Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIKemalizm mi daha ‘iyi’, (Yeni) İttihatçılık mı? (3)

Kemalizm mi daha ‘iyi’, (Yeni) İttihatçılık mı? (3)

Üç günlük bu kısa yazı dizisi, iktidar ile muhalefet arasındaki büyük asimetriyi ortaya koymuş olmalı. Sadece zihniyet ve ideoloji açısından değil, hedeflerin ve stratejilerin berraklığı, siyasi tasarrufların ardına konmuş olan irade, büyük resmin değerlendirilmesi, gerçekçi yol haritaları açısından iktidar çok önde. İktidarın vasatlığı ve ‘yanlışlarına’ bakarak kaybedeceğini ummak, bununla yetinmek, herhalde makbul bir siyaset olamaz.

Uygun dünya koşulları ve toplumsal bir ruh hali yakalamış gözüken Yeni İttihatçılık, devleti (milleti ve ülkesiyle birlikte) sahiplenmiş durumda ve onun meşru taşıyıcısı olarak hareket ediyor. Gelecek tasavvurları ve hayata geçen tasarruflar, söz konusu ideolojinin artık iktidarı hiç bırakmayacağı beklentisini yansıtıyor. Bu ‘cesur’ ve epeyce müdanasız tutumun ardında iktidarın kendisine atfettiği tarihsel misyonun haklılığına olan derin inanç var. Öyle ki Türkiye için iktidarınkinden farklı bir hayali seslendirenler kendiliğinden ‘münafık’, ‘bozguncu’, hatta ‘hain’ ilan edilebiliyor. 

İlginç olan söz konusu ‘derin inancın’ Müslümanlığı içeren bir Türklük üzerinden tanımlanması. Dolayısıyla karşımızda dini veya ırki bir devlet tahayyülü yok. Bu ikisini birleştirerek ‘zenginleşen’ bir amalgam var. Bu nedenle Yeni İttihatçılık dindar ve laik kesimlerin bir bölümüne aynı anda hitap edebiliyor. Kürtlere yönelik barış hamlesiyle bu amalgamın daha da çoğullaşması ve böylece meşruiyetinin tescili hedefleniyor.  

Bu noktada tekrar edelim: Yeni İttihatçılığın tahayyül, program ve stratejisi ‘nehrin akıntısına ters’ değil. Yani onu besleyen, bu vizyonu ‘gerçekçi’ kılan iç ve dış koşullar var. Dolayısıyla ‘gerçekçi’ bir muhalefetin söz konusu iç ve dış koşulları dikkate alarak pozisyon üretmesi lazım. Muhalefet iktidarın tespitlerinin ‘yanlış’ (anti-demokratik) olduğunu tekrarlamaktansa, bu tespitler karşısında daha ‘doğru’ alternatiflerin (ideolojik yaklaşımların) niteliklerini ortaya koyabilmeli.   

Önümüzdeki kısa sürede en büyük tuzak iktidarın vasatlığına bel bağlamak olacaktır. Bu vasatlık 19 Mart 2025’de İmamoğlu’na karşı tertiplenen ‘çökme’ hareketinde, ya da öncesinde yıllarca ısrar edilen ‘faiz sebep enflasyon sonuç’ safsatasında açıkça görüldü. Bunlar ve başka birçok olayda, bazen müdanasızlıktan, bazen cehaletten, bazen kibirden kaynaklanan vasatlıklara şahit olduk. Ama iktidar bu ‘yanlışlara’ rağmen gücünü korudu, üst perdeden yönlendirici, baskıcı, zaman zaman tehdit edici söylemini sürdürdü. Çünkü karşısına yüzleşmek zorunda kaldığı farklı ‘doğrular’ çıkmadı. 

Diğer deyişle siyasetin dizginleri iktidarın elinde. Ne kadar ‘yanlış’ yapsa da bu değişmiyor… Şöyle bir duruma herkes razı gibi: İktidar ‘yanlışları’ artırırsa nasıl olsa seçimi kaybedecek, ama ‘yanlışlardan’ vaz geçerse de muhtemelen seçimi kazanacak. Sanki iktidarın ‘yanlışlarını’ topluma şikayet etmenin ötesinde muhalefetin üretebileceği bir siyaset yok… 

Muhalefetin iktidar tarafından sıkıştırılmasına, muhalefet bizzat kendisini dar bir siyaset alanına sıkıştırarak eşlik ediyor. Öyle ki muhalefet sürekli olarak yaşananların ‘anormalliğine’ işaret ederken, giderek o ‘anormalliğe’ bağımlı hale gelmiş durumda. Çünkü tüm muhalif siyaset iktidarın gündem olduğu bir sıkışık alanda cereyan ediyor. Oysa iktidar bu arada kendince dünya sahnesinde cirit atıyor, hiçbir kurala ve toplumsal meşruiyete tabi olmayan uzun vadeli kararlar alıyor, ülkeyi ‘bir yere’ götürüyor. 

Muhalefetin buna verebildiği doyurucu bir yanıt yok. İktidara gerçekçi bir itirazda bulunabilmeniz için önce sizin ülkeyi ‘nereye’ götürmek istediğinizi anlatabilmeniz gerek. Muhalefet ‘anormalliğin normalleşmesini’ seçim kazanmayı sağlayacak bir avantaj sanıyor olabilir. Halkın sırf bu iktidara karşı olduğu için muhalefeti tercih edeceğine güvenebilir. Ama bu bir tuzak… Çünkü dizginler iktidarın elinde ve bir anda normalleşmeye dönüş yapabilirler. Muhalefetin bir bölümü iktidarın böyle bir esnekliğe sahip olmadığına inanıyor olabilir. İktidarı kategorik bir ‘geriliğin’ temsilcisi olarak görebilir. (Aynen laik kesimin bir bölümünün dindarlara bakışı gibi…) Ne var ki bu yaklaşım insanlara tükenmiş bir Kemalizm’in bildik tadını hatırlatacaktır. Dolayısıyla muhalefet ‘anormalliğin normalleşmesinin’ kendi hareket alanını daralttığını, iktidarın hareket alanını genişlettiğini görmek zorunda. 

Muhalefet şu soruyu sormalı: İktidar her şeyi kendince doğru yapsaydı, ben ne yapardım? Eğer ‘hiçbir şey yapmazdım’ diyecekse siyasetin ‘garnitürü’ konumuna düşmüş demektir. Eğer ‘bilmiyorum’ diyecekse siyasi parti olma vasfını kaybetmiş demektir. Diğer taraftan eğer ‘ne yapardım biliyorum’ diyorsa, bunu niye yapmadığını, niye kolaya kaçtığını sorgulamak zorundadır.

Ancak bu da yeterli değil… Muhalefetin ülke ve toplum için gelecek tahayyülünün tutarlı ve gerçekçi bir zeminde geliştirilmesi, ‘doğru’ insanlar tarafından sahiplenilerek taşınması gerekiyor. Bu çabanın iki ayağı var: ideoloji ve kadro.

İdeolojik açıdan, öncelikle Kemalizm’in bir alternatif oluşturamayacağının idrak edilmesi lazım. İkinci olarak modernliğin yıprandığı (relativist zihniyetin yönetme kabiliyetini yitirdiği) bir vasatta, alternatif siyasetin bir biçimde demokrat zihniyete yaslanması gerek. 

İktidarın anti-demokratlığı muhalefeti kendiliğinden demokrat yapmıyor. Muhalefetin önünde uzun bir ‘demokratlık’ listesi var: Toplumların kendi ‘öznel’ doğrularını ürettiğini, toplum değiştikçe bu doğruların da değişeceğini, (dolayısıyla örneğin Anayasa’da ‘değiştirilemez’ madde olamayacağını), bu değişimin ülkenin ‘sahibini’ de sürekli olarak yeniden tanımlayacağını, bunun çoğulcu, eşitlikçi ve özgürlükçü bir kimlik ve kamusal alan ima ettiğini (dolayısıyla örneğin Anayasa’da ‘Türk’ün hem üst hem alt kimlik olamayacağını), farklılıklar arasında konsensüs aramayı, her alanda katılım ve ikna mekanizmalarını kurumsallaştırmayı, karar mekanizmalarını yatay ve şeffaf kılmayı, devlet sırrı kavramını olabildiğince daraltmayı, devletin bizatihi prestij ve dokunulmazlığını sorgulamayı, yereli güçlendiren bir yönetim sistemini, tüm ideolojilerden özgürleşmiş bir eğitim anlayışını içselleştirmesi lazım. 

Bu farklı toplumsal talep, tercih ve beklentilere cevap verebilen, kendi içinde tutarlı bir yeni Anayasa tasavvuru demek. Muhtemelen hukuk sisteminin Anayasa Mahkemesi’nin yaklaşımından hareketle, yukardan aşağı ‘evrensel’ ilkeler temelinde yeniden tasarlanması, yargının devletten özgürleşmesi, üzerindeki nüfuz baskısını deşifre edecek şekilde korunması demek.  

Kısacası muhalefetin bugünün dünyasında, hızla değişen toplumun da desteğiyle ülkeyi ‘nereye’ götürmek istediğinin açık seçik görülmesi demek. Çünkü rakibiniz, yani iktidar bunu yaptı ve siyasi/ideolojik pozisyonunu her geçen gün hem teorik olarak geliştiriyor hem de hayata geçiriyor.    

İktidara kalıcı bir alternatif olmanın ve gerçekten farklı bir yönetim anlayışına geçebilmenin koşulları bu… Kolay değil, çünkü muhalefetin alışageldiği rahatlığı bozuyor: Siyasetin, halkın nabzını tutmakla yetinen ve onu esnekliği olmayan ideolojilere mahkum eden bir popülizm olmadığının altını çiziyor. Bugün etrafta Trump ve benzerlerinin olması bizi yanıltmasın. Onlar geçmiş çöktüğü için yükseldiler ve tarihsel açıdan ömürleri muhalefetlerin ne yapacağına bağlı.   

Siyaset tüm dünyada yeni bir entelektüel döneme geçiyor. Çünkü modernliğin sıkıştığı yerde artık yeni bir tasavvura ihtiyaç var. Mantıksal analiz ve Batı’ya ilişkin gözlemler söz konusu tasavvurun giderek demokrat zihniyetten nasipleneceğini gösteriyor. Tabii bu bir ‘kader’ değil… Demokratlık bırakın küresel düzlemi, ülkelerin çoğunluğunda daha çok uzun süre egemen bir zihniyet olmayacak. Her ülke kendi ‘kaderini’ çizecek ve ilginç şekilde bunu muhalefetin entelektüel derinliği ve cesareti belirleyecek. 

Dolayısıyla eğer muhalefet bu ‘tarihsel misyonu’ ıskalarsa, Türkiye gibi ülkelerin çok uzun bir dönem için ataerkil zihniyetten beslenen ideolojiler tarafından dizayn edilmesi muhtemel. Eğer muhalefet bir silkinme yaşamaz ise, Yeni İttihatçılık gerçekten de bu ülkenin önümüzdeki ‘Yüzyılı’ olabilir. 

Soru, böylesi bir değişimin Türkiye’deki muhalefet veri alındığında ne denli gerçekçi olduğu… İlk bakışta gerçekçi gözükmediğini teslim etmek lazım. Muhalefet ne ideoloji ne siyasi kültür ne entelektüel vasıf ne insan tipolojisi açısından, böyle bir çabanın altından kalkabilir izlenimi vermiyor. 

Ama ‘liderlik’ tam da bu gibi durumlarda anlamlı bir ihtiyaç. Liderler kendi duruşları ve söylemleriyle yeni bir dönemin habercisi olabilir ve topluma bu noktadan geri adım atmayacağının sözünü verebilir. İkinci adım söz konusu değişimin salt liderle gerçekleşmeyeceğinin bilincinde olmaktır. Muhalefetin yeni bir kadrolaşmaya ihtiyacı var ve bu ‘yeni’ insanlar demokrat zihniyetin ‘doğal’ taşıyıcıları olmalı. Yani kendisini ‘demokrat’ addeden değil, her olayda (mesela gazeteci soru sorduğunda) refleks olarak demokrat tutum alan insanlar. 

Muhalefetin bu kadroları öne çıkarması, görünür kılması, onlara hareket alanı vermesi, liderlerin de bu yönde teşkilatları ikna etmesi gerekiyor. Dolayısıyla mesele tepede yalnızlaşmış, ana bloktan kopuk bir dizi ‘aydın’ üretmek değil, tepeden aşağı doğru kılcal damarlara işleyen yeni bir ‘siyaset’ ve ‘siyasetçi’ türü yaratmak. Böylece il ve ilçe teşkilatlarına siyaset hevesi, enerjisi aşılamak ve onların yaratıcılığını harekete geçirmek. 

Açıktır ki liderlerin en ufak yalpalaması, yeni kadroları oluştururken eski hesaplara takılıp kalması olayı sulandıracak ve toplum bunu görecektir. Öte yandan bu süreçte birçok kişi bu stratejiyle seçim kazanılamayacağını tekrarlayıp duracaktır… Ama ülke için yararlı olacak kalıcı bir dönüşüm, bu seçimin gerektirdiği popülizme mahkum olmamayı gerektiriyor. Çünkü popülizmle seçim kazandığınızda devleti ve devlet-vatandaş ilişkisini dönüştüremezsiniz. İktidarda yozlaşan bir başka hükümet olursunuz. 

Bence ülkenin ihtiyacı şöyle diyebilen bir muhalefet: ‘Seçim kazanacak olsam da olmasam da benim ‘doğru’ siyasetim bu ve bu siyasetle seçimi kazanacağıma, kazanamazsam bile ülkeyi dönüştüreceğime inanıyorum.’ 

Üç günlük bu kısa yazı dizisi, iktidar ile muhalefet arasındaki büyük asimetriyi ortaya koymuş olmalı. Sadece zihniyet ve ideoloji açısından değil, hedeflerin ve stratejilerin berraklığı, siyasi tasarrufların ardına konmuş olan irade, büyük resmin değerlendirilmesi, gerçekçi yol haritaları açısından iktidar çok önde. İktidarın vasatlığı ve ‘yanlışlarına’ bakarak kaybedeceğini ummak, bununla yetinmek, herhalde makbul bir siyaset olamaz. 

Muhalefetin toplum nezdinde ‘alternatif’ olabilecek, tutarlı ve gerçekçi bir ülke ve gelecek tasavvuru üretmesi lazım. Bu da Kemalizm’i ‘unutmayı’, tarihsel ve ideolojik ayak bağlarından sıyrılmayı, demokratlığı temel alan, belki onu toplumun sosyal ve zihni dokusuna göre az çok ‘melezleştiren’ bir yeni güzergahı (önce sindirerek) topluma sunmayı gerektiriyor.

Siyaset temelde bir ‘davettir’… İktidarın bizi nereye davet ettiğini biliyoruz. Muhalefetinkini de bilsek iyi olur.   

- Advertisment -