Çocukluğumun stüdyo çekim “Huzur Mahallesi”nde o günlerde pek göze batmayan şiddetle, şiddet kültürüyle ilgili yazılarımın bu haftaki durağında “eski bir kabadayı” var. “Ah”ıyla da “Vah”ıyla da cilaya uygun “o güzel günler”de bize öyle gelen bir anı.
Nostaljisi “Ah o eski…” kalıbıyla başlayan kabadayılar mahallemiz sakinlerinden olmasa da, efsaneleriyle, destanlarıyla şiddet romantizminin üst rütbelerinden. Vurdukları yerde gül bitiyor, hatırasına nur yağdırılıyor. Bilhassa yaşanmayıp da anlatılınca… Zira öyle meselelerde “Anlatılmaz yaşanır” klişesi, rüyayı bir anda kâbusa çevirebilir.
İncelikli mafyanın aryaları
Eski kabadayılar kökeni, stili, takım taklavatıyla muhite de, mahallenin çocuklarına da uzak, hatta yavaştan demode olmaya başlamış. Lâkin yiğit, cesur, âdil, gözü kara, boyun eğmez gibi dizi dizi süslemeler bâki. Bir kısmını emaneten alarak “sınıf”ına, yaşına, delikanlılığına bir nebze uydurmak, “modernize” etmek mümkün. Öyle ki millette de var, vekilinde de…
Kabadayılığın, şiddetin müzik türlerindeki yelpazesi bile geniş. Yazsan dizi olur. Türküsü, şarkısı, Pop’u, Anadolu Rock’ı, Rap’i de gırla… Kulağa fısıldayan şiddetli kelimeler.
Opera zaten vazgeçilmez. İtalyan (Sicilya) Mafyası’nın en kanlı sahnelerinin olmazsa olmazı aryalar, film dünyasının en acımasız kahramanlarının da başucu müziği. Hannibal Lecter’ı bile opera dinlerken görünce, “Ne zarif, nasıl da incelikli, aristokrat psikopat” filan diyorsun. “Hannibal romantizmi” diye de bir sendrom olmalı bence.
“Âdeta”yla “fiil”i hafifletmek
Efsanesine uygun kabadayıların mahallede fırtınası fiilen esmese de (esmediği için de), fikri esintisi meltem gibi. İmrendiriyor neredeyse… (“Neredeyse”sini yumuşatıcı olarak koydum. “Âdeta” çoğu kez abartıyı meşrulaştırma işlevi görse de, “fiil”i hafifletilmek için de kullanılıyor.)
Geçenlerde (6 Ağustos) “Mahallede şiddet romantizmi” yazımda değindiğim gibi… O günkü mahallede racona, kurallara, delikanlılığa uygun “nezih kavgalar”ın “nezih şiddetli” kahramanları da, destanlardan, efsanelerden uzak bir mevzu değil.
Kabadayılığın yasasını, mevzuatını, kanun hükmünde şahsî kararnamesini mahallende, kendin yapınca hepsinin adı bâd-ı sabâ. Nostaljin de el yapımı. O günlerde, o “oyun”da dağıtılan elle de ilgili kuşkusuz.
Harçlığa darbe: “Saat parası”
Eski kabadayıları az biraz hatırlatan (yahut ona kolayca uydurduğumuz) versiyonuyla tesadüfen tanışıyoruz. Orta Son sıraları… Anlatması zor. Olanı olduğundan iyi yahut kötü göstermek bazen irâdî bir şey değil. Hele ki yıllar öncesinde geziniyorsan. Ama “Derdim o değil” diyebilirim en azından. Anlatırken o “çocuksu bakış”a rötuş yapmamak da lazım.
Kıraathanede iskambilde King dönemi, Okey’le de “Taş” Devri başlamış. Velâkin yaşımız nedeniyle bize itibar etmeyen kahveler var. Birkaçı kapıdan bile almıyor. İçeri girince de asıl derdimiz iskambilde, Okey’de filan “saat parası” devrinin başlaması. Harçlığa büyük darbe… Oyun oynarken gözün saatte.
Salaş kahvede ağır kumar
Saat parası olmayan yerler fazla değil. Oralarda da masaya durma konan çayı-Oralet’i içeceksin. Öyle dolanmalarımızda keşfediyoruz birini. Bahçelievler 7. Cadde’nin başında, Çarşı Durağı’nın hemen karşısındaki İş Bankası’nın orada… Salaş, iki katlı; kahve üst katında.
Başta Sedat (İnce), iki arkadaşımızla dalıyoruz içeri. Şaşırıyor, biraz irkiliyoruz ama girmiş bulunduk. Masalarda takım elbiseli, o günkü formasıyla ağır mı ağır abiler. Kâğıt oynuyorlar. Bir köşeye oturuyoruz; sahibinde “Ne işiniz var burada?” bakışı görmeyince rahatlıyoruz biraz.
Kısa sürede o oyunların ağır kumar olduğunu fark ediyoruz. Köşedeki demirbaş Okey takımına, kumarda kısa sürede “eskidiği” için üst üste yığılan iskambil destelerine herkes ilgisiz. Saat parası da “müessese”nin varidatında lüzumsuz.
Kulaktan dolma-gönülden dolma
Kahvenin sahibinin geçimi öyle teferruatlarla, çay-kahveyle filan değil. Kumardan mano, yani pay alıyor, hâli vakti paşa gibi. Kendine özel, büyük koltuğunda oturuyor, arada masaları dolanıyor (devriye atıyor). Öğle saatlerinde kebap, akşamları şahsına mahsus çilingir sofrası.
Meğer çevresinde şöhretli kabadayıymış. Hikâyesini, destanını bilmiyoruz. Öyle diyorlar, hevesle kabulleniyoruz. Çoğu kabadayılık efsanesi öyle… Birisi “Namlı kabadayılardandır” dedi mi, içini sen dolduruyorsun. “Kulaktan dolma”dan “gönülden dolma”ya giden hikâyeler.
“Araya alınma” ve “çökme”
Lakabı Karaca. Namı belki de koyu esmerliğinden geliyor. Adı Duran, soyadını da bilmiyoruz. Ad ve lakap olunca gereksiz… Yıllar sonra hatırlamamızda, ressam Duran Karaca’nın ad çağrışımı da etkili belki.
Kıraathaneyi de eski sahibinden kumarla, iskambilde Kılıç Oyunu’yla yeni kazanmış. Cezaevinden de yeni çıktığını duyuyoruz sonradan. Kılıcını hiç görmesek de “kılıçla kazanmış” tabiri her anlamıyla üzerine oturuyor.
Elbette rakibin kazanma ihtimalinin olduğu bir oyun canlanmıyor gözümüzde. Kâğıtta, Okey’de, kumarda “araya alma” deyimini yöntemleriyle biliyoruz. Kahvenin “eski sahibi”ni gördüğümüzde, bu tahminimiz de yerli yerince. O zamanlar argomuzda “çökme” yok ama onun da anlamına vakıfız. Bugün farklı, hatta “doğal” alt dallarında doktorası dâhil.
“Uyarılma şiddeti” sonsuz
Kısa süre önce mülkü olan o mekâna başta bir kaç kez uğruyor. Başı öne eğik, her hareketi, sözüyle göze batacak, -demeye dilim varmıyor ama- mide bulandıracak kadar saygılı. O hâline bugünden somut örnekler göstersem, “Falanca gibi duruyor” desem, bu kadar lafa gerek kalmayacak. Karaca belki kınından çıkarmasa da o “Kılıç”ın izleri, etkisi hâlâ üzerinde.
Eskiden sahibi olduğu masaya, kumara oturuyor ama kısa süre sonra kayboluyor ortadan. Bir anda değişen ortamda “nafile kumar”la katlanan strese, oradaki kıskaca dayanamıyor belki. Uyarılmış da olabilir. “Uyar(ıl)ma şiddeti” bugün de uçsuz bucaksız malum.
Gönle-keseye uygun mekân
Karaca kabulleniyor bizi, belki seviyor çocukluğumuzu; özeni, itibarı, ikramı çok. Öyle olunca müdavimlerinden de bize yan bakış arama. Hesap almadığı da oluyor. Bizle sohbeti yok, birkaç gönül alıcı kelime. Kahvede ona hep önünü ilikleyerek, eğilerek saygı gösteren ağır abileri, galiz küfürlerle “azarlıyor” zaman zaman.
Masalarında az gürültü ya da ona ters gelen herhangi bir şey olunca, ortadaki iskambilleri alıp tokat gibi yüzlerine vurduğuna, küfür kıyamet, tekme tokat kovduğuna da tanık oluyoruz. Silsileli küfürleri toplu patlatınca ekliyor: “Evlatlarım, siz hariç. Üzerinize alınmayın…”
Çok hoşumuza gidiyor. Ayrıcalıklıyız. Bizimle niye bir derdi olsun ki esasında. Kuzu kuzu oynuyoruz uzak bir köşede. Onun için de normal bir iletişim, bir nevi “baba”-çocuk ilişkisi kurma imkânı belki. O günlerde bizim için baş döndürücü itibar; mekânın gönle, keseye uygun olması da cabası.
Geçen zamanın göreliği
Kahve ve üstümüzde zaten eğreti duracak o kültür hayatımızdan biraz uzaklaşınca, “kahve”nin tanımı, işlevi değişince cazibesini kaybediyor o mekân. Hatta yeni siyasi yüzüyle o cadde. Bir zaman sonra Karaca’nın da (galiba kahvenin de) artık orada olmadığını duyuyoruz. Yıllar geçiyor, hiçbir haber yok, konusu da geçmiyor. Ta ki Hacettepe Üniversitesi’ni kazandığımız yıla kadar.
Serap ve birkaç arkadaşla Sıhhiye Kampusu’nun hemen arkasındaki tepede eski, salaş, yıkık “Çay Evi”ne oturuyoruz. Önce yavru bir köpek geliyor yanımıza, ardından da elinde masa beziyle Karaca! İkimiz de şaşırıyoruz tabii.
Nereden baksandört, beş yıl geçmiş. O günlerde çok uzun zaman. O kadar zamanda köprünün altından çok sular akmış, üstünden çok akıllar-fikirler geçmiş. Hem genciz artık, çocukluk çok geride kalmış!
Harabe’nin “Solcu kabadayısı”!
Muhabbeti, “geleneksel hürmet”i Serap’ın varlığıyla da katlanıyor. Süreyi, itibarı taşırmadan ilişiyor karşımıza. Az hoşbeşten sonra hemen yalnız bırakıyor. Sigara ve alkolden kısık, tipik sesiyle de yorgun. Yaşından hızlı ihtiyarlamış suretiyle, çevreyle ilgisiz“Şarapçı” artık. Kasa kasa ucuz şarap geliyor mekânına.
Orada yatıp kalkıyor. Aşağıda ufacık, derme çatma, bomboş bir odada küçük bir yatak. Hücre gibi… “Solcu kabadayı” olduğunu öğreniyoruz bir gün laflarken. Cezaevinde yatarken Yusuf Aslan’la ahbap olmuş, kendi anlatımıyla Sivas Numune Hastanesi’nden Ankara’ya sevk edildiğinde ona bakmışlar, yardımcı olmuşlar: “Onlar yiğit, delikanlı çocuklardı…” O kadar; sohbeti de hep öyle zaten.
Hatırada kayıttaki nam önemli
Polislerden, “sağcı”lardan haz etmiyor. Sevmediği şeylerin listesinin çok uzun olduğunu seziyoruz da, sadece ikisini yeri geldiğinde birkaç cümleyle ifade ediyor. Hacettepe’de sağ-sol yılları da şiddetle başlamış. Başta polis de, “yabancı” da uğramıyor oraya.
Okuldaki mekânlarımız arasına giriyor. Çayı da harika, ucuz… Bize bardakta değil ayrı demlikte getiriyor. O “Çay Bahçesi”nin kendi adı, tabelası olmayınca, koyuyoruz tabii: “Harabe.” Öyle anılıyor arkadaşlarla aramızda.
Karaca kendi hâlinde, sohbet heveslisi değil hiç. Ortalıkta gözükmeyen o hâli de mekânı cazip kılıyor. Sohbetlerimize “kulak misafiri” yok. Sakin, belki küskün, “emekli bir kabadayı”… Hikâyesini hiç bilmesek de kayıt sırasında o namla girmiş hatıramıza. Yeterli.
Lakin arada lüks, büyük Mercedeslerle, yine üniformasıyla şık, takım elbiseli, yapılı ağır abiler, kerli ferli adamlar uğruyorlar, öpüyorlar elini! Bazen Harabe’nin alt katında oturuyorlar, gürültüsüz. Gözden uzakta…
Köpecikteki “rol davranış”
Gününün çoğu bölümünü yavru köpeğiyle konuşarak, şakalaşarak geçiriyor. İkisi de memnun görünüyor hayatından. Köpek zaten katlanmaktan, rutinden memnuniyet, “hayat” çıkarmaya müsait. Karaca da öyle gibi artık.
Bir gün köpeciğin topallandığını görüyoruz. Sorunca, “Hiç bir şeyi yok” diye gülüp, bağırıyor: “Ulan artist rol yapma…” Köpek bir anda düzeliyor, ne topallama, ne hafif bir aksama, hop hop koşturuyor yanına: “Benden ilgi istiyor namussuz.” Bir daha aksadığını görmüyoruz.
Karaca’yı ilk tanıdığımdan beri çevresindeki herkesin ona, o ortama uygun “rol davranış”ı geçiyor aklımdan. Otoritenin, iktidarın, makamın önündeki rol davranışın safahatı çeşitlense de prototipi benzer.
O “ün”ün ardındaki “nasıl”
Şiddetin sırrı bunlarla bile çözülüyor. Kahvesinin birbirinden ağır müdavimlerini mum gibi oturtan, herkesin başını önüne eğdiren, yıllar sonra “şarapçı, düşkün emekliliği”nde bile kerli ferli, ağır bir çevreye el öptüren “ün”ü nerelerden geliyor acaba?
“Neler yapmış, nasıl yapmış da o şâna, şöhrete ulaşmış”ını da vakaen hiç bilmiyoruz. O bilgi pek gerekmiyor da aslında; zihninde belli beş aşağı-beş yukarı. Örnekleri çok, konu başlıkları sır değil. Kısaca ifade edersem, otoritenin öylesi, öyle ya da böyle “kılıçla kazanılıyor”. Başkasının kılıcının gölgesine, namına, kabadayılığına sığınarak, eğik boynunu öyle dik tutmaya çalışarak da oluyor.
Şiddetin bedendeki haritası
Sıcak bir günde aşağı kata indiğimizde üzerindeki tişörtü değiştirirken görüyoruz onu. Örtmeye çalışıyor ama sırtının, bedeninin her yerini kaplayan yara izleri, bıçak kesikleri, kimbilir belki kurşun yaraları.
Faça da diyor, eski kabadayılar. “Façalı delikanlı” iş, şan gereği bir nişan ama façanın bozulmasında o kelimenin itibarı yerle bir. Böyle mevzular hep çelişkili, kendiyle de çelişen meseleler. Çelişkileri, öyle aranjmanları ayıklasan, ortada efsane, destan kalmayacak.
Onları, hayatındaki yaralarını da hiç anlatmıyor. Öyle maceralar, vakalar hiç yok bizle birkaç hoş-beşinde. Öyle oluyor çoğu kez; yaşarken, alkışlar arasında sahiplenmek kolay da, yıllar sonra, fes önüne düşünce uzun uzun anlatmak öyle değil.
“Gitti…” diyorlar, o kadar
Hacettepe’de “Hazırlık”la ilk yıl, Beytepe Kampusu’nun inşaatı bitince sonlanıyor. Taşınıyoruz… Bu arada “Harebe”ye polis ziyaretleri de, kışın hava karardığında tehditkâr bir tavırla üst aramaları, tacizler, baskınlar da başlamış zaten.
Yeni mekânlar yerleşiyor hayatımıza. Bir zaman sonra uğradığımızda Karaca da gitmiş Hacettepe’den. Harabe boş. Çevresindeki tanıdığımız köftecilere, köşedeki bakkala sorduğumuzda “Gitti…” diyorlar, o kadar. Getirmiyorlar gerisini. Gidince bilmediğimiz bir yük mü kalkmış, omuzlarından?
“Öyle görmüşlüğün” tezyinatı
Oraları bilenler, sonradan “internette aramalar” dâhil küçük de olsa bir habere, bir satıra, ize, adına bile rastlamıyoruz. Belki de bir lakaptan, duruştan, birkaç “bilgi”den büyüttüğümüz şöhretinde o konuda, o zamanlar -tek örnekli- “öyle görmüşlüğümüz”ün, tezyinâtımızın payı neydi…Onu da bilemiyorum.
Nostalji de öyle bir şey değil mi?Tehlikesi, zararı, biraz zaman geçince fark ettiğin, hatta şaşırdığın, belki utandığın kuyumculuğunda da gizli. Kabullenmek zor da görünse… İnkâr gerçeğin tahribatını, insana zararını çoğaltabiliyor.
Gelecek pazar yine şiddeti emziren farklı efsanelere, kahramanlık destanlarına değinmeye çalışacağım biraz. Oradan da “gangster”i bile millî, koşup sarılası yapan efsanevi dillerimize…
YAZI RESMİ: Adam ve köpeği,Antonio Rotta, 1860.