Teoman, sadece Cihangir’in ara sokaklarında, biraz alkol almış halde, magazincilerin peşinden koştuğu ya da “müziği bırakıyorum” çıkışlarıyla gündeme gelen bir şarkıcı değil, Türkiye’de laik ya da dindar fark etmeksizin her kesimden insanın şarkılarını keyifle dinlediği, toplumsal sorunları kendisine göre kendine dert edinmiş, Boğaziçi Üniversitesi sosyoloji bölümü mezunu, siyasi sanılan ancak toplumsal yönü daha ağır olan çıkışları ile gündeme gelen bir isim.
2023 yılı, bir süredir “olgunluk” dönemini yaşayan ve daha fazla dinginlik istediği bir zamanda olan Teoman için zor geçti zira yaptığı açıklamalar sonrası önce muhafazakar sonra da laik kesim tarafından linç edildi.
Son genel seçimlerden önce “laiklik” ve “güzel olacak” vurgusuyla tercihini Kemal Kılıçdaroğlu’ndan yana yapacağını ima eden Teoman, iktidar seçmeni tarafından hedef alındı. Seçimden birkaç ay sonra ise son şarkısını muhafazakar kesimin takdir ettiği Necip Fazıl Kısakürek’e adadı ve Necip Fazıl’ın Sakarya şiirindeki “Kendi vatanında parya” sözlerini de şarkısına ismi olarak seçti, bu durumda da laik kesim tarafından tabir yerindeyse sağlam dövüldü.
Bu gelişmelerin etkisiyle Teoman, Fatih Altaylı’nın Youtube kanalına konuk oldu, kendisini ifade etme fırsatı buldu, izleyenler ya da izleyecek olanlar görecektir ki, Teoman, 55 yaşına gelmiş, olgunluk dönemini yaşadığı bir zamanda, sanatçı duyarlılığını da buna eklersek, sevdiği, yaşadığı ülkenin gençlerine kendi tecrübelerinden yola çıkarak “kavgayı bırakalım” demek istemiş.
Türkiye gibi bir yerde en korkulası durum zannediyorum ”kavgayı bırakalım” teklifidir. Çünkü ülkede aşırı derecede politize olmuş kesimler için kavga varlık sebebi, yaşam biçimi. Her gün birileri mutlaka bir şeyi korumak için savaş meydanına koşuyor. Oysa ortada ne düşman var ne de korunması gereken, tehlikede olan bir şey var. Ama kavgayı bırakma düşüncesi bile intihar etmekle neredeyse aynı anlama geliyor. Şu durumda Teoman, eksi ve artı gibi iki farklı şey söylememiş olsa bile kavgayı bırakalım demekle okları üzerine çekecekti, çünkü Türkiye’de sulh gibi bir ihtiyaç sosyal, tarihi, siyasi kodlar nedeniyle yenilgi gibi anlaşılıyor. Dolayısıyla ülkede ideal olan “öpüşün barışın, mutlu yaşayın” sloganı değil “savaşın çarpışın da nasıl yaşarsanız yaşayın” anlayışı yerleşik halde.
Laik kesimden gelen, laik bir yaşam biçimini benimseyen biri olarak ne Necip Fazıl, ne Nazım Hikmet diyebilen, laik kesimleri, sol kesimleri eleştiren aynı zamanda muhafazakarların da hatalarını sıralayan, gençler için bir miktar endişe duyan bir şarkıcının, iyi müzik yapan bir adamın linç edilmemesi gerekir ancak bizde bu durum açık cepheleri kapatmak yerine yeni cepheler açmakla sonuçlanıyor. Ve linç ekibi sadece muhafazakar kesimden çıkmıyor, laik kesimden de çıkıyor
Teoman, hem laik hem de dindar kesimlerin birbirlerine tepeden baktığını bunun sonucunda da “bana tepeden baktın” kavgasının bitmediğini, böyle giderse bitmeyeceğini ama sonuçta bu kör dövüşünün bu ülkeye hiçbir şey vermeyeceğini söylüyor. Güzel de bir örnek veriyor; Boğaziçi Üniversitesi, bu ülkede bana muhafazakar kesimlerin yaşadığı zorlukları öğreten yerdi ama gelin görün ki Boğaziçi muhafazakarlar tarafından zarar gördü.
Sadece Teoman için değil ülkenin huzurunu önemseyen herkes için geçerli bir durum var; ülkede kavga tamamıyla bitip tüm ülke çiçek bahçesine dönmeyecek ancak bir nebze frene basmak zorunda olduğumuz bir dönemdeyiz ve bu fren hepimize iyi gelecek. Bunu düşünmek için Teoman gibi albümü milyonlar satmış bir sanatçı, raflar dolusu kitaplar okumuş bir entelektüel, tekamülünü tamamlamış bir aydın, tuzu kuru bir patron, yaşını başını almış olgun bir insan olmanıza gerek yok.
İnsanın sadece kendisine ve içinde yaşadığı dünyasına derinlemesine bakması kafi. Daha net ifade etmek gerekirse, kendisine verilen hayatı dilediği gibi yaşayamasa da dilediklerine yaklaşabilmek, bir nebze iç huzur edinmek yeterli. Bu sağlandığında tümüyle olmasa da bir nebze dahi tatmin olmuş insan ruhu, kavgaya gerek duymuyor, kolayca cepheye sürülmüyor, linçlere girişmiyor, öfkenin zararına karşı kendisini de çevresini de korumanın yollarına dikkat kesiliyor. Zaten bu nedenle de, neredeyse her kesim kendi cephesine toplumdan kolayca gönüllü neferler taşıyabilmek için ülke insanına eksik hayatlar dayatıyor.
Türkiye’de siyaset ve toplumsal geleneklerin örtüştüğü, bu şekilde meç edildiği için de sağlamlaşmış “başkasının hayatını şekillendirme ya da o hayatı kendisinin olmadığı halde yaşamaya kalkanlar” gibi ciddi ama pek de görülmeyen bir problem var.
İlk olarak ailelerimizin müdahaleciliğiyle alıştırılıyoruz hayatlarımıza müdahale edilmesine, öfkeleniyoruz ama hem aile kurumu baskın ve hem de ekonomik problemler nedeniyle kendimize alternatif bir yaşam seçemiyoruz. Sonra mutlaka bir siyasi fikre, bir ideolojiye sarılıyoruz, bir şekilde nefes almak için ama orası da konforlu ve ferah değil az kıpırdandığımızda aidiyet duyduğumuz ideolojik ailemizin “haini” oluyoruz.
Biraz daha öfkeleniyoruz. Bir kaçış umuduyla, gerçekten evlenip evlenmek istediğimizi bilmeden evlilik kurumu altında bize müdahale edilmeyecek bir alan bulacağımızı sanıyoruz ama evlilik özgürleşeceğin değil sorumluluk altına gireceğin bir alan, bununla yüzleştiğimizde o kaçış planı evlilik de bir başka “demirkafes” oluyor bize, biraz daha öfkeleniyoruz. Bir bakıyoruz yaş 35’i geçmiş, yapılması gereken ama yapılmamış ne varsa yapılmak üzere bekliyor, önümüzde yaşanması gereken ama yaşanmamış bir hayat var, lakin kendimize sıra yine gelmiyor; anne babamızdan farklı değiliz yaşamlarına kolayca müdahale edebileceğimiz çocuklar yetiştiriyoruz, buradaki fazla mesainin verdiği yorgunlukla biraz daha öfkeleniyoruz. O ara yaş 50’ye dayanmış, hala kendimiz için ruhumuzu tatmin edecek bir fırsat bulamamışız. Bu kadar öfke bir yerde sabit durmaz, öfkenin tabiatına aykırı…
Kendimiz olduğumuz, buna bağlı olarak güçlü hissettiğimiz tek yer cephe, daha 17’deyken de oradayız, dizlerimiz tutmamaya başladığında da… ilk kez bizi biz yapan bir şeyle karşılaşıyoruz, kendimizi, kendimize karşı olanların karşısında var hissedebiliyoruz ancak… bu cephe ve savaşmak bize iyi geliyor, öfkemizi en saçma ve hatta utanılası biçimde de olsa bir yere boşaltıyor olmanın rahatlığını hissediyoruz, birçoğu kendimize olan öfkemizi düşman belletilen tarafa boşalttıkça rahatlıyoruz.
Kendini suçlamak yok, suçlanmak yok, kınanmak yok, yargılanmak yok, acı çekmek yok, hiç olmadığımız kadar güçlüyüz! Hem bir de yalnız değiliz, cephe arkadaşlarımızın bir parçasıyız, kutlu davanın neferi… birileri bizi takdir ediyor; ezanların susmadı, Türkiye laikti laik kaldı, hepsini biz yaptık!
Ama aslında olan şu; kendimizi bize hizmet etmesi gereken ama kendilerine hizmet ettiğimiz kişi, kurum ve ideolojilere; çoğu bir bilgisayar oyunu kadar bile gerçek olmayan savaşlara hiç farkında olmadan kurban ettik, yaşamlarımızı yaşanmamak üzere bağışladık. Sakarya gibiyiz artık, ayağa kalkamıyoruz.
Bizlere, yaşanması gereken bir hayat veriliyor, eğer o hayatı hataları, günahları dahil yaşarsak kendimiz olabiliyor, iç huzuru bulabiliyoruz. Yaşanmamış her hayat öylesine bir cephede, öylesine feda edilebilecek bir şey muamelesi görecek kadar değersizleştiriliyor ama bizler ulvi bir davanın neferi olduğumuzda inandırıldığımızdan bizim yaşamamız gereken hayatları, başkalarına teslim ettiğimizin bile farkında değiliz.
Bu, kendi yaşamında, kendi yurdunda parya olmak değildir de nedir?