Tolstoy’un Savaş ve Barış romanında ortaya koyduğu, çoğu insanın yadırgayacağı kaderci denebilecek bir tarih görüşü vardır. Buna göre tarihin akışı münferit kişiler ve olaylardan çok halkların her bir ferdinin eylemlerinin toplamının sonucudur. Yani Tolstoy’a göre örneğin 1812 yılında gerçekleşen Borodino muharebesinin Napolyon’un dehası ya da Rus komutanlarının kararlarıyla ilgisi yüzeyseldir; bu “büyük isimler” tarihe en fazla savaş meydanındaki sıradan askerler ya da o dönem yaşamış alelade insanlar kadar etki etmiştir.
Tarihi; dehalar, büyük komutanlar, gaflete düşmüş imparatorlar ya da büyük hainler üstünden okuyan yaygın fikre aykırı bu görüşü nedeniyle Tolstoy yaşadığı çağda çok sert eleştirilmiştir. 19. Yüzyıl bir Celal Şengörler çağıydı ne de olsa, tarihi büyük isimlerin, kudretli komutanların halesinde yayılan dalgalar olarak gören monokrom fikirler popülerdi. O yıllarda tarihin kaderini Napolyon gibi yüce isimlerle açıklamak kabul gören anlayıştı; hatta Dostoyevski’nin Raskolnikov karakterine kadar işleyen bir çeşit Napolyon kompleksinin tüm Avrupa’da yayıldığını söylemek yanlış olmaz.
ABD’de Donald Trump’ın ikinci kez seçilmesi üstüne verilen tepkiye bakınca Tolstoy’un zamanında linç edilen bu bakış açısını hatırlamak yerinde olabilir.
Aklımın erdiği ilk ABD başkanı Ronald Reagan. 1981’den 1989’a kadar Beyaz Saray’da imiş. O yıllarda global haberleşmenin kral aygıtı televizyondu. Bütün aile akşamları aynı ekrana baktığı için çocuk yaşta bile Reagan ile Gorbaçov arasındaki görüşmelere detaylarıyla maruz kalıyordum. Sonrasında Kartallar Yüksek Uçar ve İstiklal Marşı ile kapanış…
O günden bugüne görev yapan tüm ABD başkanlarını eksiksiz sayabiliyorum. George W. Bush, Bill Clinton, Bush Jr., Barack Obama, Donald Trump, Joe Biden ve şimdi tekrar Donald Trump… Colin Powell, Dick Cheney gibi isimleri bile aklıma yazmışım. Koalisyonlarla bölük pörçük ilerleyen Türk siyasetindeki sırayı bu kadar net hatırlamıyorum, 2002 sonrası hariç tabi. ABD kültürü uzun süredir kürenin her yerinde kendini duyuruyor. Trump’ın yüzüne de 90’lardan beri aşinayız. Buralarda pek tutmasa da Apprentice Türkiye’de yayınlanmıştı, hatta bir taklidi de çekildi.
Gençliğinde 50’li yılların tanınmış bir aktörü olan Ronald Reagan’ı saymazsak sanırım aralarında en şaşırtıcı karakter Donald Trump… Hatta Reagan’a kıyasla grotesk bir hali olduğu bile söylenebilir. Dümdüz konuşan, dobralıkla hadsizlik arasında gidip gelen antipatik bir panayır patronu. Obama gibi elinde bir programla sahneye çıkmıyor, bir reaksiyonla gündeme geliyor ve sanki her kararı bir reaksiyonu ortaya koyuyor. Her yöne çekilebilecek şeyler söylüyor, ama muğlak konuştuğunda bile iddialı görünmeye çalışıyor.
En tuhafı da şu: Trump, “Make America Great Again” gibi acayip bir sloganla yola çıkıyor; yani dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücünü “Yeniden Büyük Yapma”yı vaat ediyor. Bu vaadi de alkışlanıyor. Diğer bir deyişle bu sloganın ABD toplumunda bir karşılığı var, ABD’nin bir süredir büyük ya da yeterince büyük olmadığı kanaatini taşıyanlar az değil. Pekiyi umulan büyüklük nedir? Örneğin askeri üstünlük kurularak Ukrayna’nın işgalinin önlenmesi mi? Sanmıyorum. İşçi sınıfının haklarının ve yaşam standardının yükseltilmesi mi? Trump’ın hayalindeki vergi modeliyle bu da zor görünüyor.
‘Great’ Amerikancada biraz hileli bir sözcük… Aynı zamanda ‘Harika’ anlamında da kullanılıyor. Çünkü ABD’yle tanıdığımız global tüketim kültüründe bir şeyin büyük porsiyon olmasıyla ‘harika’ olması çok yakın şeyler…
Tolstoy’un bakış açısını doğru kabul edecek olursak Donald Trump’ın tarihin bu aşamasında bir birey olarak başka bireylerden daha fazla önemi yok, yani Donald Trump’ın kişiliği ya da alacağı kararlar aslında bir toplumun kolektif hareketinin ifadesi olacak. Pekiyi içinde olduğumuz zaman diliminde sadece ‘reaksiyon göstererek’ dizginleri ele almayı başaran bir ABD başkanını nasıl yorumlamalıyız? Trump toplumun arzuladığı bir proje için değil bir reaksiyon vermek üzere seçilmiş gibi görünüyor.
Coca Cola içmekle övünen, seçmenini McDonald’s’da karşılayan bir başkan Donald Trump… Canının istediğini tüketmenin refah sayıldığı ABD’yi büyük görüyor. Canımın istediğini yerim ve kimseye hesap vermem.
Üst düzey yöneticilerin ya da karar vericilerin olduğu bir ortamda bulunan her birey şunu fark etmiştir: Yan yana durduğu bu sözümona seçkin insanlar aslında son derece sıradandır, alelade sağduyuyla iş görürler. İçlerinde ince zekası ya da kültürüyle öne çıkan birileri varsa sayıları her toplulukta olduğu kadardır. Yani hiyerarşinin üst kısımlarında da insan malzemesi değişmez. Üstelik toplumun çoğunluğunun dahil olduğu bağlantılardan yoksun kaldıklarından yorumlama kapasiteleri de sınırlanmıştır. Tolstoy, Rus aristokrasinin önde gelenleriyle irtibat halindeydi ve tarihin büyük aktörlerce yaratılmadığını belki bu sayede yakından gözlemlemişti.
Aslında Marx da belli yönlerden Tolstoy’u andıran bir tarih görüşü yaratmıştır: “İnsanlar tarihlerini kendileri yapar; ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerinde buldukları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar.” şeklindeki meşhur alıntısı sıklıkla karşımıza çıkar. Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i adlı metninde geçer bu ifade… Louis Bonaparte kim mi? Napoleon Bonaparte’ın yeğeni. Tıpkı amcası gibi bir darbeyle Fransa tahtına geçmiş. Fransa’nın son kralı.
Ancak Marx, Tolstoy’un aksine tarihi yaratan koşulların bir bilimini oluşturabileceğine inanıyordu, hatta teorisini bunun üstüne kurdu. Marksistler de uzun süre ‘diyalektik materyalizm’ ya da ‘bilimsel sosyalizm’ adını verdikleri bu düşünce sisteminin bir bilim olduğu kabulüyle hareket etti. Tolstoy, tarihin herhangi bir bilimin çalışma sistemine indirgenemeyecek kadar karmaşık ve belirsiz olduğunu düşünüyordu; ona göre, geriye bakıp olayları yorumlarken bir mit ya da masal yaratıyorduk sadece.
ABD’nin büyüklüğüne gelince, onu Andy Warhol şöyle tarif ediyor: “Bu ülkeyle ilgili en harika şey de şu: Amerika, zenginin de fakirin de aynı şeyleri satın aldığı bir tüketim geleneğini başlattı. Herkes gibi televizyon seyredip kola içebilirsiniz ve bilirsiniz ki başkan da kola içiyor, Liz Taylor da kola içiyor, sokağın köşesinde dilenen meczup da kola içiyor ve yani düşünün, siz de kola içiyorsunuz. Kola koladır ve paranız ne kadar çok olursa olsun daha iyi bir kola satın alamazsınız.”