“Kesilmiş bir kol gibiydi /Omuz başımızda boşluğun”… Nâzım Hikmet’in bu dizeleri, yıllar önce çok yakın bir arkadaşımın ölümüyle gelmişti bana. Yokluğunu yaşayarak idrak edince, birden bire… Nâzım’ın o şiirinin adı “Hoş geldin” olsa da, öyle başlasa da… Aralarına, “dava”ya yeniden dönen bir arkadaşı çağrıştırsa da, öyle.
“En yakın”ların yokluğu, boşluğuyla “yen”i sallanan, sonra düğümlenen kesik bir kol gibi. “Soy ağacı”nın dallarından biri kırılıyor. Her anlamda, bir tür uzuv kaybı. Sözlük anlamıyla, vücudu, ondan öte bir hayatı meydana getiren, hatta o “vücut”ta, o yaşamda belli görevleri, işlevleri de olan parçalardan biri.
Artık yoksa… Birlikte yaptığın şeylerde çolak, birlikte gittiğin yerlerde topal, hatıralarında yalnız kalıyorsun. Tanıksız da… De ki hepsi “yalan” hatıralar. Yıllar geçince anıları “hikâye” yapan unsurları unutman, “uydurman”, öyle yakıştırman bile muhtemel.
Hevesle “Hatırlıyor musun…” diyeceğin, “Adı Vasfiye’ydi, değil mi?” diye soracağın insanların azalıyor. Hafıza eksiliyor. Tutarsızlığı, istikrarsızlığı, tereddüdün bunadığından değil bundan. “Sağlaması”, mikyası yok.
Hayalet uzvun sızısı
Ağrısı, sızısıyla da “hayalet uzuv”. Hani yoktur artık ama türlü vesilelerle yahut bir anda var gibi hissedersin: “Beynin bir uzvun, bir organın yokluğuna direnişi”… Özdeşleşmişsin onunla, bir olmuşsun.
Çekilen dişim ağrıyor ara sıra. Dilimle yokluyorum elimde olmadan. Boş… Ağrısı daha derinden. İçerlerden… Çaresi, ilacı yok ama katlanılmaz değil. Geçiyor kendiliğinden…
Bazı hatıraların adı o; o ânı “harika bir hikâye”, “unutulmaz bir anı” yapan da… O hatırana eşlik eden mevsim hâlleri, “mahalle”, bir mekân, bir eşya, bir kelime, bir lezzet, bir koku, bir ses, şarkı, bir “şey” onu getiriyor birden bire. Mekân, eşya, şarkı; bunların hepsi bazen nasıl hatıra oluyorsa, bazen de anıların bunlar oluyor.
O zaman Nâzım Hikmet’in şiirindeki “Hoş geldin” de geliyor, neyse ki: “Hoş geldin, bak bir anda akla, gönüllere, arkadaşlarının, dostlarının masasına neler neler getirdin, nelerle döndün yeniden hayata!” Hayaletlere inanmadığın gibi ölümden sonra hayata, onun hiçbir biçimine inanmıyorsan tek “dönüş” de o. Varsa, teselli de belki.
Aradaki buğulu camlar
Yakından ölümlerde ölümle arana koyduğun mesafe, ördüğün duvarlar da etkileniyor olmalı. Donanımına göre… Üç yıl önce, 12 Haziran 2022’de Serbestiyet’te yayınlanan “Öldüğümü haber vermek için aradım” yazımda değinmiştim bu yakışıksız, sancısı kendine dönen meseleye. O bölümünü iliştirmek istiyorum yazıma.
Ölümle aramızda dışarıdan buğulu camlar var. Eskiden içerideki ölümcül hengâme, o an ortaya çıkan savunmasız sahneler ölümlülere görünmesin diye camları kirli beyaz yağlıboyayla kabaca sıvanan acil servisler, ambulanslar gibi…
O kalın buğu görüşü kapasa da, camın arkasındaki ölümü düşünmene engel değil. Abartmazsan dermansız dert de değil bir bakıma. O boyayı biraz kazıyıp “göz deliği” açanların patolojisi bir yana… Bazen camın dışarıdan buğusunu içerden ovalamaya, silmeye çabalaman bile çoğu zaman sıradan bir deliliğin alt edilebilir, geçiştirilebilir emareleri.
Çocukluğun ölüm oyunları
Çocukken ölüm bir oyun zaten. “Sen öldün, sen yandın çık”, “Canın kalmadı”yla yenildiğin bir sürü oyun… “Ölümü gör, ölümü öp” yeminleri de ne çoktu çocukluğumuzda. Daha çok kızların dilindeydi diye hatırlıyorum. “Uyuyan Güzel, Pamuk Prenses etkisi” mi acaba…
Biz pek ölümüzü öptürmüyoruz. Bacak kadar çocukken de “erkek”iz zira. “Namussuzum, şerefsizim” babından “erkek” yeminler var, ölümden beter. Bazısının sonundaki “ki”si, “gereklilik kip”i, sözleşmesi küfürlü… İstisnası belki “Annemin-babamın ölüsünü öpeyim ki…”
Çocukken, gençken kendi ölümümüzden -bir şekilde- azade, sadece vakti bizden önce gelecek sevdiklerimizi, büyüklerimizi kaybetme korkusuyla yaşamışız. Başkalarının ölümüne, o endişeye odaklanmak, kaygılanmak kendi ölümümüzü sonralara bırakmış. Uzun bir zaman sonra olması -ayıp, yakışıksız bir sırrı saklar gibi- beklenen, o uzak belirsizliğe…
Tahtaya tık tık trampet
Büyünce de o buğulu camlar onu her an “görmeni”, iliklerine kadar hissetmeni, hayatının tüm okumalarını ölümlü olma bilgisi üzerinden yapmanı önleyebiliyor zaten. Yanı başında cami, kabristan yoksa, seni her gün uyandıran cep telefonu alarmı “Her fani ölümü tadacaktır, sen de öleceksin” diye seslenmiyor yani.
O sayede ömrünün önemli bir bölümü “Henüz çok erken”le geçiyor, son dilimleri de “Az daha zaman var moruk”la… Gittiği yere kadar. Zira ölümle aranda o buzlu cam var. Hele ölüm olunca mesele… Bünyende gerçeklerden kaçma refleksi, itiyadı, zihninde bâtıl kalkanların, parmaklarında tahtalara tık tık trampetler, dilinde -tedbiren- “ölümsüz dualar” var.
Öyle olduğu için ağır anksiyetelerin, melankolik zelzelelerin, hatta majör depresyonların uzağında kalıyorsun. “Bu akşam ölürüm beni kimse tutamaz” figanı, nakaratına hoplaya zıplaya katıldığın, iki yana -neredeyse- keyifle sallandığın bir nağme gibi uzaktan yansıyor sana.
Ölüm değil acıtan…
Aranda o buğu varken ölümün “Ben varken o yok, o varken ben yokum” kadar basit. Olur a, tam o an öleceğini sezsen bile senden geriye kalan nida; “Usulca bir ah, ölüyorum eyvah”.
Yakınımıza, can evimize isabet eden ölümlerde ise tablo değişiyor. Kendi ölümümüzün ardından düşünemeyeceğimiz, artık yaşamadığımız için -şükür ki- hissedemeyeceğimiz duygular üşüşüyor başımıza.
Gidenle bir, birlikte olduğun, sana birçok şeyin onu hatırlattığı koca bir hayatın yüküyle ağır. Yaşamın… Ölüm değil onsuz yaşam acıtıyor. Kendi ölümüne tanık olamayan insanın, hayatının bir parçasının ölümüne tanık olması… Ölümü ölünce değil orada, o “masa”da “fânî” kalınca tadıyorsun.
40 mum, kırk kırık küp
Yakından, “yol”daş, yaşdaş kayıplarda o kalın buğu çözülüyor, sis kalkıyor, bir anda açılan perde ölümle yüz yüze getiriyor insanı. O mutlak yokluk, hayatında yarattığı tarifsiz boşluk anlatıyor, hatırlatıyor ölümü. Ne menemini… “İşte böyle bir şey” diyor. Yok…luk… Belki en insanî deyişi, naif sitemiyle bir de “Yani benim gözlerimin bunca yıl gördükleri, /Bir gün benimle birlikte /Yok olup gidecekler öyle mi?”
İlk anlarda aldığın darbe dayanılmaz. Ama yazılımın öyle darbelere bile mukavim, öyle yüklenmiş. Sonra terapik hikâyelerin var. Birini kaybettiğinde yüreğinde 40 mum yanıyormuş, ateşi kavuruyor içini… Her gün birisi sönüyor sonra. Zaman geçiyor sadece bir tane, 40. mum kalıyor geriye. Hiç sönmüyor, onu ömür boyu hatırlaman için.
Çocukken güle oynaya söylediğin “kırk küp, kırkının da kulpu kırık kara küp” tekerlemesi bu mevzuda gelmiyor aklına. Ölümle başa çıkmak için yazılan, dilden dile dolaşan o kadar çok hikâye var ki, seçiyorsun içinden sana merhem olanı.
O rüzgârla çarpan kapılar
Hatıralarda arıyor, buluyorsun onu. Geliyor, o toplayıp getiriyor esasında. Türlü türlü anıların kapısı ardına kadar açılıyor; bir gülüş, bir bakış, bir mevsim, bir “çağ”, bir eşya, bir tat, bir koku, bazen ağıt, bazen hüznü hoş bir nakarat olan bir şarkı kılığında. Varsa, kaldıysa o hikâyelerin, hatıraların paydaşları, birlikte terennüm, sanki meyhane mûsikîsi: “Birlikte ne rakılar içtik değil mi?”
Her türlü giriyorsun içeri o kapıdan. O hatıraları getiren rüzgârla çarpıyor kapı. Metin Altıok’un “üçlük”leri misâli: “Sen aklıma düşünce bir rüzgar /Duyarım dolar içime /Ve göğsümde bir pencere hızla çarpar.”
“Nasıl olan Ruhi Bey”
O hatıralar bazen “ne çare”, bazen “çare”. Hem bozuyor, hem onarıyor bünyeni belki. Kapı ardına kadar açık, doluyor içeri. Açılan kapanan kapılarla yıllar geçiyor. Hatıralar gibi birikiyor yıllar, üst üste yığılıyor üstüne… “Bugün gibi” dediğin hatıralar, “dün”ü de kadim, uzun bir tarihin sıradan ifadesi yapıyor.
“Yakınının ölümü”ndeki “yakın” da artık zaman, mesafe birimi… Ölüm de. “Yatkın” da ilişir belki mânâsına. Tartarsın kendini… Bu nasıl terazi dersin, kefeleri yaşama da, ölüme de yatkın. Herkes sorar sana artık: “Nasılsın, sen nasılsın?” “Nasıl olan Ruhi Bey” misali kalırsın. “Sardunya tadında”…
O adsız “ölüm çağı”

Yaşıtın oluyor bir şekilde kovduğun, hayatından bir yolla kovalamaya çalıştığın ölümler. Zamanın mevsimi… Kapılar, “göğsündeki pencereler” acı haberlerle çarpıyor. Peş peşe… İstatistikler, fânîler menzili ne kadar uzatsa da zamanı geliyor. Görüyorsun, anlıyorsun… Çocukluk, gençlik, yetişkinlik, -şanslıysan ve şans denirse- ihtiyarlık çağına eklenen ama adı öyle konmayan “ölüm çağı”.
Ezberletiyor ölümü. Her şeklini… “Her ölüm erkendir”ini, “Yine de erken”ini, “Durup dururken”ini, “Çekmedi”sini, “Kurtuldu”sunu, çaresizini-çare olanını, beklenenini-beklenmeyenini. Metin Altıok gibi “ölüme küçük adıyla sesleniyorsun”. Resim: Sedat İnce (Cos).
“Yap-boz” ömrün mezartaşları
Yaş icabı, devir icabı, ülke icabı daha mı çok konuşuluyor ölüm? Eskiden de konuşurduk elbet de, bir “mevzu”, yaşam gibi derin bir “mesele” olarak. Ölümlülüğü mesela… Ölümün adını, abidelerini de konuşmuşuzdur gençken. Yani bir tür “ölümsüzlüğü”…
Başkalarının üzerinden ölümlerden ölüm beğendiğimiz anlar, hatta ölümün kutsandığı zamanlar da olmuştur. Yazık ki… “Cihat” filan olmasa da, “Ölüm nereden gelirse gelsin hoş geldi, safa geldi”yle misal. Ne güzel, ne yakışıklı ölüm değil mi!
“Mezarıma şöyle yazın”a kadar varmıştır kiminde. “Hazırda dursun” diye önceden yaptırsan, kim bilir kaç mezartaşı “yap-boz” ömründe. Hepsi müsvedde…
Ölümle sosyalleşmek…
Eskinin “Ölüm İlanları”, o şablon “Vefat”lar, soy ağaçlı “Acı kaybımız”lar, standart “rahmet”ler, kara puntolu “Başsağlığı” başlıkları “meraklısı” değilsen gazetelerin göz ucuyla baktığın sayfaları. Çeyrek, yarım, tam sayfa bazısı… Aralara ilişen küçük, kara kutularda “Bir garip ölmüş diyeler”. “Üç günden sonra” duymasınlar bari.
Bugün “sosyal medya”… En yakışıksız, münasebetsiz hâliyle bazen “ölümle sosyalleşme”. Kimi başkasının ölümünden pay, hatta olumlu-olumsuz bir tür itibar çıkarma. Yorumlar da zamâne… Ölümün, başsağlığının “mezhep”ine göre tercümesi de. Meraklısının, geçimsizinin vasiyeti bile vardır belki: “Beni ne nurlar, ne ışıklar içinde yatırın, öylece bırakın yeter.”
Vefat bile ettirmiyorlar
Yine ölümüyle de ölümün (de) şairi Altıok’tan dizelerle, “Eskiden insanlar vefat ederdi. /Ölümü ölerek ilk kez Ataç getirdi /Artık kimi ölürken, kimi vefat ediyor; /Yani önümüzde bir seçenek belirdi.”
Artık o seçenek de “umumî” değil. Geçen pazar yayınlanan yazıma sızı olan Sırrı Süreyya Önder misâli “vefat” bile ettirmiyorlar insanı. Sosyal medyada o “dengeli” kelime bile esirgeniyor “öteki”nden. “Vefat” yerine “Ve fakat…”. Ölümü yeniden anlamaya, anmaya, “ölüm terbiyesi”ne, “muâşeret”ine hâlâ, bugün bilhassa ihtiyacımız var maalesef.
Rehberdeki telefon numarası
Ölümler teknolojiyle de yüklü, ağır artık. Telefon numaraları duruyor rehberinde. “Aradığınız numara kullanılmamaktadır”ın tokat gibi ifadesi. Kaç kişi silebiliyor, nasıl, ne zaman siliyor, neden silmiyor muamma. Her gördüğünde anmak iyi mi gelir bazısına, yoksa silmeye eli varmaz da görmezden gelmeye mi çalışır.
Ya o insanın, hayat ortağının telefon numarasını, hattını kullanan, muhafaza edenler… O arıyor, ekranda çıkan isim!.. Alışır mısın, ismi değiştirir misin; haddini aşıp “Yapma” diyen çıkar mı ona.
Ölümünü kabullenememek midir, psikolojik, hatta bazısı gaipten öyle “teselli”lerle kabullenmek mi? Her telefonda cız eder mi meftunun yüreği…
Ya gerideki mesajları!
Ya arada o numarayı aramak! Filmlerde onun sesinden kısa mesajları dinleme klişesi… “Klişe” diyebilir mi insan, başına gelirse. Hele attığı mesajlar… Sosyal medya hesapları? Açar açar bakarsın, bakabiliyorsun zira. Yorumlarına da rastlıyorsun; çoğunda tebessüm, kahkaha ikonu.
Ve son mesajının tarihi… O tarih, meğer son mesajıymış! Klavyedeki elleri, kül tablasındaki sigara. Bin türlü anlamı. Ölümünden bir gün önceyse… Birkaç saat!
WhatsApp grupları… “Grup” mu dersin artık onlara? Amatör telsizcilikte, radyoculukta ölen biri için saygı ifadesi olarak “silent key” denilirmiş. Bir anahtarı olmasa da kapanan kapının, kopan hattın, kanalın. Sessiz sitemsiz…
Bâki kalan kubbede…
Bugün belki başlangıcını, zamanını hatırlayamadığımız hikâyelerin, hatıraların bir sonu olduğunu öğrenerek de konuşuyoruz. “Çok sevilirdi” diyoruz bazen. Bazen “Seveni ne kadar çokmuş”… Yakından tanımasak da, öyle bir duyguyla, tanış anamasak da sevenlerine saygıyla. Gıptayla belki; “Böyle anılmak ne güzel”. Gazeli “Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş” olan sohbetler.
Beteri, düşündüğünde bile kafandan kovalamak için her yolla o mevzuyu değiştirmeye, o isimlerden uzak tutmaya çabaladığın yakın ölümler. Başına geldiğinde içinde bir şeylerin hep eksik kaldığı. Bazısı ona borç gibi, bazısı kendine…
YAZI FOTOĞRAFI: Sırrı Göçen. Baloncu…Elinde bir dünya rengârenk balon, sırtında, tişörtünde kurukafa, fırtınaya açık denizin kıyısında, gri gökyüzünün, hayatın anaforunda bir mola. Cep telefonuna bakıyor muhtemelen; hayat ne âlemde.