Kilise, dikdörtgen ve akıllı telefon

Kiliseyle akıllı telefon arasındaki başka bir benzerlik, ikisinin de hem bazen tamamen sessiz olup hem bazen müzikle dolup taşması. Sessiz bir kilisede en ufak kıpırtı büyür: Tıpkı sessize alınmış bir telefonda titreşimin bütün bedene yayılması gibi. Zaten kilise çanı da cep telefonu melodisini andırır ve bir çağrı üretir... Zamanı bölen, insanı bulunduğu yerden kaldıran, “buraya gel” diyen bir ses... Tıpkı sesin insanı içeri çağırması gibi, dijital akışlar da bizi kendi ritimlerine davet ediyor. Bugün, kilise çanının ruhu, daha kişisel biçimde, cep telefonu melodilerinde ve bildirim seslerinde yaşıyor.

Aralık ayının başlarında yaptığım Rusya gezisinde girdiğim Ermeni kilisesi bende kiliselere kafa yorma hevesi uyandırdı. Ermeni mimarisinin keskin geometrisi, süsten arınmış sadeliği, bana modern bir cihazın endüstriyel tasarımını anımsattı. Küçük ve sade, hatta sıradan bir kilisedeydim. Bir katedral değil, küçük bir kilise. Belki biraz da bu yüzden telefona benzetilmesi mümkündü: Kişisel, elde taşınır gibi, bire bir.

Kiliseye girdiğimde içerisi bomboştu. Küçük şehirde, yağmurlu günün de etkisiyle, o an kilisede tek kişiydim. Algımı açan, kilisenin güzelliği değil, kilise denilen olguyla baş başa kalmaktı. Kilisenin dikdörtgenselliğini algıladım. Yağmurun duvarlara vuran sesiyle boş kilisede tek başıma yürürken, mekânın sade geometrisiyle baş başa kalmak bana dijital bir cihazın içindeymişim hissi verdi. Kilisenin duvarları bana mimari mekân değil, birer arayüz, birer ekran gibi göründü. Duvarlardaki resimler de birer fotoğraf dosyası gibi. Kendimi bir ekran karşısında gibi hatta internete girmiş gibi hissettim. Kilise adeta Tanrı’nın arayüzü olma iddiasıyla beni çevreliyordu.

Hıristiyanlığın, kent yaşamıyla uyumlu olmanın ötesinde, dijital kültürle de uyumlu olduğu, kafamda o an netleşti. Kilise, dijital kültürün çekirdeğini içinde barındıran, onun bazı reflekslerinin kökünü içeren bir ibadet yeri bence. Kilise, köşeli formlar, dikdörtgenler ve artılar üzerine kurulu bir dünya. Dijital kültürle olan uyumu, galiba en çok bundan kaynaklanıyor. Tabii Latin Alfabesi de dikdörtgensel yani köşeli nizam üzerine kurulu bir alfabe.

Dikdörtgen, çağımızda, her şeyden önce ekranın ve akıllı telefonun biçimi. Dolayısıyla, popüler kültürün ana çerçevesi. Haç ise doğrudan dikdörtgen olmasa da dik çizgilerin kesiştiği, dikdörtgen vaadi içeren bir şekil. Haç, artı işaretine de benzer. Bu bağlamda haç şekli akıllı telefonların tuş repertuarına ve ekran alışkanlığına dokunur. Haç bir anlam merkezidir, artı bir işlev merkezidir. İkisi de bakışı tek noktaya çiviler. Haç, kutsalın artı işareti gibi durur, artı işareti de günümüzün gündelik haçı gibi. Haç manayı açar, artı işareti menüyü. Tabii artı işareti de dikdörtgenin köşelerine benzer. Haçın bir başka tarafı da şu: Mekânı dört parçaya böler. Dört yön, dört bölme, dört alan. Telefon ekranı da zaten karelere ve dikdörtgenlere bölünmüş bir yüzey. Uygulamalar, kutular, paneller, kartlar. Haçın çizdiği o dört bölme, bugün ekranın ve mekanların düzeninde günlük bir alışkanlık haline gelmiş gibi.

İkonlara gelirsek… Kilisedeki (genelde dikdörtgensel olan) “ikon”, sadece bir resim değil, bakışın toplandığı ve anlamın yoğunlaştığı yüzeydir. Popüler kültürün “ikon” dediği kavram, benzer biçimde gerçeklik kazanır. Popüler kültür ikonlarını yani ünlüleri dikdörtgen şeklinde ekranlardan izliyoruz. Kiliseler ve akıllı telefonlar bize dikkatin geometrisinin tarih boyunca pek değişmediğini ve dikdörtgenin ölümsüzlüğünü hissettiriyor. Kilise, ekran fikrinin eski bir sürümü gibi. Bugün ekranın yaptığını, kilise yüzyıllardır yapıyor: Bakışı yönetiyor. Belki de ekran kültürü kilisenin dikkat disiplinini miras aldı. Kilise dikkati dik açılı ve çerçevelenmiş yüzeylerde topluyor, bakışı bir merkeze kilitliyor, insanı bir ritme sokuyor. Evet, kilise, bugün telefon ekranının yaptığı “dikkat yönetimi”nin bir tür atası. Kilise duvarlarında asılı ikon ya da tablolar; çoğu zaman, bilgisayarlarımız, tabletlerimiz ve telefonlarımızdaki fotoğraflar gibi çerçeveli ve ince uzun dikdörtgen (dik dikdörtgen) yüzeyler halinde karşımıza çıkar. Onlara bakarken “jpg” veya “jpeg” duygusunu buram buram hissetmek mümkün. Bir ikon, koskoca bir inancı tek çerçevede taşır, bir jpg, koskoca bir anı tek dosyada. Kiliseye girmek, internete girmeyi andırır. Dikkat, hemen “dikdörtgen şekilli görsel yüzeylere” ve onların vaat ettiği anlam katmanlarına çekilir. Akıllı cep telefonlarının ruhuyla kiliselerin ruhu arasında analoji kurmaya devam… Ama kilisenin zamanla değişen mimari ve liturjisini, telefonlara sürekli gelen uygulama güncellemeleriyle karşılaştıracak değilim. Her kilise ziyaretinin içsel bir güncelleme olduğunu, insanın manevi yazılımını güncellediğini öne sürecek de değilim.

Türkiye internetinin erken dönemlerinde, ilk popüler projelerden biri olarak sivrilmiş “itiraf.com”u hatırlamak da bize internet kültürü ile kilise kültürü arasındaki kesişime dair ilginç bir boyut açabilir. İnsanlar o web sitesinde gündelik hayatta söyleyemediklerini yazardı. Kilise de tıpkı itiraf.com gibi itirafın mekânıdır. Kilise kabininde rahip sizi görmez (veya yüz yüze bakılmaz), itiraf.com’daysa rumuzla kendinizi saklarsınız. İkisi de “maskeli” dürüstlük alanlarıdır. Maske bazen yalan için değil, doğruyu söyleyebilmek için takılır. Sonuç olarak, kilisenin binlerce yıllık köklü gelenekleri ile Türkiye’nin internet tarihinin o erken, mahcup ama cesur “itiraf ruhu” kesişiyor. Kilise ve dijitallik arasındaki bağlantı, devam ediyor.

Bir Katolik, kiliseye girerken, elini alnından göğsüne götürerek istavroz çıkarır (adeta bir şifre girer), modern insan ise dijital mabedi olan telefonuna girerken parmağıyla ekranı yukarı kaydırır. Birinde ekran kilidi açılır, ötekinde belki insanın içi. Her iki hareket de içeriye (kutsal veya sanal alana) erişim izni almak gibidir. Bazen, insan, istemediği bir hareketi de yapabilir: Kilisede ekrana basacakmış gibi durmak, telefonda da istavroz çıkaracakmış gibi bir an donmak… Kilisede yanlışlıkla telefonunu çıkaran birinin yaşadığı kısa şaşkınlık veya birinin ekrana bakarken refleks olarak istavroz çıkarması… Ezberlenmiş kas hafızası… İnsan düşünmeden istavroz çıkarır, düşünmeden kilidi açar. İstavroz ile “kilidi açmak için kaydırın” (Slide to Unlock) arasında bir benzerlikten söz edilebilir. Ama kilise, insanın hafızasındaki gereksiz sekmeleri kapatıp “önbelleği temizleyen” bir mekân olarak da düşünülebilir. İnternete giren insan, sayfa yüklenene kadar sabırsızlanır. Kiliseye girişte ise yüklenen sayfa insandır ve insan yavaş yavaş açılır. Kilise, insanı uçak moduna almak isteyen bir kurum olarak da görülebilir. Dışarıyla bağlantı zayıflamalı, içerideki sinyal güçlenmelidir.

Geometriye dönersek… Kilisenin mimari yapısı, genelde, dikdörtgen ve üçgenlerle, kısacası dik çizgilerle kendini anlatır. Kilisenin içindeki uzun ana salonun ve girişten ileri doğru uzanan orta bölümün çizdiği dikdörtgen, insanı adım adım içeri taşır. Üçgen, çoğu kilisede dikdörtgen gövdenin üstüne oturan bir yükselme işareti gibidir. Zaten geometride bazı üçgenler yarım dikdörtgen olarak geçer. Dikdörtgen, zemini ve ekranı temsil eder. Üçgen, gökyüzünü işaret eder. Üçgen, ekranda yukarı-aşağı yönlü hareketi de çağrıştırır. Kilisenin sivri çatısı veya kulesi, göğü işaret eden bir üçgenken, ekranlardaki o küçük ok (imleç) veya “oynat” tuşu, içeriğe yönlendiren bir üçgendir. Biri aşkın olarak görülene, diğeriyse tüketilene dönüktür. Biri yukarıyı gösterir, öteki içeriği.

Kiliseyle akıllı telefon arasındaki başka bir benzerlik, ikisinin de hem bazen tamamen sessiz olup hem bazen müzikle dolup taşması. Sessiz bir kilisede en ufak kıpırtı büyür: Tıpkı sessize alınmış bir telefonda titreşimin bütün bedene yayılması gibi. Zaten kilise çanı da cep telefonu melodisini andırır ve bir çağrı üretir… Zamanı bölen, insanı bulunduğu yerden kaldıran, “buraya gel” diyen bir ses… Tıpkı sesin insanı içeri çağırması gibi, dijital akışlar da bizi kendi ritimlerine davet ediyor. Bugün, kilise çanının ruhu, daha kişisel biçimde, cep telefonu melodilerinde ve bildirim seslerinde yaşıyor. 

Kalabalık günlerde kiliseye girenleri, sosyal medyadaki “takipçi listeleri”ne ve “timeline” denilen içerik akışlarına benzetmek, çok yanlış olmaz. Kilise, bir eşik mekânıdır: Kapıdan içeri adım atınca dışarıdaki ritim geride kalır, içeride başka bir zaman ve dikkat düzeni başlar. Sosyal medyaya “girmek” de buna benzer. Bir akışın içine girersin. Kilisede akış kaymaz, sen akarsın. Telefonda ise sen sabitken akış akar. Modern insanın başparmağı, eski insanın duası gibi otomatikleşti. Bazen neye girdiğini anlamadan içeri girmiş oluyorsun. Kilisede insan kimliğini bedenle doğrular: Kapı eşiği, sessizlik, baş eğme, mum, istavroz… Sanki iki faktörlü doğrulama gibi: Hem hareketin hem niyetin onaylanır. Başparmağın ekranda aşağı yukarı kaymasıyla tespihin tanelerini çekmek arasında da benzerlik kurulabilir. Telefonda akış aşağı iner, tespihte taneler ilerler.

Kiliselerin bazıları, özellikle eski olanlar, altta “kripta” denilen bir bölüm taşır. Yeraltında, serin, yarı karanlık bir mekân: Saklama, koruma, bazen de hatırlama fikriyle yüklü. Bugünse gündelik dilimize “kripto” girmiş durumda: Kripto para, kripto cüzdan, şifre, anahtar… Kripta, taşın altında saklı bir değer ve hafıza odasıysa, kripto(para) da ekranın içinde saklı bir değer ve kayıt odası gibidir. Birinde aşağı inersin, ötekinde ekrana. Birinde mum ışığı vardır, ötekinde arka plan aydınlatması. “İçeride” olanın bir “anahtarı” vardır ve o anahtar yoksa kapı açılmaz.

Kilisede ikonlar duvar boyunca dizilir, bazen katman katman yükselir. Merkezdeki yüzler daha büyük, daha yakın durur, kenardakiler daha küçük ve daha uzakta kalır. Telefon ekranında da benzer bir durum söz konusudur. Nasıl telefonda uygulamalar rastgele durmuyorsa, kilisede de kutsal yüzler rastgele durmaz. Sütun sütun sıralanan “İsa’nın haç yolu” tablolarınınsa (14 tablo) birbirlerini Instagram story’leri gibi takip ettiği söylenebilir… Sosyal medyada, bir yandan “takip edilenler” listesi akarken, bir yandan da eski kiliselerdeki azizler galerisine benzer bir düzen sezilir: İsimler ve yüzler yan yana gelir. Bazıları daha “yakın”, bazıları daha “yukarıda” konumlanır. Tabii kilisede azizler galerisi vardır, telefondaysa fotoğraf galerisi. Kilisedeki mumlar, telefon ekranının köşesindeki bildirim noktalarına benzer. Küçük birer ışıktırlar, bakışın yönünü değiştirirler.

Bilgisayar oyunlarının görselliği de bana alttan alta kilise görselliğini çağrıştırırdı oyun oynadığım yıllarda. Kilisede kutsallık nasıl “ayrılmış bir alan” duygusuyla başlıyorsa, oyunda da “ekrandaki oynanabilir sahne” benzer bir özellik taşırdı. Şimdiye göre daha basit, daha köşeli grafikleri olan eski oyunlarda, bir kilise görselliği hissederdim. Eski koridor oyunlarında, bir kapıdan diğerine “eşik” atlayarak ilerleme duygusu belirgindi. Eski oyunların köşeli estetiğinde, dünya, gerçekliğe benzemekten çok işaretlere benzerdi. Duvar taş değil “taş deseni”, insan yüzü de yüz değil “maske” gibiydi. Eşikler, ışık, sessizlik ve sınırlar… Taş koridorlar, kemerler, dar geçitler… Eskiden oyunlar, birer tapınak rotası gibiydi. En azından o günlerin çocukları için. Eski çamların bardak olması gibi, o eski oyunların o soğuk, gerçekçilikten uzak ve samimi dikdörtgenleri de unutuldu gitti. Zaman, o köşeli grafikleri yonttu.

Peki, gerçekten, hangi akışta daha çok kendimiziz? Dijital dünyanın sonsuz akışında mı, yoksa kutsal mekânların sonsuzluk vaatli ritminde mi? Şimdilik, dikdörtgenlerin dünyasına, ekranların, eski oyunların ve ikonların arasına, bir virgül koyuyorum. Aslında sinagoglarda da dikdörtgen öne çıkar ama onların geometrisi başlı başına bir konu. Diğer bir yazıda da bakışımızı köşeli formlardan, kubbelerin ve sonsuz döngülerin dünyasına, yani camilere çevirebiliriz. Eğer camide zaman döngüselse, kilisede ve batıda zaman çizgisel ve ok gibi midir? Bakalım, Latin harflerinin dikliği ile Arap harflerinin kıvrımları, bize kültürün geometrisi hakkında neler fısıldayacak?

Önceki İçerikUyuşturucu operasyonlarının yeni adresi modacılar: Les Benjamins’in direktörü gözaltında
Sonraki İçerikŞanlıurfa’da bile okullar tatil, kar İstanbul sınırlarına kadar ulaştı