Kur’ân sayfaları arasında seyahat eden her insan, peygamber kıssalarına dikkatle baktığında onların iki boyutlu bir mücadelenin içinde olduğunu açıkça görür. Peygamberler, çift boyutlu bir zulmün gerçekleştiği bir ortamda çift boyutlu bir adalet çağrısıyla çıkmışlardır. Çift boyutlu bir zulüm tablosu, Kur’ân kıssalarında peygamberlerin karşısında gördüğümüz kişi ve toplulukların temel bir özelliğidir. Çünkü hem dikey hem yatay düzlemde, yani hem Yaratıcıya hem de yaratılanlara karşı haksızlık ve zulüm irtikap etmektedirler. Firavun örneğinde olduğu gibi, Yaratıcıya ait özellikleri kendilerinde vehmederek kendilerine ‘tanrısal bir nitelik’ atfetmeleri Yaratıcıya karşı haksızlıkları iken, kendilerini tanrılaştırdıkları için diğer insanlardan ‘kula kulluk’ beklemeleri ve buna göre bir yapı oluşturmaları bir dizi zulme zemin oluşturmaktadır. Peygamberler ise, her iki zulmü de ortadan kaldırmaya taliptirler. Başlarındaki ‘inatçı zorba’ya itaat eden kavmine karşı Hûd, özellikle ekonomik alandaki zalimlikleriyle öne çıkan Medyen’e karşı Şuayb, Firavun ve kavmine karşı Musa peygamberler, ilk anda akla gelen örneklerdir.
Kaldı ki, yine Kur’ân’dan öğrendiğimiz bir gerçek, insanın Yaratıcıyla olan ilişkisinin sıhhatinin yaratılanlarla ilişkisinde sınandığıdır. İnsan-insan ilişkilerine dair hükümler yüklü Hucurat sûresinin insanları tekrar tekrar takvaya davet eden bir sûre de olması; Maide sûresinde mü’minleri ‘adalet’e çağıran, öyle ki ‘öteki’ olarak gördüğü bir topluluğa karşı da ‘adaletten ayrılmamayı’ emreden 8. âyetinin ‘adil olma’yı takvanın gereği ve göstergesi olarak sunması bunun ilk anda akla gelen delilleridir.
Diğer taraftan yine Kur’ân, daha ilk inen âyetlerden başlayarak, Peygamberin karşısında ayak direten Kureyş müşriklerini ‘şirk’leriyle birlikte ‘ahlâk’ları ve bunun sonucu olan ‘davranış’ları ile yüzleştirir. Toplum içinde herkesten zayıf durumdaki yetimin malına el koyan, fakiri ve zayıfı ezen bir topluluk nasıl yolunun ve itikadının doğru olduğunu iddia edebilir?
Bilakis, Beled sûresinin ‘sarp yokuş’ mecazı üzerinden ortaya koyduğu üzere, şu dünya hayatında yüzyüze geldiği insanî sınanmayı aşabilmenin birinci ölçüsü ‘boyunduruğu kırmak,’ yani siyasî düzlemde adalet ve hürriyetten yana tavır alıp insanı insana köleleştiren baskıcı anlayışların yanında hizalanmamak; ikincisi de ‘yetimi ve yoksulu doyurmak,’ yani ekonomik düzlemdeki zulmün de karşısında olup o alanda da adalet ve merhametin mücadelesini vermektir. Beled sûresinin, ‘iman edenlerden olma’yı daha sonra, bu iki özelliğin ardından zikretmesi ayrıca manidardır.
Kur’ân’da insan-insan ilişkilerindeki haksızlık, adaletsizlik ve zulümlere karşı mü’minlere bir sorumluluk yüklendiği böylece aşikâr olduğu gibi, bütün peygamberlerin ve bu arada son peygamber olarak Hz. Muhammed’in hayatında bu gerçek tartışmasız bir surette görüldüğü halde, bugün özellikle bu ülkede ‘dindarların gündemi’ne baktığımızda ise, Kur’ân’daki bu gerçek ile ‘bugün bu ülkede yaşayan dindarların gerçeği’ arasında keskin bir uçurum görüyor gözlerimiz.
Gözlerim, iki gündür Oxfam’ın yayınladığı rapor üzerinden ‘dindar camia’dan bir ses ve yorum arıyor mesela. Her yazılıp çizileni görecek kudrette olduğumu iddia edemem, ama benim gözüme böyle birşey ilişmedi maalesef. Bu rapor, o ‘sarp yokuş’un bugün nasıl daha da dik ve dar hale geldiğini gösteriyor oysa. Uzak bir geçmişten değil, sadece 2020’den bugüne dünyanın gerçeğini şöyle resmediyor: Dünyanın en zengin beş insanı bu kısa zamanda servetini iki katına çıkarırken, beş milyar insan daha da fakir hale gelmiş ve küresel enflasyon sebebiyle sekizyüz milyon işçi 1,5 trilyon dolarlık bir gelir kaybına maruz kalmış durumda.
Küresel düzlemde gerçekleşen bu durum, yazık ki Müslüman dünyanın da gerçeği. Petrol zengini emirliklerdeki mütegallibe başta olmak üzere bir yanda elinde tuttuğu servetle ‘manyaklık’ düzeyinde harcamalar yapanlar var, öte tarafta açlık sınırının altında yaşayan nice nice milyonlar.
Aynısı, içinde yaşadığım ülkenin de gerçeği. Bütün ekonomik göstergeler, ‘dindarların iktidarı’nda ve özellikle son on senede zengin daha zengin hale gelirken, orta sınıfın iyiden iyiye çöktüğünü gösteriyor. Kiraların maaşlarla yarıştığı, emekli maaşlarının ise epeyce üstüne çıktığı bir zeminde, öte yandan peynir ekmek gibi konut satılıyor. Bu olgunun gösterdiği bir gerçek olarak oturacağı bir evi olanların oranında yaşanan sert düşüş, Kur’ân’ın olmamasını emrettiği şeyin bugün ‘dindarlar eliyle’ gerçekleştiğini gösteriyor: “…O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet haline gelmesin” (Haşr, 59:7).
İnsan-insan ilişkilerinde adaleti gözetmek; ekonomik, siyasal, sosyal, etnik, cemaatî, yerel, küresel… hangi sûrette tezahür ediyor olursa olsun zulmün karşısında durmak ve haksızlığın giderilmesi için çaba göstermek Kur’ân’da ‘sarp yokuşu aşanlardan’ olabilmemiz için bir yükümlülük olarak önümüze konulurken, az bir kısmı hariç bugün bu ülkenin—ve ne yazık ki başka diyarların—dindarları ancak ve ancak ‘kimlik’ tanımı içerisinden hassasiyet geliştiriyor ve yalnızca buna göre tutum takınıyorlar. Açıkçası, sözümona ‘dindarâne hassasiyetler’in ‘insanî hassasiyetler’i örtmek için kullanıldığı garip ve çelişik bir tablo var önümüzde.
Haksızlığa uğrayan ‘öteki’ ise, dindarlarımızın umurunda değil. Bilakis içlerinde, bunu umur edinenlere arsızca hesap sormaya kalkışanlar bile var. Haksızlığı yapanı ‘bizden’ diye savunmak, haksızlığa uğrayana haksızlığı ‘öteki’ diyerek hak görmek için sarfedilen canhıraş çabalara dahi şahit oluyoruz.
Bütün insanlığı kuşatan bir adalet, hakikat, hak ve merhamet çağrısı yüklü bir Kitaba iman ettiğini ifade edenler için ne kadar çelişkili bir durum ve ne kadar da tutarsız bir mensubiyet iddiası…
‘İnsan’ı gözardı eden, ‘adalet’i paranteze alabilen, yapan ‘bizden’se haksızlığa sahip çıkabilen böylesi bir ‘dindarlık’la bu ülke dindarlarının da, bu dinin de ulaşacağı bir gelecek yok maalesef.
‘Dindarların iktidarı’nda dinden uzaklaşmanın özellikle gençler arasında bir olguya dönüşmesiyle teyid edilen bir gerçek bu…
Kimlik siyaseti ‘dindar siyasetçiler’e kazandırıyor olabilir, ama dine kaybettiriyor.
Dindarlar ister kabul etsinler ister görmezden gelsinler, gerçek şu: Bir yol ayrımının eşiğindeyiz…