel duruştur. Siyasetçilerden, bürokratlardan, şirket yöneticilerinden, gazetecilerden ve medya şöhretlerinden nefret etmek en kolay iş. Parçaları haline gelip kanıksadığımız akademik yapılara karşı entelektüel mesafe almaksa o kadar kolay değil.” (s. 162)
Üniversitelerde disiplinlerin oluşması kaçınılmazdır. Disiplinlerin bazı standartlarının bulunması ve mensuplarından bu standartlara riayet etmelerini istemesi de normaldir.
“Her disiplinin, disiplin olabilmesi için kendisini -zamanla değişseler bile- sınırlara ve belli kurallara sahip olarak tasavvur etmesi gerekir… Sınır inşa etmenin ve içsel kural ve standartlar getirmenin ilkece yanlış bir yanı yoktur; yeter ki bunların, büyük akademik girişim sahasını ileri taşımak üzere pragmatik amaçlarla tasarlanmış pratikler olduklarının farkına varılsın.” (s. 138)
Fakat bu noktada abartıya gitmek, akademisyenleri yenilikten ve üretkenlikten alıkoyar. Haddinden fazla yükseltilen disiplin duvarları, akademisyeni boğar, onun yaratıcılığını bitirir, dilini yavanlaştırır. Herkes benzer bir tarzda yazar ve konuşur, farklı ellerden çıkan ürünler birbirini andırır.
Disiplini tartışılmaz kılmak, akademisyenin kalemini köreltir. O disiplinin şüpheden vareste tutulan jargonuna biat etmek, akademisyenin dilini kısırlaştırır. Kalem akıp gitmez, dil akışkanlığını kaybeder. Bir akademisyenin düşebileceği en kötü hallerden biri olan bu hale düşmemek disiplinlerin gereksiz duvarlarını yıkmaya çalışmak gerekir.
Anderson, disiplin çitlerini yıkmak için bazı önerilerde bulunur. Mesela, disiplinler-arası çalışmalar yapılmasını öğütler. Müfredata başka disiplinlerden, hatta tüm standart disiplinlerin dışından, nitelikli ve özellikle yabancı yazarlar tarafından yazılmış eserlerin eklenmesini gündeme getirir. Keza farklı disiplinlerden ve farklı milliyetlerden öğrencilerin dikkatini çekecek dersler açmayı salık verir. Öğrencilerin etkileşim ve öğrenme becerilerinin bu yolla artırılabileceğini söyler.
“Tecrübelerime göre, öğrenciler hocalarını dinlediklerinden öğrendikleri kadar, kendi aralarındaki mütalaa ve tartışmalardan da öğrenirler. Öğrencileri yaratıcı düşünceden alıkoyan en büyük engel, milli üstünlük duygusu ve disiplinci miyopluktan oluşan karışımdır.” (s. 139)
“İnci, sancılar çeken bir istiridyenin eseridir”
Anderson, iyi/ilginç bir araştırma yapmak için geçilmesi erken üç aşamanın olduğunu söyler. Birincisi, araştırmacının hakikaten bilmediği bir sorudan yola çıkmasıdır. Araştırmacı kafasını kurcalayan, merak ettiği ve hazır cevaplarının olmadığı bir sualin peşine düşmelidir. İkincisi, bu araştırma için daha doğru ve daha yararlı olacağı düşünülen entelektüel araçların (söylem analiz, derinlemesine mülakat, anket vs.) belirlenmesidir. Üçüncüsü de, fikirlerin gelişmesi, olgunlaşması ve bir bütünlüğe ulaşması için bir zaman gerektiğinin unutulmamasıdır.
Hayali Cemaatler, tamamen böyle bir sürecin ürünü olarak ortaya çıkar. Anderson önce cevabını bilmediği soruları sorarak (Milliyetçilik nerede ve ne zaman başladı? Niçin böyle duygusal gücü var? Milliyetçiliğin hızlı ve küresel ölçekte yayılışını açıklayan mekanizmalar nelerdir? Milliyetçi tarih yazımı neden bu kadar mitolojik, hatta gülünç? vs.) işe başlar. Akabinde, tek bir disiplinle tatmin edici yanıtlara ulaşamayacağını gördüğünden disiplinler-arası okumalar yapar. Başta aciz kaldığı problemi çözmek için gereken araçları, aslında doğrudan ve özel olarak milliyetçilikle uğraşmamış yazarların yazdıklarında bulur.
Anderson, teknolojik ilerlemenin, bilgiyi hiç olmadığı kadar demokratikleştirdiğini ve araştırmacıların çalışmalarını kolaylaştırdığını vurgular. Fakat bunun kendi başına kaliteyi yükselttiğinden şüphelidir. 1958’de Cornell’a ilk gittiğinde, seminer ödevlerini daktiloda hazırladıklarını hatırlatır. Daktiloda yazmadan önce iyi düşünmek gerekir, çünkü bir metinde değişiklik yapmak uzun ve meşakkatli bir iştir. Oysa bugün bilgisayarlarda bütün değişiklikler bir-iki saniye içinde, hiçbir zahmet çekmeden yapılabilir.
“Onca eziyetten kurtulmak büyük bir lütuf ama aklıda tutmakta yarar var: İnci, sancılar çeken bir istiridyenin eseridir, dizüstü bilgisayarı olan mutlu bir istiridyenin değil. Bugünkü seminer ödevlerinin kırk yıl öncekilere göre herhangi bir ilerleme kaydettiğinden emin değilim.” (s. 169)
Teknoloji, öğrenci sürecinin ayrılmaz bir parçası olan şansı ve tesadüfü de azaltır. Kütüphanelerin kutsal mekânlar oldukları devirlerde araştırmacılar, aradıkları kitapların yanında, bazen sırf öğrenmek merakına yenildiği için raftan rastgele bir kitaba bakar ve en umulmadık bilgilere o kitapta tesadüf edebilirdi. Oysa günümüzde kütüphaneler hızla dijitalleştiriliyor; herkes kodunu ya da adını verip istediği kitaba ulaşıyor, rastlantı ortadan kayboluyor.
“On dokuzuncu yüzyılın sonunda basılan bir kitaba dokunmak ile yirminci yüzyıl kitaplarına dokunmanın apayrı iki his olduğunu ne Google anlar ne de ona bel bağlayan öğrenciler bilir. Japon kitapları başka tarzda ciltlenir, Burma kitapları başka. Çevrimiçi olunca, her şey demokratik açıdan ‘eşit’ bir girdi haline gelecek. Sürprize, duyguya, şüpheye yer yok. Öğrenciler Google’a nerdeyse dinsel bir inançla bağlı.” (s. 170)
“İktidar, dinlemek zorunda olmamak demektir”
İngilizcenin küresel hâkimiyetinin akademi üzerindeki etkilerini de iki taraflı ele alır Anderson. Bir taraftan, İngilizcenin egemen dil haline gelmesiyle birlikte, dünyanın her yerinden akademisyenlerin kendilerini daha fazla Amerikan İngilizcesi kullanmak zorunda hissetmeleri doğaldır. Diğer taraftan ise İngilizcenin baskınlığı, bilinci etkiler; diğer ülkelerdeki akademisyenler Amerikan İngilizcesiyle yazmadıkları müddetçe uluslararası alanda kabul görmeyeceklerini düşündüklerinden, diğer dillerde nitelikli eserler daha az üretilir olur.
İngilizcenin akademide neredeyse tek dil olması, başka arızalara da sebebiyet verebilir. Misal, Anderson, geçer akçenin kendi dilleri olduğunu gören Amerikalı akademisyenlerin yabancı dil öğrenmek konusunda giderek daha tembelleştiklerini düşünür.
“Göçmen siyaset bilimci Karl Deutsch belki de haklıdır: İktidar, dinlemek zorunda olmamak demektir!” (s. 172)
Beri yanda dominant olması İngilizceye karşı bir direnç de geliştirir. Çeşitli ülkelerde Amerikan siyasetine muhalefet eden seçkin entelektüeller, ilke olarak sadece kendi anadillerinde yazarlar veya yalnızca kendi yurttaşlarına ya da sınırlı bir ulus-ötesi kitleye seslenirler. Kimi de siyasetle alakalı olmayan nedenlere -kendilerini en iyi anadillerde ifade ettikleri veya yabancı bir dili iyi bir şekilde öğrenmek için gerekli çabayı göstermedikleri için- sadece anadillerinde yazarlar.
“Bunlarda hiçbir yanlış yan yok, hatta bu iyi bir şey. Ama bu tutum, yabancı iyi okurların bakışına açık olmamak veya dar kafalı milliyetçiliğe düşmek gibi bariz sakıncalar barındırıyor elbette.” (s. 172)
Kozmopolit ve Karşılaştırmalı Bir Bakış Açısı
Bütün yaşamı boyunca bir “kaderci kurbağa” olmama mücadelesi verir Anderson. Kaderci kurbağa, Tay ve Endonezya dillerinde olan bir meseldir. Bu iki dilin birbiriyle hiçbir bağlantısı yoktur, iki dilin kökenleri birbirinden son derece farklıdır ama bu mesel iki dilde de aynı kişiyi/kişiliği tasvir eder.
Kaderci kurbağa hayatı boyunca yarım bir Hindistan cevizi kabuğu altında yaşar. Kabuğun altında hiçbir hareket yapmadan oturur. Bütün gördükleri, bütün düşüncesi, kabuğun altındaki hayatıyla sınırlıdır. Kurbağa, bu nedenle, çok geçmeden Hindistan cevizinin tüm evreni kapsadığına inanmaya başlar.
“Kıssadan hisse; kurbağa dar kafalı, taşralı, kendi evine çakılıp kalmış olduğu halde, kerameti kendinden menkul kibre sahip bir adamdır.” (s. 33)
Anderson, kaderci kurbağanın tersine, kabuğunun altında büzülmez, kabuğunu kırar ve hiçbir yerde yerleşecek kadar uzun süre kalmaz. İlgi alanlarını sürekli genişletir, yeniler. Emekli olduktan sonra; romana, sinemaya ve kişisel kütüphanesine ilgi çekici kitaplar toplamaya yönelir. Romancı olmaz ama roman tarzında bir akademik eser yayınlar. Asya sinemasının yükselişini takip eder. Sahaf gezintilerinde sıra dışı kitaplar bulur.
Hep hareket halinde olması ve sınırları aşarak yaşaması, ona hayatla ilgili kozmopolit ve karşılaştırmalı bir bakış açısı kazandırır. Günümüzde böyle bir bakış açısına duyduğumuz ihtiyacın büyüklüğü izahtan vareste; binaenaleyh bugünün dertleriyle hemhal olan sosyal bilimcilerin Anderson’un hayatından çıkaracağı çok ders var.
* Benedict Anderson, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Çeviri: İskender Savaşır, Metis Yayınları, İstanbul, 1993.
** Benedict Anderson, Sınırları Aşarak Yaşamak: Bir Sosyal Bilimcinin Yaşamından Anılar, Çeviri: Ayet Aram Tekin, Metis Yayınları, İstanbul, 2017.