Kediler geçen pazar biraz gezindiğim dünyalarıyla, insanlar için netameli özellikleriyle hoş olmayan duygulara, hatta düşmanlığa bahane, vesile yaratan canlılar. Zira bağımsızlık onların doğuştan nişanı… Kontrolü, otoritesi, “sahipliği” dışındaki doğayla, canlılarla, insanlarla fiilen, ruhen sağlıklı, hoş ilişkiler kurmak da insanın kabiliyetleri, meziyetleri arasında sayılmaz.
O alanda sicili fazlasıyla kirli, karanlık; ki galiba ona İnsanlık Tarihi de diyoruz. O pencereden bakınca başka şeyler teferruat kalıyor. Tarafların bağımsızlığına saygılı, onu gözeten bir düzenden imparatorluk, taç, taht, kayıtsız şartsız iktidar, egemenlik çıkmıyor. O havada bir aile birliği, evlilik filan da hükmetme hevesindeki coğrafyalarda zor. Kitabî tanımına, işleyişine, “beka”sına ters.
Yazı dizime kıvrılan kedilere gelince… Kedileri kendilerinin anlattıkları, izah ettiği huylarıyla değil insanın, toplumun hikâyeleriyle tanıyor, öyle de tanımlıyoruz elbette. Ötesi onlarla yaşayanların kedileri, o insanın, o evin, mahallenin yüklediği, atfettiği şahsiyetiyle özel: “Bizim -gözümüzden- kediler…” O yüzden kedilere insanın yüklediği meziyet ya da kabahatler, sevaplar-günahlar kültüre, toplumlara, tarihsel dönemlere göre değişiyor.
Başlangıçta genellikle gizemli, güçlü, farklı karakteriyle anılan, bağımsızlığına saygı gösterilen, hatta o “huy”uyla da kutsanan mistik canlılar. Tarihte sadece insan değil tanrı katında da bir tür dokunulmazlıkları, bağımsızlıkları var. Hayranlığın yanında biraz da çekinilen bir varlık. Bilinmezliğin kudreti…
Kendi sınırlarında, olduğu kadarıyla evcilleşmeleri, insana yakın durmaları Mezopotamya’ya kadar uzansa da, kaynaklarda 4 bin yıl öncesinin, Antik Mısır’ın yeri ayrı. Mesela Mısır’da tarih boyunca yapılan kazılarda zarif, gizemli kedi heykelcikleri, hatta kedi mumyaları ibadullah.
Kedi biblolarıyla tarih
İki yıl önce Serbestiyet’te “Mutluluğun resmini yapmak” yazımda başka bir vesileyle satır arasında değinmiştim. Sakkara nekropol alanında 2018’de yapılan kazılarda “son 50 yılın en büyük keşfi” olarak nitelendiren el değmemiş, 4 bin 400 yıllık bir mezar bulunuyor.
Netflix’in “Sakkara’nın Sırları” belgeselinde aktarılan kazı biraz cefalı, umutsuz, “Kazıya son versek mi acaba?”yla seyrederken irili ufaklı zarif kedi heykellerine, ardından kedi mumyalarına ulaşıyorlar. Mükemmel korunmuş…
Arkeologları zıplatan, Mısırlı yoksul kazıcıları geçici de olsa işlerine devam edeceği için kucaklaştıran bir ip, pardon halatucu. Zira o bulgular, emsallerinin aksine yağmalanmamış, hiç el değmemiş mezarın bir kült merkezine, tapınak kompleksine dâhil olduğunun (da) delili.
“Kedi kafalı” kadın felâket habercisi
Tapınak kompleksi Hamilelik, Annelik Tanrıçası Bastet’e adanmış. Tanrıça Bastet de kedi ya da kedi kafalı bir kadın suretinde sembolize ediliyor. Kedi doğurganlığından örnek alınan, büyük saygı duyulan anneliğiyle ülkemizde de takdire şayan ama ilk bakışta verdiği “evcil” sühûnet maalesef bundan ibaret değil. Her anlamıyla “Kedi kafalı” bir kadın, bir sonraki çağda felâket habercisi.
Efsanelerin en yaygını diğer Mısır tanrıçaları gibi Baset’in de iki yönünün, munis, yumuşak duruşunun yanında vurucu, hatta korkutucu dişi aslan karakteriyle soy bağı olması. Kedi de ölümüne, en yırtıcı haliyle koruyor yavrularını, egemenlik, bağımsızlık alanına, hayatına müdahaleyi hoş karşılamıyor. Fakat o korkunç, acımasız, ormanlar kraliçesi karakteri daha çok aslan başlı tanrıça Sekhmet’e mal ediliyor. Bizimkisi öyle huyları da cürmünce taşıyabilen kedi.
Kedi tanrıça Baset o alandaki, tanımdaki, annelik sınırlarındaki güzelliğin, aşkın da ifadesi. Bir iki yerde nâmına “intikam ve musibet tanrıçalığı” da ilave ediliyor. Ama o etiketi yıllar sonra tefsirden tefsire, sonradan eklemişler gibi geliyor bana. Genellikle öyle oluyor çünkü. Mitolojiler, hurâfeler, efsaneler erkek eli değmeden dolaşıma sürülmüyor pek.
Firavunların kedi sevgisi
Salah Birsel de “Bir Zavallı Sarı At” kitabında Antik Mısır’da kedilerin önemine dikkat çekiyor: “Herodotos Mısırlıların eski çağlardan kalma tarihini anlatırken şöyle der: Evde yangın çıkınca kimse onu söndürmeye bakmaz. Onlar için tek önemli şey kedilerdir. Ev halkı sıraya dizilip kedileri ateşten korumaya çalışır, çembere alır.”
Zira kediler tanrıçanın ilahi tezahürü olması bir yana, tanrılarla birinci dereceden aile bağı olan firavunun da korumasında. Değindiğim belgesel çekilirken çevrede, her evde, her yerde kedilerin sarayı terk eden keyifli, ayrıcalıklı firavun yavrusu misali gerine gerine dolaşması da o mirası kanıtlıyor gibi.
Belki de firavunlar sadece kedileri seviyor. Zira hükümdarların, diktatörlerin sevgisi tarihe tekil, istisnai, çokça enteresan “sevgi türleri”yle geçiyor anca. Onları bir gıdım, şahsına mahsus sevgileriyle değil nefretleri, hırsları, despotlukları, kıyımlarıyla manşetine alıyor.
Sevgi hazneleri geniş, öyle duyguları gelişmiş gibi durmuyorlar. Bu vesileyle kendilerince iyicil, hayırlı/hayırsever, sevgi dolu diktatörleri “Benevolent dictatorship” kavramıyla ayırt edenlere “O senin iyiliğin!” demeyi yeğliyorum, tartışmanın, dilin ayarını kaçırmamak için.
Kediye insanı gözleme görevi
Hint destanlarına da kıvrılan kedilerin Çin’de de tarihi, mitolojisi debdebeli. Kedi olarak tasvir edilen en popüler tanrıçalardan Li Shou tam yazıma, hikâyelerime uygun, ötesi acayip eğlenceli bir efsane. Kedi Tanrıça gücünü, şanını, kutsallığını yaratılışın ilk günlerinden, ta dünyanın başlangıcından alıyor.
Hikâye edeceğim mitolojiye göre tanrılar yeni eserlerinin, yani yarattıkları insanların gidişatını izlemeleri, gözlemeleri için kedileri görevlendiriyorlar. İnsanlarla iletişimlerinin net, onların anlayacağı dilden olması için de Başmüfettiş kedilere konuşma yetisi veriyorlar. Ama kedi işte; göreve, dikte edilmiş sorumluluklara gelecek, tanrı buyruğu da olsa o abuk düzene uyacak kullar gibi itaatkâr, tuhaf değiller.
Dünyanın işleyişi, düzeni gibi sıkıcı, sıradan, saçma, üstelik karakterlerine, varlıklarına aykırı bir görevi üslenmek yerine ağaçlarının gölgesine kıvrılmayı, muhabbet etmeyi, dallardan dökülen çiçeklerle, meyvelerle oynamayı yeğliyorlar. Canları ne isterse onu yapıyorlar yani.
Kediler tanrılara bile itaatsiz
Tanrılar görevlendirdikleri kedileri gözlüyor, üç kez kedileri kontrol etmeye, uyarmaya gidiyorlar ama nafile tabii. Hem hüsran, hem çaresizlik içindeler. Çözümü yine kediler buluyor: “Valla bu görev, dünyanın, insanların gidişatı filan bizi hiç mi hiç ilgilendirmiyor. İnsanlardan öğreneceğimiz bir şey de yok, onlara bizim dünyamızdan hareketle öğretebileceğimiz, anlatabileceğimiz şeyler de… İyisi mi siz o işi de insanlara verin. Onlar bayılır böyle şeylere…”
Tanrılar da n’apsın, düzenlerini sürdürebilmek için mecburen, akıbetini, başlarına açacakları belayı hesaplamadan o görevi de insanlara veriyorlar. Ve güvenlerini boşa çıkaran, sadakate bir gram değer göstermeyen kedilerden konuşma yetisini, hakkını geri alıyorlar.
İnsanlar artık kedileri anlayamıyor
Dert etmiyor kediler, bu kez de kendi icat ettikleri dilleriyle, hatta gözleriyle konuşmaya başlıyorlar. Öyle ki Çinliler tarih boyunca günün hangi saatinde olduklarının, zamanın kedilerin gözlerinden anlaşılabildiğine inanıyorlar.
Onların gözbebeklerinin genişlemesini yağmurun geleceğine yoranlar, hareketlerinden, uyarılarından gelen fırtınayı sezenler de var. Ama bayrağını diktiği coğrafyada eski, kadim dilleri, kültürleri yok etmeye hevesli insanlar artık anlayamıyor dillerini. Kedileri anlayamıyorlar.
El sallamıyor seni çağırıyor
Uzak Doğu’daki başka ülkelerin yanında Japonya’da da kedinin yeri ayrı, emsalsiz. Şans, kısmet getirdiğine inanılan, tek patisi havada duran, mekanik bir düzenle durma sallanan kedi figürüne, biblosuna biz de dükkânlardan, hediyelik eşya raflarından aşinayız.
Lâkin bizim el salladığını sandığımız, Çin işi olduğuna inandığımız ve “Şanslı Kedi” olarak adlandırdığımız o biblo, Japonların “Maneki Neko”su aslında. Elini de “Selam” niyetiyle sallamıyor, çağırıyor. Ki adı da “Çağıran Kedi”: “Gel” diyor, “Gel de talihin, bahtın, ufkun açılsın, kötülüklerinden uzak olasın”.
Efsaneye göre Tokyo’daki Gotoku-ji tapınağının önünde oturan kedi, imparator oradan geçerken onu eliyle yanına çağırıyor. İmparator da merak edip tapınağa giriyor ve girmeden önce durduğu yere yıldırım düşüyor. Hayatını kedi kurtarıyor. Yani şanslı olan kedi değil insan aslında. O günden sonra o tapınak “Kedi Tapınağı” olarak biliniyor.
Birçok dükkân, işyeri, restoran, bar, gece kulübü, kumarhane o kediyi “müşteri çağırma” niyetiyle hâlâ girişine koyuyor. Düşünüyorum da, patisini insana uzatan, yukarıdan aşağıya sallayan kedi de onu yanına çağırıyor. “Sev, okşa, anla beni” diyor, “Bu konuda da ufkun açılsın”.
“Kedi duruşu” kötü örnek
Bu anlı şanlı Antik tarihin kedilere kredisi geçici… İnsanların farklı insanlara, doğaya, canlılara düşmanlığı daha ulaşılabilir, işlenebilir, organize bir sistem, düzen olunca, kediler de payına düşeni almaya başlıyor herhalde. Zira huyu suyu, hatta duruşu, bakışı bile o “gelişme”lere ters. Kötü örnek…
Hükümdarların dünyasında kullar kuzu kuzu dolaşırken, ortalıkta, göz önünde bir de kediler, “kedi duruşu”, gözünü hiç kaçırmadan sana bakışı var. Maazallah eve kedi filan alsan, evlatlarının onu gözleyip “Büyüyünce kedi olacağım” demeleri bile ihtimal dâhilinde. Televizyonlardaki, ekranlardaki kediler bile çocuklara ne öğütlüyor, ima ediyor, koskoca insanlar onlardan niye işkilleniyor belirsiz.
Bu hoşnutsuzluk, hatta düşmanlık kedileri fiilen etkilerken, aykırı, farklı insanların, cinsiyetlerin onlar vasıtasıyla, onlar üzerinden etiketlenmesini, o lakapla, öyle huylarla da ayrıştırılmasını kolaylaştırıyor sanki. Değişen kedili tarihin -vay- hâline gelecek pazar değinmeye çalışacağım.