Kıbrıs Harekatının 48’inci yıldönümü ülkemizde büyük bir sessizlikle iki hafta önce geçti. Kutlama kelimesini kasıtlı olarak kullanmadım çünkü ne Türkiye’de ne de Kuzey Kıbrıs’ta ana akım medyanın dikkatini çekecek herhangi bir faaliyete, demeç veya açıklamaya rastlamadım. Oysa Maraş’ın yerleşime açılacağı ve KKTC’nin bağımsızlığının tanınması için yeni bir seferberlik başlatılacağı iki yıl önce açıklanmıştı. Hatırlatmaya gerek yok. Ne Maraş yerleşime açıldı ne de KKTC’ni herhangi bir devlet tanıdı. Hatta, Ermenistan işgali altındaki topraklarının büyük bölümünün kurtarılması konusunda Türkiye’den vazgeçilmez destek alan Azerbaycan dahi bu yönde herhangi bir adım atmadı.
Basının sessizliği de ilginç. Özellikle bu yıldönümünde epey ses çıkarmasını bekleyeceğim ulusalcı basının demek ki daha önemli öncelikleri vardı ki harekatın yıldönümünü görmezden geldi. Sadece bir ulusalcı ana akım gazetenin en ulusalcı yazarlarından biri konuya bir köşe yazısı ayırmış ve harekattan nerede ise 50 yıl geçtikten sonra Kuzey Kıbrıs’ın mafya ve kumarhane krallarının eline düştüğünü üzüntü ile ve haklı olarak vurgulamıştı.
Aslında harekât gerçekten Kıbrıs’a barış getirmekte başarılı oldu. Bunu kimse inkâr edemez. Özellikle 1956 Süveyş fiyaskosundan sonra Birleşik Krallık Mısır’daki mevcudiyetine son vermek mecburiyetinde kalması üzerine Kıbrıs’ın İngilizler için stratejik değeri büyük ölçüde kaybolmuştu. Kıbrıs’ı hem Süveyş Kanalına yakınlığı hem de o tarihlerde İngiliz toprağı olan Hindistan yolunda önemli bir ara nokta teşkil ettiği için istemişlerdi. İkinci Dünya Savaşından sonra sömürgelerine hızla bağımsızlık veren Birleşik Krallık için Kıbrıs’tan ayrılmanın yollarını aramanın da zamanı gelmişti.
İşte o zaman kavga başladı. O zamana kadar iç içe ve birlikte yaşayan Rumlar ve Türkler arasında amansız bir mücadele başladı. Türklerin Rumların gözünde İngiliz sömürgecilerle iş birliği yapmış olmaları Rumların onlara husumetini daha da arttırıyordu. Kanlı yıllar başladı. Birleşik Krallık, Türkiye ve Yunanistan’ın Türk ve Rumlara danışmadan kendi aralarında müzakere ettikleri bağımsızlık anlaşması ve anayasa her iki toplumu da tatmin etmedi ve adaya istikrar getirmedi.
Sonrası malum. 1960 düzeni 1963’te kanlı Noel ile çöktü. Türkler yerlerinden olup küçük küçük ve birbirinden kopuk mahalle ve köylere sıkışmaya mecbur edildiler. Bu durum 1974’te sona erdi, Kıbrıs iki bölgeye bölündü.
Aslında Harekattan sonra Kıbrıs sorununa kalıcı bir çözüm bulma imkânı vardı. Türk toplumu için en önemli sorun Rumlarla birlikte husumet havası içinde yaşamanın getirdiği güvenliksizlikdi. Nüfus mübadelesi yapılıp da iki taraf etnik bakımdan homojen bir hale geldikten sonra güvenlik meselesi çözülmüştü. Ancak o tarihten itibaren iktidara gelen hiçbir Türk hükümeti Kıbrıs’ta toprak pazarlığı yapmaya yanaşmadı. Şehit kanı verilerek alınan toprak masada verilemez söylemiyle yıllar geçti. Kuzey Kıbrıs’ta ilk önce 1975 yılında bir federe devlet, 1983 yılında bir adım daha ileri gidilerek de bağımsızlık iddiasında olan bir Cumhuriyet ilan edildi. Ancak birkaç ay geçmeden BM Güvenlik Konseyi hala yürürlükte olan tüm ülkeleri bu bağımsızlığı tanımamaya davet eden bir karar aldı. Tüm dünya da bu kararın arkasına saklanarak KKTC’ni ve onun kurumlarını yok farz etmeye devam etti. Bugün Türk takımları dahi Kıbrıs Türk futbol takımlarıyla resmi karşılaşmalarda bulunamıyor, uçaklar doğrudan başka ülkelere uçamıyor vs vs..
Ve tabii bu süre zarfından dünya yerinde durmadı. Avrupa Birliği şekillendi ve genişledi, ilk önce demokrasiye 1974 yılında geri döndükten sonra Yunanistan’ı 1981’de aldı. Soğuk Savaş bitip de Doğu Avrupa ülkeleri AB’ne dahil edilmeye başlayınca da Yunanistan’ın ısrarı üzerine Kıbrıs da bu sürece dahil edildi.
İşler o tarihlerde iyice çatallaştı. Avrupa Birliğinin 4-5 önemli ülkesi Kıbrıs sorunu çözülmeden adanın birliğe katılmasına karşı olduklarını açıkladıktan sonra Türkiye ve Kuzey Kıbrıs’ta çözüme ve Türkiye’nin kendi Avrupa macerasına karşı olan güçler bunu bahane bilerek işi yavaştan almaya başladı. Oysa amaç Annan Planı olarak bilinen kapsamlı çözüm planını Kıbrıs’ın AB’ne Katılma Antlaşmasına dahil etmek, bu suretle de Planın Rumlar tarafından reddedilmesini önlemekti. Zira Rumlar yapılacak referandumda Annan Planını reddetmeye kalktıkları taktirde, bir parçasını teşkil eden Katılma Antlaşmasını da reddetmiş olacaklar ve adanın AB’nin yolunu kesmiş olacaklardı.
Ne yazık ki bu durumu ne Türkiye’yi o tarihlerde yöneten ve ciddi sağlık sorunları yaşayan Başbakan Ecevit, ne de maalesef kendisi de ciddi sağlık sorunlarından geçen ancak yetkilerini devretmek de istemeyen Rauf Denktaş göremediler. Neticede vakit kaybedildi, Türk tarafının çözüm istemediği görüşü pekişti, çözüm olmadan adanın AB’ne girmesine karşı olan ülkeler bu taleplerinden vazgeçtiler ve Kıbrıs’ın Katılma Antlaşması içinde Annan Planı olmaksızın Nisan 2013’te imzalandı. Türkiye uyanıp da Annan Planı üzerinde ciddi çalışmaya başladığında iş işten geçmişti. Rum tarafı adanın tek meşru temsilcisi olarak AB üyeliğini garanti altına almış, Kuzey Kıbrıs Antlaşmada hükümetin iradesinin geçmediği ada toprakları olarak nitelenmiş yani KKTC yine yok farz edilmişti.
Bu durumda Rumların Katılma Antlaşması yürürlüğe girip de AB üyelikleri gerçekleşmeden on beş gün önce yapılan referandumda Annan Planını reddetmeleri şaşırtıcı değildi. İktidarı paylaşmalarını gerektirecek bu planı istememeleri normaldi. Reddetmenin de kendileri için bir bedeli yoktu. Katılma Antlaşması tüm üye ülkeler tarafından onaylanmış, kendileri için bir tehlike kalmamıştı.
Şaşırtıcı olan Rumlar Annan Planını reddedince Türkiye’de sevinenlerin çok olmasıydı. Maalesef Dışişleri Bakanlığının o zamanki ilgili bürokratları burunlarının ötesine geçemeyip bu durumun Kuzey Kıbrıs halkı için ne kadar büyük bir bedele yol açacağını göremediler.
Bugün durum daha da kötüye gitmiştir. AB üyeliğini aldıktan sonra Rumların Türklerle yönetimi paylaşmakta pek bir çıkarı kalmadı. Öyle anlaşılıyor ki Maraş başta olmak üzere Kuzey’de toprak kaybeden Rumlar aradan geçen yıllarda kaybettikleri mülklerini geri almak veya tazmin edilmek için Rum hükümetleri üzerinde çözüm baskısı yapmıyorlar.
Neticede adanın bölünmüşlüğü perçinleşti. Ancak Kuzeyin bağımsızlık hayalleri de boşa çıkıyor. Kendi bağımsızlığını dış bir gücün sayesinde değil, kendi mücadelesiyle kazanan Kosova dahi bu bağımsızlığını tanıtamıyor. Avrupa Birliğinin beş ülkesi (Yunanistan ile Kıbrıs ve bunlara ilaveten İspanya, Romanya, Slovakya) buna karşı çıkıyor. Ayrılmak ve bu ayrılığı kabul ettirmek kolay değil. Bunu Rusya’nın Gürcistan ve Ukrayna topraklarına yaptığı saldırı ve ilhak teşebbüslerinde de gördük. Hatta, Türkiye bile Kırım’ın Rusya tarafından ilhak edilmesini kabul etmiyor.
İlerisi için iyimser olmak mümkün değil. Güvenlik Konseyinin ve AB Komisyonunun son günlerde ayrı ayrı kabul ettikleri metinlerde, çözüm için BM parametrelerine ve Güvenlik Konseyinin ilgili parametrelerine vurgu yapıldı. Yani Türkiye ile KKTC’nin iki yıl önce öne sürdükleri müzakereler için KKTC’nin bağımsızlığının tanınması önkoşulu kimse tarafından kabul edilmiyor.
Önümüzdeki haftalarda Doğu Akdeniz suları tekrar ısınabilir. Yakında faaliyete geçecek ve nedense adı Abdülhamit Han olan yeni araştırma gemimizin Doğu Akdeniz sularında çalışacağı Enerji Bakanı tarafından açıklandı. Bu açıklama gerçekleşirse iki yıl önce yaşadığımız kriz tekerrür edecek, şartlar da değişmediği için tehditler ve yeni yaptırımlar karşısında iktidar daha önce olduğu gibi gerileyecektir. Umarım o noktaya gelmemek için iktidar pek alışık olmadığımız şekilde sağduyu ile hareket edecektir.