Dünya üzerinde homojen bir toplum yoktur; her toplum az ya da çok farklılıklardan müteşekkildir. Farklılar türlü nedenlerden kaynaklanabilir, mesela sosyo-ekonomik şartlar zemininde doğabilir. Keza dinsel, etnik, kültürel, dilsel ve benzeri özelliklerden ötürü de ortaya çıkabilir. Hülasa bir toplumda farklı kimliklerin, farklı kesimlerin, farklı düşüncelerin, farklı yaşam tarzlarının olması kaçınılmazdır; farklılık her toplumun kaderinde vardır.
Elbette bu farklılıklar birtakım uzlaşmazlıklara ve çatışmalara neden olabilir, toplumsal hayatın içinde bazı sıkıntılı haller yaratabilir. Normaldir; burada üzerinden durulması gereken temel nokta; sosyal yapıdaki farklılıklardan doğan sorunların nasıl giderileceği, birbirinden ayrı menfaat ve tahayyüllerin peşinde koşan insanların birlikte yaşamlarının nasıl sağlanacağıdır.
Tarihsel tecrübe, bu soruna cevap babında, önümüze iki yol çıkarır: İlki, farklıların tanınması ve onların hak ve hürriyetlerinin etkin kılınmasıdır. İnsanlar herhangi bir hususiyetlerinden ötürü toplumun çoğunluğundan veya geri kalanından farklı olabilirler; bu farklılık onların hak ve hürriyetlere sahip olmasında bir ayrımcılığa neden olmaz, olamaz. Farklı olduğu, farklı düşündüğü veya farklı davrandığı için bir bireyin ya da grubun toplumdan dışlanması ya da gayri-hukuki bir muameleye tabi tutulması, sosyal dokuyu tahrip eder. Sivil barış, ancak farklı olma hakkının tanınmasıyla gerçekleştirilebilir.
İkincisi ise, farklılıkları bastırmak, onları sun’i bir tekliğe zorlamaktır. Bu anlayış dinsel, dilsel, kültürel, etnik, mezhebi ya da fikri her türlü farklılığa, bir tehdit olarak bakar. Kendisi ve kendisine yakın olanların haricindekileri elden geldiğince baskı altına almaya uğraşır. Tabiatıyla farklılıkların tümüyle tasfiye edilmesi mümkün olmaz ama bu yolun yolcularınca farklılıkların kamusal alanda temsilini engellemek, tesirini kırmak, görünmelerini ve duyulmalarını engellemek için azami bir gayret sarf edilir.
Çoğulculuğa ve farklılığa tahammülsüz toplum
Türkiye, genellikle bu yollardan ikincisini tercih etmiştir. En başından beri uniform bir toplum inşa etmek ana gayesi olageldiğinden, devletin başı farklılıklarla hiç hoş olmamıştır. Devlet iktidarını elinde tutanlar, kendi çizgilerini başkalarına dayatmış, herkesi hizaya sokmaya çalışmış, farklı ve tehlikeli gördüklerinin üzerinden baskı ve şiddetini esirgememiştir.
Lakin mesele salt devletle sınırlı değildir; Türkiye’de yalnızca devlet katında değil, toplum katında da farklılığa ve çoğulculuğa tahammülsüzlük var. Bu da insanların bireysel ve toplumsal düzlemde haklarını teneffüs etmelerini engelliyor, hak ve hürriyetlere dayalı bir toplumsal düzeni imkânsız kılıyor.
Bir ülkede bir hak ve hürriyet atmosferinin varlığı, toplumun çoğulculuğu ve farklığı kabulünü gerektirir. Aksi bir tavır, o ülkede hakların ihlal edilmesinin kapsını ardına kadar açar. Bireylerin hak ve hürriyetlerini kullanabilmeleri için, elbette, devletin bunları tanıması ve korumak için çaba göstermesi gereklidir. Ancak tek başına bu yetmez; toplumsal kesimlerde de kendilerinin ve başkalarının hak ve hürriyetlerine karşı bir duyarlılığın olması icap eder.
Maalesef, Türkiye’de böyle bir duyarlılık son derece zayıftır. Hemen her kesimde, kendisi için hak gördüğünü başkası için günah sayma eğilimi çok güçlüdür. Kendisi söz konusu olduğunda hakperest kesilenler, sıra başkasına geldiğinde mutlak yasakçı bir kimliğe girmekte bir beis görmüyorlar. Kendilerinin bir hakkı çiğnendiğinde ya da kötü bir muameleye maruz kaldıklarında haklı olarak yeri göğü inletenler, aynı durum başkalarının başına geldiğinde hemen bu hak ihlalini ya da kötü muameleyi savunmaya soyunurlar.
Yumruklar ve değişen roller
O nedenle Türkiye, çifte standartlarla yaşar. Misal olsun diye, biri 2019’da diğeri 2024’te yaşanan iki hadiseye iktidar ve muhalefetin verdiği tepkileri karşılaştırın. 2019’da Kemal Kılıçdaroğlu Ankara-Çubuk’ta saldırıya uğradığında ve linç edilmekten zor kurtulduğunda, iktidar cenahı, bu saldırıyı meşrulaştırmak için seferber olmuştu. İktidar, saldırgan Osman Sarıgün’ü “babacan, sempatik ve eli öpülesi bir şahıs” olarak resmederken muhalefet saldırıyı ve saldırganı hakka, hukuka ve özgürlüklere dayanarak lanetlemişti.
2024’ün ilk gününde Filistin’e destek için düzenlenen mitingden dönen İsmail Aydemir’e elinde taşıdığı yeşil bayrak nedeniyle üniversite öğrencisi Ege Akersoy yumruk attığında ise roller değişti. Hak ve hukuk bayrağı bu kez iktidarın elinde sallanırken, muhalefet kendini yumruk atanla özdeşleştirip hukukla bağını kesti. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, her türlü hukuki desteği vereceklerini belirterek saldırganın müdafiliğini üstlendi. İstanbul ve Ankara Baroları, varlık sebeplerini inkâr edercesine, mağdurun değil saldırganın arkasında durdular. Serseri bir yumruktan, bir Cumhuriyet’i ve laikliği savunma destanı çıkarmaya uğraştılar.
Velhasıl burası, kendine Müslümanların ülkesi! Maalesef, başkasının hak sahibi olduğunu teslim etmek ve hukukuna saygı göstermek, bizde pek rastlanan bir haslet değil. Farklı olanların özgürlüğünden korkuyor ve seslerini boğmak için türlü vasıtalara başvuruyoruz. İğne bize battığında hakkı haykırıyor ama başkalarına battığında oh çekiyoruz. Bir sorumluluk etiği geliştirmek gibi bir dert taşımıyor, aksine nalıncı keseri gibi hep kendimize yontuyoruz.
Memleketin, hak ve hukuk sahasında bir türlü selamete çıkamamasının, gerçek bir “hukuk devleti” ve “demokratik devlet” olamamasının asıl sebebi de bu.