“Şiddet kötüdür, nokta” diyebiliyor muyuz? İlk anda evet, fakat biraz düşününce şiddette de bir kötülük hiyerarşisi bulabiliyor, buradan da bazı şiddetlerin “daha kötü” olduğu sunucuna varabiliyoruz. Mesela fiziksel ya da manevi varlığı gerçek bir tehdit altında olanların şiddeti; onların fiziksel varlıklarını ya da onurlarını korumak için baş vurdukları şiddeti pekâlâ ‘savunma’ çerçevesinde algılayabiliyoruz. Bir kötülük olarak şiddet, burada tolere edebileceğimiz bir çerçevede kalıyor.
Bir de neredeyse ‘saf’ diyebileceğimiz kötülük biçimleri var. Geçtiğimiz haftalarda yaşanan, halinden şüphelendiği halde soğukta kalmasına razı olmadığı için arabasına aldığı bir kişi tarafından öldürülen taksicinin feci sonu önceki taksici cinayetlerinden daha büyük bir toplumsal dehşete yol açmıştı. Bu ‘nedensiz’ cinayetin toplumda ‘saf’ bir kötülük olarak algılanmasının bir nedeni de katilin tabancasını ateşledikten sonra henüz canını teslim etmemiş taksiciye verdiği nasihatti: “Bazı insanlara güvenmeyeceksin…”
Kötülük bazen işte böyle ‘saf ve şeffaf’ haliyle gösterir kendini, orada artık sergilenen kötülüğü başka bir kötülükle kıyaslamak ve kötülük hiyerarşisinde ona bir yer aramaya çalışmak imkânsız hale gelir.
Peki, özünde bir şiddet türü olan ve kullanımı devlete münhasır yasal cezalandırmalar arasında da böyle hiyerarşik ayrımlar yapabilir miyiz? Evet yapabiliriz, hele ki Türkiye’den söz ediyorsak…
Buraya kadar yazdıklarımı aklınızda tutun, şimdi geniş bir parantez açarak Türkiye’deki “FETÖ soruşturmaları”na dair bazı hatırlatmalarda bulunacağım, ardından bu noktaya tekrar döneceğiz…
Yüz binlerce insanın ‘terörist’ ilan edildiği bir vasatta birkaç bin kişinin suçsuz olma ihtimaline yöneltilen otomatik, kategorik itirazlar
Malum, iktidar 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimini “Allah’ın bir lütfu” saydı ve bunu a) demokrasiyi budamak, b) Gülen organizasyonunun -Erdoğan’ın sözleriyle- hem altını (“ibadet”), hem ortasını (“ticaret”) hem de üstünü (“ihanet”) ağır bir biçimde cezalandırmak amacıyla kullandı. Yüz binlerce insanın ‘terörist’ ilan edilmesinin kanuni gerekçesi de sihirli kelime ‘iltisaklı’da bulundu.
15 Temmuz darbe girişiminden sonra hayatımıza giren ‘iltisaklı’ kelimesi, Gülen cemaatinin yalnız ‘kriminal merkez’ini değil, etrafındaki geniş sempatizan ağını da cezalandırma niyetini ve arzusunu ifade ediyordu. ‘Bitişik olan’, ‘temas eden’ anlamına gelen ‘iltisaklı’ kelimesi, kolayca anlayabileceğimiz nedenlerle 15 Temmuz’u izleyen aylar boyunca hep işlevsel kaldı.
Fakat darbe girişiminin üzerinden yaklaşık 15 ay geçtikten sonra ilginç bir hukuki gelişme oldu. Yargıtay 16. Ceza Dairesi 26 Ekim 2017’de verdiği bir kararla “sempati”nin örgüt üyeliğine yetmeyeceğini karara bağladı.
Yargıtay, “İlçe imamıyla telefonla görüşmek, sohbet toplantılarına katılmak, Zaman gazetesine abone olmak ile kızını Altınbaşak adlı cemaat okulunda okutmak” suçlamaları ve ‘FETÖ üyeliği’ iddiasıyla yargılanıp mahkûm olan Ağlasun İlçe Tarım Müdürü Hakan Özcan’ın davasında sanığın örgüt üyesi sayılamayacağını hükme bağladı ve tahliyesine karar verdi.
Yargıtay 16. Ceza Dairesi, kararında örgüt üyeliğiyle örgüte sempati duyma arasında net bir ayrım yapıyor, “örgütün amaçlarını, değerlerini, ideolojisini benimsemek, buna ilişkin yayınları okumak, bulundurmak, örgüt liderine saygı duymak gibi eylemler örgüt üyeliği için yeterli değildir” tespitinde bulunuyordu.
“FETÖ/PDY Çatı İddianamesi” de öyle diyordu
Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin bu ‘örgüt üyeliği’ yorumu, Gülen örgütlenmesine yönelik yargı faaliyeti kapsamında ilk kez karşımıza çıkan bir yorum değildi. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2015’te başlattığı ve 15 Temmuz darbe girişiminden hemen önce iddianameye dönüştürdüğü soruşturma da bu “örgüt üyesi-sempatizan” ayrımı temelinde yürütülmüştü. En azından başsavcılık iddianamede öyle diyordu:
“Bu örgütün evinde kalan, yurtlarında barınan veya okul ya da dershanelerinde öğrenim gören gençler, dershane, özel okul ve yurtlarda faaliyet yürüten öğretmenler ve yöneticiler, aynı şekilde örgütün emrinde faaliyet yürüten dernek, vakıf, banka veya ticari şirket çalışanları, bu örgütün elindeki işyerlerinde ücretli çalışan emeği ile geçinen kimseler, açıkça bir suça karışmadıkları sürece, sırf bu irtibatları ceza sorumluluğu doğurmadığından özellikle soruşturma dışında tutulmuştur. Fetullah Gülen örgütünün sempatizanı olup bu örgütü dini bir kuruluş sanarak cemaate gönül bağı bulunanlar da soruşturma harici tutulmuşlardır.”
“Çatı” gibi iddialı bir sıfatla sunulan iddianamenin sadece 72 kişiyi kapsıyor oluşu, Başsavcılığın, soruşturmayı gerçekten de tanımladığı suç ölçülerine göre yürüttüğünün belirtisi sayılmalı. Fakat muhtemeldir ki, bu iddianamenin böyle yazılmış olması, onun 15 Temmuz darbesinden önce hazırlanıp mahkemeye gönderilmesiyle doğrudan ilgilidir. “Allah’ın lütfu” 15 Temmuz’dan sonra yargının lugatine “iltisak” diye bir kelime girdi, o andan itibaren örgüt üyeliği ile sempatizanlığı arasında herhangi bir fark görülmemeye başladı ve bu sayede de yüz binlerce insanın ‘terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla soruşturulup yargılanması mümkün oldu.
Cumhuriyet tarihindeki devlet zulümleri arasında özel bir konum
İktidarın, yargıyı takmayıp Gülenciliğin sempatizan ağını da cezalandırma kararlılığı, Cumhuriyet tarihi boyunca hiç eksilmeyen devlet zulmünde yeni ve ‘üstün’ bir ‘aşama’ anlamına geliyordu. Bunu hangi anlamda kullandığımı eski bir yazımdan aktararak anlatacağım:
“’Cehennem, acı çektiğiniz yer değildir. Cehennem, acı çektiğinizi hiç kimsenin bilmediği yerdir’ demişti Hallac-ı Mansur.
“Burada ‘bilmeyen’i, en dar ve direkt anlamıyla ‘haberi olmayan’ diye düşünmemek gerekir. Buradaki ‘bilmeyen’, birilerinin çektiği acıdan haberi olmayandan çok, haberi olduğu halde acıyı görmezden gelendir, bildiği halde yokmuş gibi davranandır; ki bu da acı çekenin bulunduğu yeri cehenneme çevirir.
“Türkiye, kısa dönemler hariç hep hukukun askıya alınarak birilerine kan kusturulanların ülkesi olageldi. Solcular, Kürtler, muhafazakârlar sırasıyla nasiplerini aldılar bu hukuksuzluk ve ağır baskı dönemlerinden.
“Hallac-ı Mansur’un ölçüsüyle, bu dönemleri ‘cehennem’ olarak yaşayanlar da hep oldu. Fakat yine de o dönemlerde çekilen acıların bilinirliği ve kabulü, son yıllarda ‘FETÖ iltisaklıları’na reva görülenlerin bilinirliğinden ve kabul düzeyinden çok daha yüksek oldu. Yani Türkiye hiçbir zaman bugünkü kadar ‘Acı çekenlerin acı çektiğini kimsenin bilmediği yer’ olmamıştı.
“Bir yeri acı çekenlerin cehennemi haline getirebilmenin en etkili yolu, acı çekenleri başkalarının gözünde şeytanlaştırmak, nefret objesi haline getirmektir. Bunda ne kadar başarılı olursanız, birilerinin çektiği acıları başkalarının görmemesi hedefinize o kadar çabuk ulaşırsınız. Siyasi iktidarın ve devletin, Gülen cemaatinin sempatizanlarını (da) şeytanlaştırmak alanındaki başarısına 10 üzerinden kaç puan verirsiniz diye sorsanız bana, cevabım ‘10’ olur.”
CNN Türk stüdyosunda moderatör konuğu uyarıyor: “Ya 387’den 10’u FETÖ’cü olsun, 10 diyorum ya, yetmez mi?”
Geçtiğimiz günlerde CNN Türk televizyonunda şaşırtıcı bir programa denk geldim. Konu, Danıştay’ın 15 Temmuz 2016’dan sonra görevden alınan 5 bine yakın hâkim ve savcıdan 387’sini, haklarında hiçbir delil olmadığı gerekçesiyle görevlerine iade etme kararı almasıydı. Gelişme burada da 387 hâkim ve savcı sanki son günlerde ve topluca göreve iade edilmiş gibi ele alındı. Oysa bu sayı 2016’dan bu yana geçen 7 yıl boyunca göreve iade edilenlerin toplamını gösteriyordu. ‘Haber’, onu servise koyan odağın özenle kurguladığı manipülasyon gereği iktidar yanlısı yayınların hepsinde böyle sunuluyordu, CNN Türk’çüler de öyle yapmıştı ama beni şaşırtan bu değildi.
Beni şaşırtan, stüdyodaki üç konuktan ikisinin, çok özel koşullarda verilen beş bin hâkim ve savcıyla ilgili kararlardan bazılarının ‘yanlış’ olabileceği, keza 5 binde 387’nin oransal karşılığının da gayet makul olduğu yolunda görüş ileri sürmeleriydi. Programın sunucusu bunu tahammülfersâ buldu ve konuklarının bu şuursuzluğuna isyan etti: Böyle riskler göze alınamazdı, bırakın 387’yi, aralarında 10 ‘FETÖ’cü olsa bile alınamazdı: “Ya 387’den 10’u FETÖ’cü olsun, 10 diyorum ya, yetmez mi?” (Sunucunun tiradını tamamladıktan sonra kameraya dönüp attığı saniyelik “kayda geçsin, böyle naif salaklıklara katlanamam” bakışını hiç unutamayacağım.)
“FETÖ’cünün sempatizanı da süründürülmeli” anlayışını savunmak bugün yedi yıl öncesinden daha ‘kötü’
Başa döndük…
Kötülük ve şiddet için dahi bir hiyerarşiden söz edilebileceğini, bazı kötülük ve şiddet biçimlerinin başka bazı kötülük ve şiddet biçimlerine nazaran daha kabul edilebilir olduğundan söz etmiş, ardından şu soruyu sormuştuk: “Peki, özünde bir şiddet türü olan ve kullanımı devlete münhasır yasal cezalandırmalar arasında da böyle hiyerarşik ayrımlar yapabilir miyiz?”
Cevap da şöyleydi: “Evet yapabiliriz, hele ki Türkiye’den söz ediyorsak…”
Kanaatimce, darbeye iştirak etmekle suçlananların yanı sıra ‘FETÖ iltisaklıları’nın da cezalandırılması talebini 15 Temmuz’dan hemen sonrası için savunmakla bugün, yedi yıl sonunda savunmaya devam etmek arasında ciddi bir fark var. İkisi de yanlış, ikisi de ancak ‘kötülük’ duygusunun eşliğinde savunulabilir, fakat ikisi arasında önemli bir fark var. Birincisinde iktidarları (siyasetçiler) ve iradeleri (seçmenler, halk) gasp edilmeye çalışılmış insanların karmaşık, oturmamış duygularla, öfkeyle verdiği kararlar söz konusu. Böyle bir durumda darbeye kalkıştığı düşünülen örgütün kriminal kısmı ile sempatizanları arasında ayrım yapmamak bir ölçüde anlaşılabilir. Fakat ikinci durumda öyle değil. İkinci durumda artık tercihler soğukkanlı bir akılla yapılıyor ve akıl yedi yıl sonunda da “hepsi aynı çuvala” diyorsa, buradaki kötülük artık ipini koparmış bir kötülüktür.
Keza en muhkem delili istihbarat raporları olan, ‘duyum’ların da önemli bir rol oynadığı 5 bin kişilik “FETÖ’cü hâkim ve savcılar” listesinde 387 kişilik bir ‘hata’yı bunların hiçbirinin dosyasına bakmadan mahkûm etmek de yine böyle ipini koparmış bir kötülüğün eseri olabilir.