“Aramızdaki en güçlü bağlardan birinin yaptığımız işin ahlaki boyutuyla ilgili sorular olduğunu keşfettik: Deklanşöre ne zaman basıyorsunuz ve fotoğrafçı olmayı ne zaman bırakıyorsunuz?”
Pulitzer ödüllü, Güney Afrikalı foto muhabiri Greg Marinovich’in bu sorusu habercilikle ilgili etik tartışmalardan birisini 30 yıl önce gündeme getiriyor.
Deklanşör, yani fotoğraf makinesinin, “kamera”nın tetiği… Muhabirlerin ona ne zaman, nasıl, niye, “hangi açıdan”, ne niyetle bastığı/basmadığı, basarken “kimin yanında” durduğu bu metaforu -fena halde- gündeme getiriyor. Yıllardır Türkiye’de de bir “meslek”e ilişen en ağır, acı benzetmelerden.
Marinovich aynı dönemde dört foto muhabiri arkadaşın Güney Afrika’da kurduğu “Bang Bang Kulübü”nün de üyesi. Çektikleri fotoğraflarla dünyada büyük yankı uyandıran, 1990-94 yılları arasında “sınır tanımayan” grubun adı o dönemdeki şiddete, katliamlara, çatışmalara, silah seslerine atıfla “bang bang”. Öyle de anılıyorlar; savaş, “çatışma fotoğrafçıları”…
“Kelle koltukta” habercilik
Onlardan geriye kalan fotoğraflar hâlâ korkunç insanlık suçlarının, büyük “günah”ların, zulmün de sergisi… Ve hepsi ayrı hikâye, bazıları da ders, haberciliğin bugünkü hâlinden utanmayanlara. Onları çekmek, kayda almak da zor. Her türlü baskıya, yasağa, ölümcül risklere karşı yaptıkları gazeteciliğin bedeli çok ağır. Kelle koltukta…
“Apertheid hükümeti”nin sürdüğü o yıllarda tırmanan şiddet, çatışmalar onları da vuruyor. Grubun üyelerinden Ken Oosterbroek 1994’te Güney Afrika Ulusal Barış Gücü’nün (NPKF) silahlarından çıkan “dost ateşi”yle hayatını kaybediyor. 32 yaşında…
Açılan ateşle Marinovich de ağır yaralı… Ardından Güney Afrika ve Afganistan’da üç kez daha yaralanıyor. Filistin, Angola, Bosna-Hersek, Çeçenistan, Hırvatistan, Hindistan, Mozambik, Rusya, Ruanda, Somali ve Zaire de kamerasını alıp gittiği yerler arasında.
Arkadaşlarının kamerasından…

Yukarıdaki fotoğrafın ilk karesinde ağır yaralanan Marinovich… İkinci karede ise öldürülen Oosterbroek. İki fotoğrafı da gruplarının üçüncü üyesi, yakın arkadaşları Joao Silva çekiyor. “Bang Bang Kulübü”nden Portekiz kökenli savaş muhabiri Silva da 2010’da Afganistan’da mayına basıyor. Ve iki bacağını diz altından kaybediyor.
Grubun son üyesi Güney Afrikalı foto muhabiri Kevin Carter’ın hikâyesi ise dünyanın gündeminde. Tam 31 yıl önce bugün, 27 Temmuz 1994’de Carter intihar ediyor. Eski kamyonetinde karbon monoksitle… Gazeteciliğin en prestijli ödülü olarak kabul edilen Pulitzer’i aldıktan birkaç ay sonra, 33 yaşında.
Bang-Bang Club’e sonradan katılan, bölgedeki şiddeti, açlığı görüntüleyen foto muhabiri Gary Bernard da dört yıl sonra, 1998’de intihar edecek. Fiji Film’in “Yılın Fotoğrafçısı” ödülünü aldıktan hemen sonra. Onu da yukarıdaki ikinci karede görüyoruz; arkadaşı Oosterbroek kucağında can veriyor…
İntihara götüren o kare
Carter’ın geride bıraktığı intihar notu yaşadıklarının acı özeti: “Benim adım Kevin Carter… Dayanacak gücüm yok, bunaldım… Telefonum yok… Kira için, çocuklarım için param yok… Borçlarımı ödeyecek param yok…
Cinayetlerin, cesetlerin, o canlı anıların… Öfkenin, acının… Katil cellatların… Aç ya da yaralı çocukların… Tetiği çeken kaçıkların, çoğunlukla da polislerin etkisinden kurtulamadım. Şansım yaver giderse Ken’e (Oosterbroek) katılmak için gidiyorum.”
İntiharın perde arkasında yazımın ana fotoğrafı da var. Carter’in Pulitzer Ödülü’nü aldığı, herkesin hafızasına kazınan o korkunç kare… Afrika’da ölümün sıradanlığını, açlığı, hastalıkları, çaresizliği, dünyanın umursamazlığını simgeleyen en çarpıcı fotoğraf.
Sadece 24 saatlik vize
Sudan’da çektiği o fotoğraf “Akbaba ve küçük kız” başlığıyla 26 Mart 1993’de The New York Times’da yayınlanıyor. O topraklar o dönem anılan adıyla bile sabıkalı: “Açlık Üçgeni”. Lâkin Sudan’da basın büyük baskılarla, yasaklarla çevrili. Kol kırılsın yen içinde… Yabancı gazetecilere de vize yok elbette. Ancak hükümet Mart 1993’de -sadece 24 saatlik de olsa- bir vize uygulaması başlatmak zorunda kalıyor.
“BM Sudan Yaşam Hattı Operasyonu” görevlileri de Bang Bang üyesi Silva ve Carter’ı Sudan’a davet ediyor. Oradaki açlığı, kıtlığı, çaresizliği, o insanlık dramını gerçek görüntüleriyle dünyaya duyuracaklar. Planlanan program hem zor, hem tehlikeli. Zira “isyancılarla birlikte” çatışmaların sürdüğü Güney Sudan’a gidecekler. Gerçekler “iliştirilmiş haberciler”in devletlû gezilerinde değil oralarda…
Çok zor bir yolculuğun ardından küçücük bir uçakla BM’nin bir yardım (beslenme) istasyonunun olduğu Ayod köyüne iniyorlar. Uçak bir saat sonra geri dönecek… Carter köyü dolaşıyor, birçok fotoğraf çekiyor.
O kare çok şeyin sembolü
Bir süre sonra o çocuğu görüyor. Fotoğrafını çekerken çocuğun arkasına bir akbaba konuyor. Deklanşöre basıyor, işte o kare… Uçak kalkmak üzere. Akbabayı kovalıyor, uçağa yetişiyor. (¹)
Carter o kareyle Pulitzer alınca tepkiler, tartışmalar ayyuka çıkıyor. Çocuğu çıkarı, kariyeri için kullandığı, sonra da ölüme terk ettiği iddialarının devamında sorular: “Neden çocuğa yardım etmedi?”, “Onu orada nasıl bıraktı?”, “O çocuğa ne oldu?”
Yazımın ilk cümlesindeki etik tartışma mahkemeye de dönüşüyor. Yargıların odağında Carter. Hatta o fotoğraf her türden -iç dış- çatışmaların, krizin, kaosun, felâketlerin ön saflarındaki foto muhabirlerinin yaşadığı etik karmaşanın da sembolü oluyor.
Ama asıl önemlisi, dünyanın genellikle “kaburgaları sayılan insan” görüntüleriyle uzaktan izlediği “Açlık Üçgeni”nin en ölümcül, en sarsıcı simgesi. Tarihi boyunca istilacı dev akbabaların iştahını kabartan topraklarda bugün! İşte sonuç…
Kong’un ikinci ölümü
Carter ölüyor, yıllar geçiyor ve kolayca infaza dönüşen o tartışmanın, yargıların ardındaki manipülasyonlar, yanlışlar teker teker ortaya çıkıyor. Öncelikle o çocuk kız değil erkek…
Orada ölüme terk edilmemiş. BM istasyonunun az uzağında… Çevresinde insanlar var.
Kolundaki bilezikte de BM etiketi… Etiketteki T3 kodu onun “ciddi yetersiz beslenme”ye uğradığını, düzenli yardım aldığını gösteriyor. Sayı ise “sağ kalan, merkezde bakılan çocuklardan üçüncüsü olduğunu”…
O fotoğraf çekildikten 18 yıl sonra, 2011’de bir grup gazeteci o çocuğun akıbetini araştırmak için aynı köye gidiyor. Çocuğun bir adı da varmış meğer! Kong Niong… Babaya ulaşıyorlar, onun o dönem açlıktan kurtulduğunu, sağlığına kavuştuğunu öğreniyorlar. Ama oralarda tek ölüm tehdidi açlık değil ne yazık ki… Ölmek için her neden var. 2007’de ateşli bir hastalık onu hayattan alıyor. (¹)
Dehşetin iki yönü…
Aslında “Bang Bang Kulübü”nün çektiği her kare uzaktan yargılamaya müsait. Mesela yukarıda değindiğim Joao Silva’nın ateş altında çektiği fotoğraflar. Niyet farklıysa sündürmeye müsait… Sen kalk grubundan iki yakın arkadaşın can çekişirken deklanşöre bas!
Bang Bang’in “portfolyo”ları Güney Afrika’daki katliamların, linçlerin ötesinde, “çete adaleti”nin korkunç buluşları, infazlarıyla da dolu. Bunlardan birisi de “kolye takma (necklacing)”. O dönemde “Apartheid (ırk ayırımı)” yanlısı hükümetle işbirliği, muhbirlik yapanlara, siyah polislere uygulanan korkunç infaz yöntemi. Boyna araba lastiği geçirip, lastiğin benzinle ateşe verilmesi…
Kevin Carter Güney Afrika’da “halka açık” böyle bir infazı da ilk kez görüntüleyen foto muhabiri. Sonrasında duygularını, o an yaşadığı ikilemi şöyle ifade ediyor: “Yaptıkları beni dehşete düşürdü. Ben de yaptığım şeyden dehşete düşmüştüm. Ama sonra insanlar o fotoğraflar üzerinden konuşmaya, tepki göstermeye başladı. O zaman yaptığımın kötü olmadığını hissettim.”
Böyle kareler eskimedi
Bu karelerin hiç birisi “eski” değil, 30 yıl öncesinde de kalmadı. Böyle “insanlık manzaraları”nı iki yıldır Filistin’de günlük bir dizi misali izliyoruz. Havadan karadan ölüm yağdıran İsrail’in her an öldürdüğü çocuklar, bir nesli açlık, hastalıkla yok etmeyi de planlayan soykırımın hedefi. BM kaynaklı bir haber bölgedeki dehşete korkunç bir başlık daha ekliyor: “Gazze dünyada kişine başına en fazla ‘çocuk amputesi’ne sahip ülke”!
Yazımı yazarken 1026 Filistinlinin gıda yardımı, yani “bir tas bir şey” beklerken öldürüldüğünü, vurulduğunu okuyorum. İki yılda öldürülenlerin sayısı da net değil. “En az 55-64 bin” diyor kaynaklar.
AA’nın Londra mahreçli bir haberinde ise yapılan çok yönlü bir araştırmaya dayanan tahmini bir sayı var: “Sadece Haziran 2024 sonuna kadar travmatik yaralanmalardan ‘55 bin ile 78 bin’ arası…”
Öldürülen gazeteci sayısı?
Sınırsız zulmün, katliamın, pervasızlığın “gündelik” görüntüleri, haberleriyle seyrediyoruz. Görüntülendiği, yayınlandığı kadarıyla tabii. Kameranın tetiği öyle durumlarda sansürle, ölümcül baskılarla da “emniyet”e alınıyor.
O iki yılda bölgede öldürülen gazeteci sayısı bile net değil. Birçok haberde “çok sayıda” vurgusuyla geçiştirilirken… “100’den fazla” diye başlayıp, 170, 178, 200, 225 diye gidiyor iç-dış kaynaklarda. Yerel haberciler zaten teferruat, hepsi “olağan hedef” çoğu kez. Yaralanan, gözaltına alınanlar da öyle.
“Artık” feci zaman birimi

Sonra da karşımızda yine bir kare… Ama akbabalar kadraj dışında bu kez. Her köşedeki katliamların, cami, hastane, yardım, sığınma merkezleri, kaçış konvoylarına yönelik pervasız saldırıların, toplu infazların, “gündelik” soykırımın yaşandığı “açlık üçgeni”nden, iki yıl sonra hâlâ karşımıza çıkan bir fotoğraf.
İngiltere’de İsrail yanlısı haberleriyle eleştirilen, sağcı Daily Express yukarıdaki kapakla çıkıyor: “Tanrı aşkına durdurun bunu artık”. Başlıktaki “bunu” vurgusu bir yana, o “artık” da feci esasında; iki yıldır süren, o haberin dünyasında da uzaktan, hatta birçok örnekte İsrail’e “iliştirilmiş” ayarlarla seyredilen soykırıma, katliama dair bir zaman birimi gibi. Tamam, “yeter” noktası…
Çocuğun adı üç peygamberden
Alt başlık da “Küçük Muhammed’in Gazze cehenneminde hayata tutunmaya çalışması hepimizi utandırıyor”. “Artık” yani… Haberden oradaki “Açlık Üçgeni”nde de “900 bin çocuğun açlık çektiğini, 70 bininin ölüm riskiyle boğuştuğunu öğreniyoruz. Açlık çeken o 900 bin çocuğun acıdan, dehşetten, korkudan beslendiğini de biliyoruz.
Fotoğrafta açlıktan üç aylık bir bebek ağırlığında olan ama aslında bir buçuk yaşındaki Gazzeli Muhammed… Yavru kuş gibi açmış ağzını. İkinci adı “İsrailoğulları’na gönderilen”, “benî İsrail peygamberi” Zekeriya. Üçüncü adı da dert ve sıkıntılara sabrıyla anılan Eyyüp Peygamber’den… Muhammed Zekeriya Eyyüp el-Metuk.
Aklıma bir ay önce Leman Dergisi’nin kıyamet kopartan kapağı geliyor. Önce bu çocuğa, sonra yeniden ona bakmak lazım belki… The New York Times’in “Tanrı aşkına durdurun bunu artık” başlığı da havada kalıyor ve maalesef, fena halde o “karakatür”ü hatırlatıyor.
Ortadoğu’dan son görüntüler
Ondan önceki filmlerde, dizilerde Ortadoğu’daki “çete adaleti”, çatışmalar, işgaller, toplu infazlar, kafa kesmeler, canlı canlı ateşe vermelerle “popüler”di. Bugün Suriye’nin Süveyda kentindeki çatışmaları eldeki görüntülerle, “göz”deki farklı okumalarla, dildeki yorumlarla izliyoruz.
Kameranın perde arkasında durduğun yer de var. Netlik ayarı yapman kolay değil. Orada da ölenlerin, yaralıların sayısı da öyle. Ölü sayısı 500’den fazlaymış, diyorlar. Ölümün nereden, nasıl geldiği de belirsiz çoğu kez. Yaralananların akıbeti, o “yara”nın hayatlarına, ömürlerine mirası zaten yine “haber” kapsamında değil.
Kalbin ortasındaki kara nokta
Böyle bir ortamda kentin adı bile bir çığlığa dönüşüyor: Süveyda!.. Yazılarımda birkaç kez değindiğim, çok sevdiğim o kelime… Derin, kalabalık mânâsını önce hüznübol bir şairden, Metin Altıok’un dizelerinden öğrenmiştim. İlk anlamı “Kalbin tam ortasında bütün damarların birleştiği kara nokta”…
Tasavvufta “rûhun ve hayâtın merkezi”; “mümin kalbinde görünen, tecelli eden Cenâbıhakk’ın müşahede edildiği, gözle görüldüğü, gözlemlendiği nokta”. Mecazen “kalpte gizlenen günah”… Botanikte ise “tohumun içindeki embriyonu (döllenmiş yumurtayı) gelişinceye, cenin olana dek besleyen besi dokusu”.
Madımak’ta 2 Temmuz 1993’de katledilen Metin Altıok 35 yıl önce yayınlanan şiirinde sorduğu soruyu yeniden bırakıyor önüme: “Eskiden yüreğin ortasında bulunduğu sanılan siyah nokta, /Yani mecâzi anlamda bir gizli niyet bir duygu ve düşün /Ve bitkibiliminde tohumun içindeki o itici güç sürgün. /Yoklayın kendinizi şimdi hepiniz sonra söyleyin bana; /Nedir yüreğinizdeki siyah nokta gizli niyet: süveyda?”
(¹) “Akbaba ve Küçük Kız” fotoğrafı üzerine yapılan manipülasyonlar”, 8 Temmuz 2024, Behind The News.