20’inci yüzyılın ilk yarısında meydana gelen iki dünya savaşının bıraktığı belki de en kalıcı sonuç, özellikle Avrupa kıtası içindeki göç hareketleridir. Birinci Dünya Savaşı Anadolu toprakları ve Yunanistan’da yaşayan azınlıkların göçe zorlanmasıyla sonuçlanmıştı. Bunların bıraktıkları mallar da yeni gelenlerin eline geçmişti. Mübadele bu işi anlaşma yoluyla çözmüş, Ermeni malları ise hem savaş sırasında hem sonrasında çıkarılan kanunlarla el değiştirmişti.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında en fazla kayba uğrayanlar muhtemelen Baltık Cumhuriyetleri, Polonya ve Çekoslovakya gibi ülkelerden zorla çıkarılan Almanlar olmuştur. O tarihlerde hukuk yollarının kapalı olması, Almanların da topyekûn savaşın suç ve sorumluğunu üstlenmek durumunda kalması konunun tartışılmasını engellemiştir. Yıllar sonra bir toplantıya katılmak için gittiğim Polonya’nın eski Alman toprağı Silezya’daki bir kasabasında nerede ise bütün binaların eski Alman mimarisinin eseri olduğunu, hatta Lüteryen kilisesi olarak 20’inci yüzyıl başında inşa edilmiş kilisenin sonradan Katolikliğe çevrildiğini gözlemlemiştim. Sokaklarda dolaşan Alman turistler muhtemelen atalarının oturduğu evlerin fotoğraflarını nostalji ile çekiyorlardı. Ancak buraları geri almak gibi bir hedefleri yoktu. Zaten olsa bile uluslararası hukuk ve konjonktür buna izin vermezdi.
1963 yılından itibaren Kıbrıs’ta patlayan olaylar ve 1974 harekâtı ile perçinlenen iç göçün bıraktığı kalıcı sorunların başında muhtemelen emlak meselesi gelmektedir. Harekattan kısa bir süre sonra gerçekleşen ve Güney’deki Türkler ile Kuzey’deki Rumların yer değiştirmesinden sonra adanın Kuzey’i ile Güney’i etnik bakımdan homojen bir hale gelmiş olmakla beraber, terk edilmiş mallar bir sorun olarak ortaya çıktı. İlk başta çıkarılan Eş Değer Mal Kanunu ile Güney’den gelen Türklere Rumların Kuzey’de bıraktıkları mallar dağıtılmıştı. Ancak gelenlerin sayısı gidenlerinkinden bir hayli az olduğu için ve ilk başlarda Türkiye’den göç çok sınırlı olduğundan genç bir memur olarak harekattan birkaç yıl sonra Ada’da görev yaptığımda özellikle Beşparmak Dağları’nda terk edilmiş ve iskan edilememiş köyler gördüğümü hatırlarım. Tabii Eş Değer Mal Kanunu’nun da ne kadar adil bir yapı kurduğu tartışılabilir. Yanlış hatırlamıyorsam Kuzey’deki malların dağıtımında beyan esası kabul ediliyor, bir kişi Güney’de terk ettiği malların karşılığını kanuna dayanarak talep edebiliyordu. Ancak Güney’de kaybedildiği iddia edilen malların mevcudiyetini ispat edecek belge bulunmaması, o tarihlerde bile bazı hukuksuzlukların gerçekleştiği iddialarına yol açıyordu.
Kıbrıs harekatının meydana geldiği dönemin Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrası durumlardan en büyük farkı Avrupa Konseyi İnsan Hakları Sözleşmesi gibi bir metin daha önce mevcut değilken 1950 yılında kabul edilmiş olmasıdır belki. Sözleşme geriye dönük olarak çalışmadığı için daha önce meydana gelen olaylardan dolayı hak ihlali iddiası mümkün değildi. Ancak devirler değişmiş, insan hakları ve mülkiyet kavramları gelişmiş ve bu hakların korunması uluslararası kurallarla kısmen de olsa koruma altına alınmıştır. Harekattan sonra bir süre Kuzey Kıbrıs’taki mallarını kaybeden Rumların uluslararası hukuk yollarına müracaattan imtina ettikleri görülüyor. Belki de sorunun müzakere yoluyla ve kapsamlı çözüm çerçevesinde çözüleceğini umuyorlardı.
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Mahkemesi’ne ilk Rum müracaatı 1989 yılında Tina Loizidou’nun Türkiye’den şikayeti olmuştu. Türkiye Kuzey’de egemen bir yapı olan KKTC’nin bulunduğu iddiasıyla davaya karşı çıkmış, ancak bu görüş kabul görmeyip Türkiye’nin silahlı kuvvetlerinin mevcudiyeti nedeniyle Kuzey’deki fiili kontrolün kendisine ait olduğu sonucuna varılmış ve ülkemiz şikayetçiye yüklü bir tazminat ödemeye mahkum edilmişti. Uzunca bir süre ayak sürdükten sonra Türkiye 2003 yılında bu tazminatı adı geçen kişiye ödemişti. Ancak ödenen tazminat malın kaybının karşılığı değil, sadece kullanım hakkından mahrum kalmasının karşılıydı. Yani kapsamlı çözüme ulaşılmaksızın birkaç yıl geçtikten sonra kullanım hakkı verilmediği için şikayetçinin yeni bir dava açması imkanı mevcuttu. Bu dava üzerine şikayetler artmış, hatta Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında uluslararası toplumun adanın tek meşru temsilcisi olarak tanıdığı ve bizim Güney Kıbrıs Rum Yönetimi olarak adlandırdığımız Rumlar da Türkiye’ye dava açmışlar ve ülkemizin savunmayı kabul etmediği davayı kazanarak 90 milyon Euro tazminat ödemeye mahkum ettirmişlerdi.
Konunun iyice zıvanadan çıkması tehlikesi karşısında Türkiye’de radikal bir karar alınarak soruna köklü bir çözüm aranmıştır. Kıbrıs sorununa Annan Planı çerçevesinde kapsamlı bir çözüm bulunabilseydi, bu konu da zaman içinde kendi kendini çözecekti. Ancak ne yazık ki 2002 ve 2003 yıllarında büyük ölçüde ülkemizdeki iktidarlar tarafından yapılan hatalardan dolayı fırsat kaçtı. Adanın tek meşru temsilcisi olarak kabul edilen Kıbrıs Cumhuriyeti AB üyesi oldu ve elindeki kozların sayısı ile gücünü epey arttırdı.
Kapsamlı çözüm eksikliği karşısında en azından davaların yükünü hafifletmek üzere bence isabetli bir kararla Taşınmaz Mal Komisyonu kuruldu. Komisyon’un görevi Rum şikayetlerini inceleyip gerekli gördüğü durumlarda tazminat ödeyip şikayete konu malların “millileştirilmesini” sağlamaktı. Saygın yabancı hukukçuların da görev aldığı Komisyon, AİHM tarafından geçerli bir merci olarak görüldüğü için davaların yolu kesildi. Bundan dolayı GKRY Komisyona müracaatların yolunu kesmeye, hatta müracaat edenleri cezalandırmaya çalışmıştı.
Komisyon 2005 yılında çalışmaya başladı. 2024 yılı itibarıyla 7496 şikayetin 1502’si sonuçlanmıştır. Şikayetçilere 422 milyon sterlin tutarında ödeme yapılarak tazmin edildiler. Tabii meblağ çok büyüktü ve artması kaçınılmazdı. Nitekim kaynak yetersizliği diğer davaların sonuçlanmasını engellemektedir. Ödenen tazminatın tamamı TC Hazinesi’nden karşılanmış, %20’sinin şerefiye adı altında tazminata konu olan mallardan yararlananlardan tahsil edilmesi yönünde Türkiye’den yapılan öneriler reddedilmiş ve Komisyon işlemez hale gelmiştir. Tabii Annan Planı zamanında kabul edilmiş olsaydı, tazminat için uluslararası fonlardan yararlanmak mümkün olacaktı. Ancak kapsamlı çözüm kapısı kapandıktan sonra bu imkan da kayboldu.
Bu arada Rum tarafının kapsamlı bir çözüme gözle görülür bir dönemde ulaşılamayacağı görüşüyle olsa gerek atağa geçtiği görülmektedir.
Son haftalarda Kuzey’deki Rum mallarını pazarlamakla suçlanan ve Kıbrıs Cumhuriyeti, yani Rum makamları tarafından verilen pasaport ile seyahat eden bir Kıbrıslı Türk avukat İtalya’da tutuklanıyor ve Türkiye’nin müdahalesine rağmen, kendi rızasıyla Güney Kıbrıs’a iade ediliyor.
Kıbrıs’taki olağan dışı uygulamalardan biri de Türkiye’den giden göçmenlerden farklı olarak köken olarak Kıbrıslı olan KKTC vatandaşlarının kolaylıkla Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu sahibi olmaları. Yani KKTC nüfusunun büyük bölümü liderleri tarafından hasım olarak görülen Rum makamlarının verdikleri pasaport ve hüviyetlerini taşımakta, dolayısıyla onların da vatandaşı olmaktadır. Dünyada böyle bir durumun başka örneği olduğunu sanmıyorum. En azından ben duymadım.
Avukat Güney Kıbrıs’a iade edildi. Kısa bir süre tutuklu kaldıktan ve yüklü bir kefalet ücreti ödedikten sonra Kuzey’e geçmesine izin verildi. Ayda iki defa Güney’e geçip polis karakolunda imza atması gerekiyor. 29 Şubat’ta Güney’deki bir mahkemede duruşmaları başlayacak. Türkiye’de görebildiğim kadar Medyascope hariç hiçbir basın organında konu ile ilgili bir haber çıkmadı. En azından ben rastlamadım diyeyim.
Davanın ne şekilde sonuçlanacağını tabii şimdiden bilmek mümkün değil. İddianamede 20 ayrı suçlama olduğu görülmektedir. Birtakım siyasi pazarlıklar dönmesi imkansız değil. Hatta muhtemel de diyebiliriz. Ancak görebildiğim kadar Rumlar tabiri caizse vites değiştirmeye karar verdiler. Avrupa Konseyi başta olmak üzere uluslararası mercilerin soruna çözüm bulma konusunda yetersizlikleri ortada. AİHM kararlarını Türkiye uygulamaz ve Avrupa Konseyi de buna fazla bir tepki göstermezken o yoldan bir netice almak zor.
Buna karşılık pasaport konusu Rumlar için bayağı etkin bir araç. Zaten KKTC pasaportu, hatta TC pasaportu ile vize almanın nerede ise imkansız veya en azından çok güç olduğu bir ortamda, haliyle Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportları rağbette. O kadar ki bir TC vatandaşıyla evlenen KKTC vatandaşının çocuklarına Rumlar Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşlığı ve dolayısıyla pasaportu vermeyi kabul etmeyince, konu Avrupa Parlamentosu’na bile taşınıyor.
Bu arada ilginç bir detay da var. Avukat için çıkarılan tevkif müzekkeresi 2007 tarihli. İtalya’da tutuklanması ise 2023’ün son günlerinde gerçekleşti. Bu durumun yarattığı soru işaretlerine cevaben Rum makamları tevkif müzekkeresindeki isim ile pasaport ve hüviyetteki isim arasındaki bazı farklılıklar nedeniyle avukatın şimdiye kadar yakalanamadığını açıkladılar.
Ve tabii Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu ile AB ülkelerine seyahat eden KKTC vatandaşları, özellikle emlak işine girmişlerse veya Kuzey’deki Rum mallarını sahiplenmişlerse, tehlikeli bir durumla karşılaşabilirler. Herhangi bir AB ülkesinde Rum makamlarınca yayınlanmış bir Avrupa tevkif müzekkeresi ile tutuklanıp yargılanıp Rum tarafına ihraç edilebilirler. Korkarım avukatın başına gelenler bir örnek teşkil edebilir. Vatandaşları oldukları ülkeye iadelerine karşı çıkmaları hukuken zor da olabilir. Nitekim Rum makamları aynı zamanda KKTC ve Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı olan iki ayrı kişinin daha tevkif müzekkeresine konu teşkil ettiklerini açıkladı.
Çözümsüzlük çözümdür, Kıbrıs sorunu 1974 yılında halledilmiştir diyenler düşünsün. Ancak bu olayın Yunanistan ile Mısır’la ilişkilerde 180 derece virajlar atıldığı döneme rastlamış olması, birisiyle ortak hava savunma sistemi kurulması için anlaşma yapıldığı, ötekisinin liderine de yıllarca yağdırılan hakaretlerden vazgeçilip düşmanken kardeş konumuna terfi etmesi, iktidarın Kıbrıs politikasında da benzer bir değişimin mümkün olduğunu düşündürmektedir. Dış politikamızda yapılanların hiç biri artık beni şaşırtmıyor. Yarın GKRY lideri Hristodulis Kıbrıs Cumhurbaşkanı olarak Ankara’ya davet edilirse ona da şaşmam doğrusu. Türkiye’de artık buna kim karşı çıkar? Herhalde takati kalmamış muhalefet değil.
Tabii o noktada değiliz. İşin şakasıydı. Ancak öyle anlıyorum ki yerel seçimlerden sonra Kıbrıs konusunda yeni bazı adımlar atılabilir. Bu adımların da bir yere ulaşması için birkaç yıldır müzakereler için ön şart olarak telaffuz edilen iki ayrı egemen devlet iddiasından vazgeçilmesi gerektiğini artık bilmeyen yoktur. Bekleyelim görelim.