Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI“Kefen-i Zarûret”, bir kat bez ve sarı torbalar

“Kefen-i Zarûret”, bir kat bez ve sarı torbalar

Ömrünü barışa adayan, eşkâli tebessümüyle tanımlanan bir insanın ölümü bile “teneffüs” olmadı bazı nefret işçilerine. Nefretine vesile, hatta afiş oldu. Oysa şöyle yazmış 14 yıl önce: “Bir kişiye onu öldürecek kadar da düşman olabilirsiniz. Onu öldürdükten sonra artık muhatabınız düşmanınız değildir. O ölüp gitmiştir, mukabele edemez... Yaptıklarınızın muhatabı bütün kainattır.” Sonra da “hikâyenin bile hikâyesinin olduğu” yurdundan “Yaşarken kimliksiz, ölürken kefensiz” gidenleri anlatmış.

Önyargıyı kırmak zor da, önyargıların bir anda tuzla buz, yerle bir ettiği şeyler çok. İnsanın “insanlığı” da buna dâhil. “Öyle bilirdik” misali kolayca beslenen “bilişsel” önyargılarla insan, sadece kendi görüşlerini, yargılarını destekleyen aklın, duyguların peşinde yırtıcı sürü davranışı bile gösterebiliyor.

“Bile”sinin de gereksiz kaldığı örneklerden birisini Sırrı Süreyya Önder’in ölümünden hemen sonra gördük. Ölümünü nefretine vesile sayanlar, ölenin ardından bile beddua üretebilenler bir yana… Zafer Partisi İstanbul Gençlik Kolları da Önder’in ilk adını bolt bolt yazarak “sarı torba”lı çeşit çeşit posterlerle, düşmanlığın ölüme doymayan afişlerini hazırladı.

Kötülüğün boy aynaları

Ömrünü barışa adayan, eşkâli tebessümüyle tanımlanan bir insanın ardından -onun deyimiyle- “insanlıktan zerre-i miskal nasibi olan” dillerin varamayacağı yorumlara rastlamıştım da, ellerin varamayacağı “iş”leri böyle de gördük. Ne yazık, ne felâket…

Kötülüğün boy aynalarıyla doldu sosyal medya. Ötesi boydan boya faşizme, ırkçılığa, şiddete giden bir kötülüğün “kapkara mizah”ıyla yaptıkları, eski Lunaparklardaki “kahkaha aynaları” efekti yaratıyor bazı yorumlarda. Sırıtıyor…

“Öteki”nin ölümüne, katline, ardından attığı kakafonik kahkahalarıyla da ünlenen, kahkahasıyla da çirkin “kötü kahramanlar”… Metin Altıok’un yarım asır önceki deyişiyle sanki “Çağıdır şimdi kurgusal /Bütün kötülüklerin”

“Ölenin ardından”…

“Ölenin ardından” yapılmaması gerekenleri biliyor, hissediyor da insan… Dinen yapılması gerekenlere bakınca, “amel”ler, okunacak dualar, çekilecek tespihler, kelime-i tevhidler, verilecek yemekler, gün gün yapılacaklar, tâziyeler, “son vazifeler”le dolu bir uğurlama ritüeli çıkıyor karşıma. “İnsanlık şeref ve haysiyetine yaraşır şekilde, edep ve îtinâ ile yapılması gerekenler”.

Hepsini bilmesem, öyle eylemesem, çoğuna fiilen katılmasam da “başka”sının acısını bir şekilde, o an paylaşma, en azından kabullenme duygusuna nâil olmanın da ifadesi. “Müslümana farz, sünnet, müstehab”, insana kıssadan hissesiyle yol yordam.

Mahallede misket oynarken cenaze arabası geçince hep birlikte ayağa kalktığımızı hatırlıyorum. Ölü evinde bir köşede sessizce, kıpır kıpır olmaya çabalayarak oturduğumuzu, mevlit şekerinden lokum değil bir tane akide aldığımızı da… Öyle öğretmişler, öyle görmüşüz. İslâmî tedrisat değil çocukluktan bir nebze âdâb-ı muâşeret eğitimi. Yani “birlikte yaşayıp hoş geçinme adabı”.

“Yapılmazsa herkes mesul”

Yaşarken insana saygının, itibarın sıradanlaşan, ortalıkta sırıtan yokluğu, ölümde bile artık edep, vicdan tanımıyor. “Komşuluk” da… Hem de yüzde 94’ü Müslüman ülkede.

Ölenin ardından onu usullere göre defnetmek, kefenlemek, namazını kılmak “farz-ı kifâye”ymiş mesela: “Kesinlikle yapılması gerekenler”. “Yapılmazsa gücü yeten, eli varan herkes mesul”.

Vasiyetini yerine getirmeye çalışmak, en azından saygıyla karşılamak da dinen görev. Sırrı Süreyya Önder’in uğruna hayatını adadığı vasiyetinin barış olduğu belli de, bir de mütevazı isteği olmuş: “Cenaze namazımı İhsan Eliaçık kıldırsın.”

İktidarın bir süredir değiştirdiği tutumuyla öyle de oldu ama ona, son isteğine bile laf yetiştirenlere, nefretine malzeme edenlere rastladım. “O namaz sayılmaz” diye “hâriç”ten ahkâm kesene de…

“Kefen-i zaruret” yazısı

Bütün bunlara bakarken, Sırrı Süreyya Önder’in Radikal’de 14 yıl önce, 30 Mart 2011’de yayınlanan yazısı da önümde: “Kefen-i Zarûret”. Yazısına “İslam’a göre ölen erkek veya kadını, bedenleri örtülecek şekilde kefenlemek farzdır” diyerek başlıyor. Ardından kefeni, erkek ve kadın kefenlerini tüm ayrıntıları, usulü, türleriyle anlatıyor.

Anlattığı özel bezlerin, parçaların bulunamadığı durumlarda da “ölünün bir kat beze sarıldığını” buna da “kefen-i zaruret” denildiğini vurguluyor. Ama “bir mevtanın böyle defnedilmesi için gerçekten mücbir (zorlayıcı sebepler) bulunması gerekir.”

Bebeğe höllük eleyenler

Ki öyledir, o yokluktadır memleketin farklı coğrafyaları, gözden uzak yerleri. Mesela Önder’in memleketi Adıyaman’da da bebeğe “höllük” eliyorlarmış. Kundaktaki bebeğe -geçirimsiz- bez görevi yapması için altına konulan toprak türü. Isıtılarak kullanılırsa bebeği sıcak da tutuyor.

Erzurum yöresinden türküsüne de kulağımız âşinâ: “Eledim eledim, höllük eledim /Aynalı beşikte canan bebek beledim /Büyüttüm besledim, asker eyledim /Gitti de gelmedi canan, buna ne çare?”

“Bizi kınamasın ehl-i din olan”

Kore Savaşı yıllarında yakılmış. Sözlerinin -sık rastlanmayan- orijinalinde “Kore dağlarında ot kucak kucak /Ne bilsin analar (oy oy) böyle olacak /Rahmet yerine kurşun yağacak /Gitti de gelmedi canan buna ne çare” dizesi var. TRT arşivlerinden özellikle çıkarmışlar.

Musa Eroğlu da değinmiş bir röportajında: “Derlemelerde herhangi bir erkten korkulmamalıdır, utanç duyulmamalıdır. Toplumu, sosyolojik-psikolojik yapısını anlattığı için tarafsız bakılmalı türkülere.

1950’lerde anaların çocuklarının Kore’ye gitmemesi için söyledikleri bir türkü var. Beyler rahatsız olmasın diye, (belki ABD hatırına da) o türkünün o kısmını çıkarmışlar, türküyü katletmişler.” O türküyü yakan böyle bir âkıbeti de öngörmüş, usulca mırıldanmış sanki: “Bizi kınamasın ehl-i din olan”. Ama nafile…

“Muhatabı bütün kainat”

Sırrı Süreyya Önder de “savaş” vesilesiyle kaleme aldığı 14 yıl önceki yazısında şöyle devam ediyor: “Defnetme işlemi yapılırken mevtaya ‘rıfk’ ile muamele etmek gerekir. Yani özenli, yumuşak davranmak gerekir. Öleni yeterli bir kalabalıkla dâr-ı bekaya uğurlamak da çok önemlidir. (¹) Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste ‘Bir müminin cenazesinde, kırk Müslüman bulunursa, Allahü teâlâ o kırk kişiyi bu Müslümana şefaatçi (“kulların suçlarının bağışlanması için Cenâbıhak katında aracı”) kılar’ diye bahsedilir.

Bir kişiye düşman olabilirsiniz. Onu öldürecek kadar düşman da olabilirsiniz. Onu öldürdükten sonra artık reva gördüğünüz şeylerin muhatabı düşmanınız değildir. O ölüp gitmiştir, mukabele edemez… Sizin yaptıklarınızın muhatabı bütün kainattır. Yukarıda anılan şeylerin eksik yapılmasından da bütün insanlığa borç düşer.

“Yaşarken kimliksiz, ölürken kefensiz”

Ey müminler! Bu yazıyı sadece size yazdım. Yıllarca Kürt’ü Müslümandan bile saymadığınızı biliyorsunuz. Şimdi de kötü bir şeymiş gibi ‘Siyaset yapıyorlar!’ diyorsunuz. Bu topraklarda yıllarca Kürt’ün ne dirisi ne de ölüsü rahat huzur yüzü görmedi. Yandaki sütunlarda okuyacaksınız; yaşarken kimliksiz, ölürken kefensiz kaldılar.

Bütün bunlar yetmezmiş gibi ‘kefen-i zaruret’ kabilinden üç arşın bez yerine, bir çuvala konularak zaringil (Adıyaman deyişiyle “bıkmış, bezmiş, perişan”) edildiler.

Dua kimin ihtiyacı?

İçlerinde belki peygambere ahiret komşusu olacaklar vardı, bilemezsiniz. Siz kabir komşusu bile olmak istemediniz. Şimdi yaşadığınız kentlerdeki Kürtler, resmi zulümlere karşı sivil bir itaatsizlik yapıyorlar. Yıllarca hep bunu öğütlemiştiniz ya hani…

Şimdi ellerinde silah yok! ‘Vurana elsiz, sövene dilsiz’ öylece gecikmiş bir taziye çadırı kuruyorlar diye düşünebilirsiniz. Ola ki Kürt’ün hiçbir talebine sıcak bakmıyorsunuzdur. Yine de elinize bir paket çay alıp onları ziyaret etmelisiniz.

Ölüsü, henüz bir çuvala bile konamayanlar için bir dua edebilirsiniz. Buna onların ne kadar ihtiyacı olduğunu Allah bilir ama sizin ne kadar ihtiyacınız olduğunu siz bile bilebilirsiniz.” Bugün de bazı “insan”lar kafalarında eski cellatlar misali “kara torbalar”, ellerinde “sarı torbalar”la çıkıyorlar ortaya. Yaptıklarının muhatabı sadece Sırrı Süreyya Önder değil, “bütün kainat”. İnsanlık… Buna göz yuman herkese, “bütün insanlığa borç düşüyor”.

Arzuhalci babanın çırağı

Sırrı Süreyya Önder’in 15 yıl önce Radikal’de yayınlanan yazıları da bir “hikâye anlatıcısı”nın elinden. Mesela 16 Ekim 2010’daki “Merhaba ama kime” yazısı.

“Yazı yazmanın hayati bir şey olduğunu çok küçük yaşlarda kavramış”. 1960’larda TİP’in Adıyaman’da kurucusu, il başkanı da olan babası arzuhalci zira. “Muradı gözünde kalan, kanı hep içine akan, muktedirler karşısında yutkunmaktan başka bir şey yapılamayan bir coğrafyada dertlilere dilekçe yazıyor: Yazmadığı günler, ekmeğimizin azaldığı günlerdi.”

O iş, “dertlilere dilekçe yazmak”, onun da görevi, boynunun borcu olmuş hayatı boyunca. Yazdıklarına bakınca onca yıldır yakındığı, itiraz ettiği şeyler hep “insanlık” sınavı. Gönlünün olmasa da gözünün önüne, burnunun dibine getirmiş “uzak”taki gerçekleri. Öfke ondan, susturma çabası ondan, yalan diyemediğin için.

Muhabbetin doğduğu yer

“Çıraklığı” da babasının yanında; “hükümet konağının karşısına süphaneke boncuğu gibi dizilmiş bir sıra arzuhalciye” çay söylüyor, su getiriyor: “Dert dinlemeyi de o yaşlarda öğrendim, dertlerin kâğıda nasıl döküldüğünü de…”

Zaman geçiyor arzuhalcilik tarihe karışıyor, bölgenin dertleri de değişiyor, dilekçe yazma biçimi de: “Nicedir herkesin derdi mermilere yazılır oldu. Birçok insan ‘doğu’yu savaş, ölüm, töre gibi olumsuz çağrışımlarla anıyor artık.” Kendi deyişiyle “insandan insana muhabbetin doğduğu ve kadim usullere bağlandığı yer” oysa…

Selamünaleyküm ve merhaba

“Gidenler bilirler, gitmeyenler duymuşlardır; bir meclise girildiğinde uzun bir selamlaşma faslı başlar. Giren kişi önce ‘Selamünaleyküm’ der. Herkes bu selamı topluca ‘Aleykümselam’ diyerek karşılayıp kabul eder.

Bu iki fasıl zorunludur. İnsanların iradesinin ve keyfinin dışındadır. Sonra ‘merhabalaşma’ya geçilir. İnsanlar sırayla ‘merhaba’ der. Meclise yeni gelen bu merhabaları aynı şekilde karşılar.

İşte bu kısım zorunlu değildir!

‘Selam’ Allah’a, dolayısıyla kamuya, ‘Merhaba’ paşa gönlünüzün keyfine yani size aittir. İnsan ilişkilerine dair sık duyacağınız cümlelerdendir. -Falancayla aranız nasıl? -Selamımız var, merhabamız yoktur!

Bu köşede, selamı alınan, merhabası verilen insanların arzuhalini okuyacaksınız. Herkese selamünaleyküm, sadece insan kadri bilenlere merhaba!” Radikal’deki ilk yazısındaki bu incelikli ayara rağmen gönlübol stilini esirgemedi insanlardan. Yeter ki “insanlıktan şöyle zerre-i miskal nasibi olsun”. O “zerre” bile umudu, dileği, mücadelesi oldu.

Yerinden yurdundan olmak

Barış özlemi, hep gönlünde, cebinde taşıdığı “yurt” sevgisi, özlemiyle de derin. Yerinden yurdundan, her anlamıyla “can”ından olanların acısıyla da… 2010’da, “Senin yurdun neresi” yazısının da feryadı: “Bir insanın bırakın ilinden, ilçesinden, köyünden koparılmasını, göçe zorlanmasını; evinden çıkarılmasını düşünün.

Beş on hanelik mezraların içindeki ‘kendi’ evinden… Bu tam manasıyla onu yurdundan etmek demektir. Kuşkusuz bu bildiğiniz ‘yurt, ülke, devlet’ kavramlarından farklıdır. Evet, o yurtta bir bayrak yoktur, okul yoktur, cami yoktur, karakol yoktur.

Sadece diyelim ki su kuyuları, koyunlar, lastik ayakkabılı çocuklar, rengârenk giyimli, gözleri sürmeli, kiraz kaftanlı kadınlar ve şalvarlı-çefyeli (bir tür puşi, kefiye) adamlar vardır. Ama çoğunluk için sıradanlık içeren o dağların gök yüksekliğinde olduğu zorlu topraklarıyla, kuyuların suvardığı hayatlarıyla, koyun meleşmelerinin şenlendirdiği yaşantılarıyla orası onların yurdudur.

“Gayrimeşrû yolculukta meşruluk”

Onları tanıyanlar; komşuları, akrabaları patikaların yolunu tutarak ziyaretlerine geldiklerinde gönül rahatlığıyla evlerinde konuk edebilecekleri, hürmet gösterebilecekleri, kendilerini sunabilecekleri; bir utançtan, kabahatten uzak kalabilmenin sınırlarını çizebilecekleri tek yerdir. (Adıyaman’da dış kapı önüne “eşitlik” diyorlarmış. Gelene de “Eşitlikte oturma içeri gel…”)

Ve o yeri onların elinden almak demek, hafızalarını, onları tanıyanları, komşularını, akrabalarını, çekincelerini, gururlarını, yani her şeylerini almak demektir. Bundan sonrası zaten meçhul bir yolculuktur ve bu gayri meşru yolculukta pek çok şey meşrulaşır.

Gittikleri yerlere kendilerinden parçalar götürerek orayı kendileri için yaşanır hale getirmeye çalışırlar. Şehrin göbeğindeki evlerden birinin duvarında üzerliklere rastlarsınız mesela… Sürmedanlıklara, lastik ayakkabılara, simli kumaşlarla kaplanmış yorganlara…

Kendi toprağında gayet zengin ve soylu duran bu nesneler göçtükleri kalabalığın içerisinde çelimsiz birer figüre dönüşür tıpkı yurdundan edilen sahipleri gibi.”

Yurdundan, can evinden taşıdı

Sırrı Süreyya Önder köyünden, “yurdundan”, can evinden dile getirdiği parçalarla, cevherlerle her hayatın kıymetini, önemini yükseltti hep. Stiliyle, diliyle, eliyle “Orda bir ‘yurt’ var uzakta”yı burnumuzun dibine taşıdı.

Bu kıymete, böyle bir muhabbete, hatta ve bence “bir merhaba”ya değer olmayan “insan”lara bile ısrarla, inatla, sabırla anlatarak, hatırlatarak, acı da olsa tebessümünü esirgemeden, eksik etmeden…

Hikâyenin de hikâyesi

Bir başka yazısında yine oraları şöyle anlatıyor: “Evet, yoksulluğun yüceltilecek, sevilecek bir tarafı yoktur, yaşayan bilir kahrını ama birbirine tutunarak yaşamanın ve bölüşmenin yüceltilecek tarafı çoktur. Sözü, müziği, ağrısı, sızısı, heves ötesi sevinçleri…

Buralarda ‘ayakkabının yeniliği’ bile, hâlâ bir mutluluk sebebidir mesela… O, çatlak duvarların, sıvası dökülmüş damların, köyünden getirdiği alışkanlıkların, sazın, sözün, türkünün, şarkının, hikâyesi vardır. Bunlar ne ki hikâyenin bile hikâyesi vardır.” Sırrı Süreyya Önder de öyle, hikâyenin de hikâyesi, filmi, şiiri, türküsü… “ Hem de Beynelmilel.

“Helallik ne ki ya…”

Gönlübol, kolları herkese, barışa açık gitti bu dünyadan. Hasta, yorgun yüreğiyle kapı kapı dolaştı. Yakın arkadaşı Muhsin Kızılkaya için “Farklı fikirleri varsa günlerce tartışırız ama onun tırnağına gelen, benim gözüme gelsin” demiş bir yazısında… Bu “digerkâm”lığının/ “diğergâm”lığının bazı insanlardan ibaret olmadığını hayatıyla da biliyoruz.

Meclis’teki o konuşması da aklımızda: “Helâllik ne ki ya… Benden yana bana kimin hakkı geçmişse helâl olsun. Benim şahsi bir derdim yoktur, olamaz. Hapishaneler de memlekettendir. Ama önemli olan bu ülkenin kardeşliğini, geleceğini, ortak geleceğini sağlamak.

Yoksa hapishane arsızı olmuş insanlarız. Gir çık, gir çık… Bir gün başkan vekili, bir gün mahkûm, bir gün hasta ne olacak. Bunlar bi şey değil yani. Önemli olan şey, hakkım da helal olsun yani. Ben helallik bahsinde çok dayanıksız bir insanım. Bunu talep eden hiç kimseye daha haram olsun demedim.”

“İyimser bir gül açsın yanaklarında”

Bu yazıyı kaleme aldığım duygularımla bile böylesine gönlübol bir hüsnükabulün, helâlliğin ehli olduğumu asla söyleyemem. Helâlliğin gereğini, “göre”sini, “kime”sini hararetle tartışmaya fazlasıyla müsâitim de maalesef. Bir tohum, bir zerre vardıysa bile (bilmiyorum) içimde, bugünün ortamında, toprağında kurudu kuruyor belki… Ama böyle bir gönlün ahbabı, çocukluktan talebesi olmayı çok isterdim.

Sırrı Süreyya Önder gibi bir insanın ardından bile -bu ortamda- beklediğim de zaten böyle helâllik değil ne yazık ki… Ama “insanlıktan bir zerre-i miskal nasiplenmek” büyük bir istek, imkânsız bir dilek olmamalı. Önümüzde mirası, sözü, yazılarıyla hissettirdiği “vasiyet”i bir ders gibi dururken…

O kendinde iyi insandan iyiliği de öğrenmek, onun şahsında görmek mümkün ama öyle olabilmek imkânsız gibi. Olsun, öyle, bir zerre mayayla kötü olmamaya gayret göstermek bile yeter. Her şeye rağmen iyimserliğin de gülümsemeydi. “İyimser bir gül açsın yanaklarında…”

(¹) Nubar Terziyan’ın cenaze namazı: “Öleni yeterli bir kalabalıkla dâr-ı bekaya uğurlamak” deyince aklıma “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni” filmi geliyor. Haşmet Asilkan’ı canlandıran Şener Şen’le yan yana cenaze namazına duran Nubar Terziyan… Asilkan “Nubar” diyor, “Sen Ermeni değil misin?” “Ermeniyim”… “E namazda ne işin var?”. “Ne yapayım” diyor Terziyan, “Cemaat o kadar az ki, adama ayıp olacak…” Namazı kılıyorlar, sonra tabutu omuzluyorlar birlikte.

- Advertisment -