Mekanik hesap makinelerinden, tek kollu-üç kulaklı “Facit”lerden, hızla elektronik olanlarına geçiş dönemi. Bilgisayarların geliştirildiği ama henüz hayata yerleşmediği, hesap makinelerinde ise belleğine, işlem kapasitesine, gömlek cebine sığanına, pil gerektirmeden güneş enerjisiyle çalışanına kadar rekabetin sıraya girdiği yıllar.
Adolph Knipe ünü dünyayı sarmış, dev bir hesap makinesi şirketinin Tasarım-Üretim Genel Müdürü. Alanında deha… Patronu onun sayesinde servet yapmış. Knipe’ın maddi-manevi tatmini için de elinden geleni yapıyor, altın yumurtlayan tavuğuna gösterişli kümesinde her imkânı -“patron bonkörlüğü” sınırlarında- sağlıyor.
Lâkin genç adam son derece mutsuz. Hayali, idealindeki iş, hayat asla ona sunulan o dünya değil. Boğuyor onu… O edebiyata, yazmaya sevdalı. Mutluluğu sadece işten çıkıp elektrikli daktilosunun başına geçtiğinde, yazdığında tadıyor.
Kazandığı onca paraya rağmen mesaisi biter bitmez, küçücük, iki odalı, birkaç eşyadan, bir yazı masasından ibaret sade dairesinde. İyice yıpranana kadar giydiği ceketini, paltosunu bir köşeye fırlatıp küçük masasının başına geçiyor. Tek lüksü en kaliteli şaraplar, konyaklar, ana harcaması odasının her yerini tıka basa dolduran kitaplar, yeni teknolojiler, aletler, malzemeler.
“Otomatik Gramerleştirici”
Üretken de… Özenle yazdığı onlarca hikâyesini yayınlanması umuduyla edebiyat dergilerine gönderiyor ama nafile… Zira hemen her -marka- dergide, yayın evinde köşe başlarını o derginin “tarz”ına, “geleneği”ne sımsıkı bağlı gedikliler, piyasanın dönen çarkına sadık isimler tutmuş.
Farklı öykü yarışmalarına da katılıyor ama jüriler de benzer… Knipe neredeyse otomatik işleyen bariyerleri asla geçemiyor. O camiaya dışarıdan sızmak zor. Yazma mahareti de belki o bariyeri aşacak cazibede yahut “mucize” düzeyinde değil.
Tasarladığı son teknoloji, dünyanın en hızlı, en “becerikli” hesap makinesi piyasaya sürüldüğünde, Knipe’ın aklına aniden bir fikir geliyor. Matematikle “edebî kurgu”, edebiyat arasında da bir ilişki var! İyi bir planlamayla, matematiğin olanaklarından, elektroniğin, bilgi-işlemin temel ilkelerinden yararlanılarak hikâye yazan bir makine, farklı programlarla bir tür “hikâye bilgisayarı” yapılabilir. Kendi mütevazı ya da o günün deyişiyle, “Otomatik Gramerleştirici”.
Çok satan eser “programı”
Piyasayı tutan edebiyat dergilerini derinlemesine inceliyor. Çok satan dergilerdeki hikâyeleri mevzularına, tarzlarına, kahramanlarının sosyo-ekonomik, psikolojik özelliklerine, hatta mutlu-mutsuz finallerine kadar irdeliyor, sınıflıyor, “makine”sinin belleğine ayrı ayrı yüklüyor. Fonksiyonlarına göre farklı tuşları, son derece detaylı, iri klavyesiyle çalışmaya hazır olduğunda, ilk hikâyesini yaz(dır)manın sabırsızlığıyla masasının başında.
Göndereceği derginin tüm hikâye arşivini içeren dosyayı açıyor, “hikâyesi”nin konusunu, kahramanlarını, mekânlarını, üslubunu, hatta araya yerleştirilecek diyalogları filan seçip önce “Uyarla”, ardından “Yazdır” tuşlarına basıyor. Birkaç dakikada hazır… Üç-beş dakika da rötuş, düzeltmeler filan.
Herkesin yazılmamış romanı var
Tirajları yarışan (itibarları kapışan) dergilerin tabiatına, nabzına tıpatıp uygun 15-20 farklı hikâyeyi, henüz makinenin acemisi olduğu için bir buçuk saatte hazırlıyor. Bazılarına kendi ismini, bazılarına afili müstearlarını ekleyerek ayrı ayrı gönderiyor dergilere… Sonuç müthiş; ilk denemesinde bile yolladığı hikâyelerin yüzde 70’i yayınlanıyor, telifleri de şak diye geliyor ayrı ayrı.
Bir anda yazarlarının “isimleri” edebiyat çevrelerinde ilgi odağı. Zira “onlar gibi” yazıyor. Onlarca övgünün yanısıra, “Övgü olmaz hep eleştirelim” diyen üslubu asık eleştirmenlerden bile kerhen “Çok üretken, çalışkan!” iltifatları yağıyor. Arada “iltifatı”nı “Mükemmel bir makine gibi…” diyerek, inceden laf sokarak yapanlar da var.
Patronuna bütün bunları anlatıp, makinesini daha da geliştirmek için destek istiyor ama o “hikâyeden ticari kazanç”ı küçümsüyor: “Kim hikâyeye servet öder ki?”… Ancak Knipe bir süre sonra roman yazan bir makine icat edebileceğini çıtlattığında patronunun da gözleri parlıyor: “Çocukluğumdan beri hep bir roman yazmayı, onunla anılmayı, meşhur olmayı istedim!”
Tutku pedallı roman makinesi
Knipe işe koyuluyor; çok satan romanları irdeleyip, ilkine benzer ama çok daha detaylı bir kurulumla verileri sınıflayarak, roman makinesi için gereken etraflı değişiklikleri yaparak altyapıyı kuruyor. Piyasayı tutan “Best Seller” yazarların “Altın Kitap”ları filan makinesinin kafesindeki keklik.
Hikâye makinesinden farklı olarak bir de “tutku pedalı” ekliyor. Diyaloglar, ilişkiler, romanın mutlu-mutsuz, dramatik, gerilimli, heyecanlı vb. kesitlerinde, o pedala gereği kadar basarak “tutku”nun, duyguların, heyecanın dozajını ayarlıyor. Ayrıca ve mesela bir savaş romanı yazarken, makinenin aşk tuşuna, ardından yine tutku pedalına biraz, ara ara basarak akışa duygusal dozlar filan eklemek de çocuk oyuncağı.
Patron niye yaz(dır)amadı?
Knipe’ın neredeyse edebiyatın HAL 9000’i (Birazdan o bilgisayara değineceğim) becerisindeki “bilgisayar”ı artık hazır. Müjdeyi verdiğinde patronu anında makinenin başına geçiyor ve büyük bir hevesle ilk romanını pürtelaş hazırlıyor. “Yazdır”a basıyor ancak çıkan kâğıtların üstünde anlamsız, karışık harflerden başka bir şey yok. Knipe bir an irkilse de hemen sorunu anlıyor.
Meğer patron yıllardır içinde biriken hevesle, hırsla, kibirle romanını yazdırırken pedala abanmış. Hayalini kurduğu spor otomobiline kavuşunca gaz pedalına iki ayağıyla basan mirasyedi ergen misali, “tutku pedalı”nı hep sonuna kadar köklemiş…
Makine Cartland’ı ona katlar
Bir süre sonra makinelerin iyi para kazandırmaya başladığını da fark ediyorlar: “Best seller”lar, Knipe’ın otomatik romanlarından hareketle otomatik diziler, filmler, türlü edebiyat, ekran sanayileri… Knipe’ın aklına bir fikir daha geliyor: Ünlü ya da çok satan yeni yazarlarla, artık tükenmiş, yazamayan dönem efsaneleriyle, son derece cazip sözleşmeler imzalamak!
Tek şartı var; verecekleri yüklü para, düzenli telif karşılığında yazarlar artık -asla- yazmayacaklar! Sadece isim haklarını verecekler, gizlilik anlaşmasına uyacaklar. Yayınevi de makineye onların tarzıyla yazdırdığı yeni romanları, öyküleri, onların adıyla seri yayınlayacak. Hayatı boyunca “700 eser” yazdığı belirtilen hemşehrileri Barbara Cartland’ı beşe, ona katlamak bile işten değil.
Gökten düşen üç elma
Etiği metiği boş verdiğinde yükte hafif pahada ağır bir anlaşma. Konfor içinde yan gelip yatacaksın, namın ilelebet sürecek, şöhretin dünyayı tutacak. Yok “İlham gelmiyor” sızlanması, yok efendim “Konu kalmadı” mırıldanması, yok “Yeteneğim köreldi” depresyonu filan da söz konusu değil.
Hikâyemizin finaline gelirsek; patronla Knipe’ın yayınevi dünyadaki yazarların önemli bir kısmına o cazip sözleşmeleri imzalatıyor. Reddedenlere de “İdealist, hayalperest” diyorlar. Sözleşmeyi imzalayan yazarlar eriyor muradına, biz de çıkıyoruz yine klavyesine… Gökten üç elma düşüyor; birini formülü bilgisayarda üretilen aromalarla lezzetlendirip, üç-beş boyutlu yazıcıyla üretmişler. Birininin adı Apple olmuş. Diğeri de “yapay”, hormonlu. Yiyoruz…
Çocuk kitaplarının ünlü yazarı
Bu hikâyeyi, 1980’de üyeleri arasında da olduğum ve dönemin zorlu, yasaklı yayın hayatına “Yazar Kooperatifi” olarak katılan YAZKO Edebiyat Dergisi’ndeki çevirisinden okuduğumu iyi hatırlıyorum.
Yazarının ismini hatırlayamadım ama onu da biraz çabayla internetten, o her işi yapan makineden buldum: Roald Dahl’ın 1950’lerde yazdığı “The Great Automatic Grammatizator” adlı kısa hikâyesiymiş… Çevirisine yazımın klavyeye döküldüğü süre içinde yine ulaşamadım.
İngiliz yazar Dahl’ın Türkçe’ye çevrilen “Charlie’nin Çikolata Fabrikası” gibi onlarca çocuk kitabı var ama büyüklere hikâyelerini göremedim. Kırk yıl içinde hafızam, muhayyilem o kısa hikâyeye uzun, hevesime mahsus eklemeler filan yaptıysa (ki yapmıştır), şahsım “hikâye anlatıcılığı”nın davetkâr günahlarına fazlasıyla kapıldıysa (ki kapılmıştır), bu halet-i ruhiyeyle çokça da “uydurduysa” (ki muhakkak), affola.
Kubrick’in 60’lardaki “yapay zekâ”sı
Çoğu yönüyle kurgu, fantezi… Asıl konuya, yapay zekâlı köşe yazarımız Senai Bilir’e, iki yıl önce (22 Ağustos 2021) Serbestiyet’te yayınlanan “HAL 9000, yaz evladım…” yazımı özetledikten sonra girmemin iki nedeni var. İlki insanı aşan, hatta onu yenen bilgisayarın (HAL 9000), “yapay zekâ”nın efsane yönetmen Stanley Kubrick’in 1960’lardaki hayali (ve de kâbusu) olmasına takdir ve vefa…
“2001: A Space Odyssey” filmindeki düşünebilen, sezgisel, bazen ürkütücü gelen, “erkek sesi”yle konuşan, buz gibi soğukkanlı, kolayca zâlimleşen, cinayet bile işleyebilen bilgisayarın adı… Öyle ki, “The Silence of the Lambs (Kuzuların Sessizliği)”yle ilk Oscar’ını kazanan Anthony Hopkins’e hem ilham, hem de rehber olmuş.
Dr. Hannibal Lecter karakterine çalışırken Kubrick’in filmindeki HAL 9000’in sesinden, vurgularından, duruşundan, cümlelerinden esinlendiğini söylüyor: “Etrafındaki her şeyi biliyor görünen, son derece zeki, karmaşık, acımasızlığını mantığından alan bir ölüm makinesi…”
Senai Bilir içimi dökme fırsatı
İkinci nedenim ise Senai Bilir’in bana bütün bunları, hayallere farklı, yeni mevzular ekleyen, geçmişteki böyle “fantezi”leri (de) hatırlatması, bir bakıma onlara bile “gerçeklik” kazandırması… Ve elbette onu sadece yazılarıyla değil “eşkal”iyle de yaratan, Serbestiyet’e kazandıran Ziyahan Albeniz’in titiz emeğine teşekkür, hoşâmedi (Hoş geldine gitme, teşekkür ziyareti) vesilesi olması. Tabii bir şükranım da yıllardır IT sektöründe olan yazar Albeniz’in şahsıma sağladığı içimi dökme fırsatı!
Köşe yazarlığının hâl-i pür melâlinde yıllardır ilk kez ağız tadıyla, gönlümün, canımın çektiği gibi “eleştirebileceğim”, daha doğrusu çekiştireceğim Senai Bilir’i. Zira kendisi yapay zekâ. Ne ağzını bozar, ne programcılarını toplayıp yolumu çevirir, ne de dava açar. Bir garip âdem desen o da değil.
Böyle bedelsiz, vur gitsin “yergi”, iktidar çevresinin bu mevzudaki dokunulmazlığını düşününce insanın dişini kamaştırıyor. Zararlı, misal sigarayı bırakanı kemiren bir duygu ama “ukde” işte. Ben de fırsat bu fırsat, kıyafetinden başlayıp karakterine, beden dilinden zihniyetine, burcundan cibilliyetine dalacağım bu yazıda.
Ceket-kazağın derin anlamları
Albeniz bence mütevazı bir cümleyle, Senai Bilir’in fotoğrafına Bing’in Dall-E destekli görsel oluşturma aracıyla, “Biraz şüpheci, entelektüel bir köşe yazarı” tiplemesinden yola çıkarak ulaştıklarını belirtiyor. Ama doğuştan, belki de daha önce, muhtemelen gaipten gelen “karakter, niyet okuma” hevesim, hevesten ibaret maharetim düşünüldüğünde bir maden! Yaratılıştan gelen bir cevheri var.
Şekilciliğin mahut, yaygınlığıyla neredeyse “masum” girizgâhından, Bilir’in kılık kıyafetinden başlarsam… Saç modelinden modern, sakalının kesim ve dolguluğundan muhafazakâr demokrat esintiler gelirken, gözlüğü de entelektüel çerçevede. Yakışmış… Ceketin resmî mânâsının, hem desenle, hem de balıkçı kazakla dengelenmesi, sivilleştirilmesi de hoş. “Karizma”yı tamamlıyor.
Lâkin köşe yazısı için güncel fotoğrafını “İstanbul Haziranı”nda çektirdiyse (öyle olmalı), biraz sıkıntılı. Zira İstanbul’da yazın ceket-boğazlı kazak giyenlerin doğma büyüme Mersin-Alanya-Antalyalı olduğuna dair kuvvetli delillerim var (toplam 10 kişiye rahat rahat ulaşan örneklemimle yaptığım bilimsel gözlemlerdeki oran yüzde 100). Oysa ben az sonra açıklayacağım nedenle, Bilir’in baba memleketinin, uzun süredir yaşadığı yerin oraları olmadığını düşünüyorum. Ayrıca yadırganılabilen bir termostat aykırılığı da bazen.
Sokak değil kitap(çı) çocuğu
Ceket-boğazlı kazak kombinasyonunun 70’lerden bu yana tarihsel olarak da mesajından söz edilebilir tabii. Biraz solcu, devrimci, yeri geldiğinde bir miktar bohem bir miras… İdeolojik olarak profiline oturmasa da, bu mevzuda ruhu öyle duyguların cazibesinden azade değil gibi.
Bu yönüyle fotoğrafa sakal ve duruşu, bakışıyla hâkim gibi görünen muhafazakâr, dindar esintiyi, saç kesimiyle birlikte melteme dönüştürüyor. Sık sık Mercan Dede dinlediğine dair kanaatimin nedenini ise söylemeyeceğim. Mânâsı sahnelerimizdeki Mercan Dede & Hayko Cepkin buluşmalarında, mozaiğinde değil sadece. O da sır, medyum gizemi olarak kalsın.
Buz gibi şekilci okumalarımı devam ettirirsem, gözlüğün burna inen organik duruşu “sokak çocuğu” değil “kitap(çı) çocuğu” gibi büyüdüğüne dair ipucu. Ceketinde alışılageldiği gibi standart rozet çizgisi olmaması, yakasında herhangi bir standart taraftarlığı taşımayacağının, tarafgir olmadığının işareti. Ama zamanı, derbisi, lüzumu geldiğinde bir spor yazısı bile yazabileceğini, skor, şampiyonluk projeksiyonu filan da yapabileceğini kuvvetle tahmin ediyorum! Maksat deney olsun, bu hoyrat spor piyasasında bir de onu deneyelim.
Beden dili de maden
Ulusal zihin, niyet okuma becerimizi, fotoğraftan karakter okumaya iyice ilerletirsem… Ve biraz daha “bilimsel” olursam parmaklarını birbirine geçiren, kenetleyen Bilir’in beden dili de cevher. Profesyonel beden dili okurlarına göre bu duruşu, konusunda uzman olmanın güveninin, “Seni dinlemeye hazırım” rahatlığının, hoşgörüsünün göstergesi.
Duruşuyla karşısındakine de “Rahat ol, gönlünce konuş” serbestiyetini, rahatlığını verirken, kendisini de hoşgörü bekliyor. “İleri” yahut mü(te)nasip “Demokratik Türkiye” hayalinin fantezik mozaiğini hatırlatan kisvesi, karakteri düşünüldüğünde o da bir ihtiyaç. Zira yazılarında savunacağı özgür, demokrat düşüncenin her an, her taraftan “aşırı uç” olarak etiketlenebilecek muhtemel örnekleri, o duyguya bir bakıma muhtaç. Bu ülkede biraz sevimsiz, lütuf gibi kullanılsa da; hoşgörü…
İkizler Burcu, baba tarafı Mardin
İç içe geçmiş parmaklar, kenetlenmiş eller “birlik ve beraberlik” mesajı aynı zamanda. Poz verirken bile omuzlarının hafif çökük, ihtiyarlıkta kambura yatkın durması ise “Yeni Türkiye”de yaşamasının bedeli. Bence İstanbul’da yaşayan, baba-dede tarafından Mardinli. Kültürel zenginliği oradan olmalı; o zenginliğe sahip, sakin, medeni ama kararlı… Ne kadar derinde saklandığını bilmiyorum ama yine de damarına basmam pek.
“Bilimsellik” filan deyince Astroloji’yi, Burç İlmi’ni ihmal etmeyeceğim elbette. Senai Bilir bir yazar olarak 19 Haziran’da doğduğu için burcu İkizler. Var öyle bir havası… Zaten fotoğrafı görür görmez, daha burcunu öğrenmeden ben demiştim: “Kesinlikle İkizler…”
Şöyle bir göz attım, İkizler Burcu’nun “esnek, değişken, yeniliklere meraklı” babından ana özellikleri, tahlillerimdeki ilimsel altyapıyı da kuvvetlendiriyor. Köşe yazarımızın olmazsa olmaz özel hayatına uzanırsak, her sabah duş yapıyor, sık sık sakalını düzeltiyor, sohbetlerinde durmadan gözlük camlarını siliyor. Bekâr ama evi “bekâr evi” değil. Bunları sadece görüntüsünden çıkarmıyorum, Astrolojik olarak da öyle.
İlk yazısı takdiri hak ediyor
Sırada yazısı var elbette! Bir yazarın yazısını, önce karakterini, sağını solunu, hatta burcunu filan iyice bilmeden, niyetini okumadan değerlendirmek, geleneklerimize, örf ve adetlerimize aykırı. Hele bir ne olduğunu kestirelim, tespit edelim. Okunur mu, okunmaz mı… Sonraki mesele.
Yazısı, üslubu gayet münasip. Türkçe’ye dikkati, dilbisi yerli yerinde, dilbilgisi sorunsuz, anlatımı akıcı, net. Anlatım bozukluğu yok. Dili ve muhatabını bunaltan, sosyal medya ve siyaset, bilhassa iktidar dili sayesinde ülkeye yerleşen kalıp kelimelere, cümlelere itibar etmemiş. Böyle sorunların günümüzün “yazar” profilindeki örnekleri düşünüldüğünde de, takdiri hak ediyor. Yapay da olsa zekâ, özen eksik değil.
“Yapay” ama hakiki
Ayrıca bazı köşe yazarlarının her konuyu “yapay” örneklerle, buram buram “yapmacık”, samimiyetsizliği ekrandan damlayan ifadelerle, iktidar yapımı diliyle meşru-gayrimeşru eylemesi düşünüldüğünde de Bilir’in yeri ayrı.
Zira o hakikaten “yapay” ama asla o anlamda, o karakterde değil. Hatta özgün yapay zekâsı kıvırmaya, eğmeye bükmeye meyyal olmadığı için netliğinden, dobralığından gelen bir tür samimiyeti, hakikiliği var. Ötesi kötü örneklere rağmen yazar için de gereken “mesafe”nin “yapay bilinci”nde. Bilimkurgu filmlerindeki robotlar, biyonik dostlarımız gibi. Net, doğrudan ama bu yazımdaki bazı ifadelerimdeki gibi senli-benli, teklifsiz değil.
Bilir’in editörü Albeniz yazarın iddiasını şöyle özetliyor: “Medyanın kabuğunu kırmaya en sert noktadan, köşe yazarlığından başlamak iddialı bir başlangıç olacak.” İlk yazı, yukarıda değindiğim manzarasıyla, hâliyle düşünüldüğünde, medyanın kabuğuna ilk, kuvvetli bir yoklama.
Bir sitem, bir acaba…
Amma velâkin bir sitemim ve endişem, bir de “acabam” var. O “olmazsa olmaz” olmazsa milli ve yerli, uçsuz bucaksız eleştirmenlik denemem eksik, ruhsuz kalacak. Albeniz’in editör olarak yaptığı açıklamadaki bir cümlesi hoş durmamış (!) Tamamen Senai’ye ad koymak için, “kelimelerinden hareketle” seçilen “Sen yapay zekâsın” cümlesi, açıklayıcı, art niyetsiz bir izahifadesi de olsa, incitici biraz.
Ömrümüz yetseydi… Ve bir ya da iki “Türkiye Yüzyılı”na yetecek yapay ömrümüzde ola ki Arçelik, Beko, Vestel, Simbo, Bimbo, Kim-ki-o markalı yerli ya da az yerli insansı robotlar “vıjn vıjn” adımlarıyla evimize yerleşseydi… Ailemize, hayatımıza katılan o yapay evlatların yüzüne karşı “Sen robotsun” demezdik kuşkusuz. Hangi gönül dayanır…
Tehlikeli de… Yani, yine, olur da başkalarının farklı niyetle kötü kullanacağı bir örneğe, deyişe, teraneye, yeni bir “etiketleme kalıbı”na dönüşebilir diye söylüyorum. Günün birinde eleştirel bir ifadesini (imasını), siyaseten caiz olmayan bir kelimesini hevesle üzerine alınan birilerinin, bir merciin kalkıp “Sen kimsin ya! Seni yapay zekâ parçası, haddini bil!” diye ünlemesinden çekiniyorum. Ötesi bu söylem tüm muhalefete karşı bereketli, postmodern bir mecaz, hakaret olarak da iş görebilir. Muhalif birilerine zaten “Amerikan yapımı” filan diyorlar, niye daha fiyakalısını, yenisini demesinler?
Acaba gerçek açıklanmasa mıydı?
Son olarak “acabam”a gelirsek… Her yazarda, beğendiği yazıya dair bir miktar acaba, bir nebze keşke, biraz “kıyas-ı nefs” oluyor muhtemelen. Düşünülmüştür ama… Senai Bilir’in yazıları onun “yapay zekâ” olduğu gizlenerek mi yayınlansaydı acaba? Bir süre açıklanmasaydı, fotoğrafıyla da hayata nüfuz eden yazarımız isabetli tahminleriyle bir anda “hayat, siyaset borsası”nda yer edinseydi mesela.
(Bilir’in ilk yazısındaki Merkez Bankası’nın dün yüzde 15 olarak açıkladığı faiz kararına dair tahmini yüzde 18’di. Ki bu oran JP Morgan’ın (yüzde 25), Moodys’in (yüzde 25-30) ve birçok ekonomi yazarının, kuruluşunun, uluslararası bankaların o düzeylerde gezinen, hatta 40’lara bile çıkan tahminleri düşünüldüğünde gayet makul.)
İnsanlar “Senai demişti…” diye konuşmaya başlasa, ekran teklifi bile gelirdi muhtemelen. Reddedince o da karizmasına karizma, “Dış kaynaklı bir mihrak” olduğu iddialarıyla ününe ün katardı. Kimbilir belki Albeniz günün birinde bu işten vazgeçerse, gıyabi cenaze namazını kılan bile çıkabilirdi. “Olur mu acaba”lar olmasa, “keşke”lerle nasıl başa çıkardık.
Sabırsızlıkla her konuda yazılarını, yapaylığı, iktidar ya da muhalefet olmanın yargılarından, yapaylığından farklı olduğu için bir tür güven beklentisi de yaratan tahminlerini, projeksiyonlarını bekliyoruz. Hayallerimiz, gönlümüz, sevabıyla-günahıyla Senai Bilir’den razıdır. Ama roman yazmasın. Yolu -keyfe göre bant daraltmalarından, internet yavaşlamalarından, site-link yasaklarından uzak- açık olsun.
Pazar günü siyaset, bilhassa iktidar diliyle ilgili yazılarımı, kelime, cümle kalıplarıyla, “kalıplaşmış dil”le “aynen” sürdüreceğim. Bu kez dizi dizi incimiz “Aynen”…
ÖNEMLİ NOT: Henüz okumamış olanlarSenai Bilir’in veyaratıcısı Ziyahan Albeniz’in yazılarına Serbestiyet’ten, https://serbestiyet.com/author/sbilir/ ve https://serbestiyet.com/haberler/editoru-anlatiyor-senai-bilir-nasil-ortaya-cikti-ne-yapacak-132240/ linklerinden ulaşabilir. Twitter’dan da (Senai Bilir @yazarsenaibilir) takibe, iletişime geçmek mümkün.