Küreyi doyurmak

Etik bir ilkeye sarılarak küresel yoksulluk gibi büyük sorunlara çare bulunabilir mi? Enis Doko’nun Dedemin zekât felsefesi ve Peter Singer’ın etiği: Küresel açlıkla yüzleşmek başlıklı yazısından esinle bu soru karşısındaki karamsarlığımı gözden geçirmek istedim.

Doko, ilgiyle okuduğum yazısında – en azından benim anladığım kadarıyla – zekat gibi temel bir yardımlaşma ilkesine dayanan etik bir kararla küresel açlık gibi büyük bir sorunun aşılmasının mümkün olduğunu göstermiş. 

Peter Singer’dan alıntıladığı bir düşünce deneyiyle başlıyor Doko, biraz uzun ama alıntılamadan ilerlemem anlamlı olmayacak:

Sığ bir göletin yanından geçtiğinizi ve boğulmakta olan bir çocuk gördüğünüzü hayal edin.  Çocuğu kurtarmak sizin için kolay olurdu; ancak bu, suya girmenizi, pahalı kıyafetlerinizi ve ayakkabılarınızı mahvetmenizi ve rahatınızın bozulmasını gerektirirdi. Çoğu insan, sırf kıyafetlerini mahvetmemek ya da rahatsız olmamak için boğulmakta olan çocuğu görmezden gelmenin ahlaki açıdan yanlış olduğu konusunda hemfikirdir. O çocuğu orada ölüme terk edip, kıyafetinizi ya da rahatınızı bozmamanız ahlaki olarak kabul edilemez ve dolayısıyla bu davranış ahlaki bir kusurdur.

Bundan sonra Singer odağımızı acıklı bir gerçeğe çeviriyor: dünyanın dört bir yanında çocuklar her gün önlenebilir nedenlerden dolayı ölüyor. Yoksul bölgelerde pek çok çocuk aşı ya da ilaç gibi temel tıbbi müdahalelere erişimden yoksundur ve bu müdahaleler bizim günlük lüks harcamalarımızın sadece bir kısmına mal olmaktadır. Gözümüzün önünde boğulmakta olan bir çocuğu kurtarmak için pahalı bir takım elbise ve ayakkabıyı mahvetmeye hazırsak, başka bir yerde bir çocuğun gereksiz yere ölmesini önlemek için küçük bir miktar paradan vazgeçmeye istekli olmamız makul bir beklentidir. Yine de Singer bize şu soruyu soruyor: Neden durum böyle değil? İmkanlarımız dahilinde olduğu halde neden hepimiz hayat kurtarmak için sürekli olarak katkıda bulunmuyoruz?

Bu tür örneklerde boğulan kişi çoğunlukla bir çocuk olarak tasvir ediliyor, çünkü ‘çocuk’ masumiyetiyle merhamet duygumuzu koşulsuz hak ediyor. Ama hangi çocuk?

Toplama kamplarında Yahudi çocukları ölüme yollamak Naziler için aynı zamanda etik bir davranıştı. Nazileri çoktan aştığımızı düşünüyoruz, ancak Filistin’deki çocukların ölümünü İsrail’in ‘haklı (!)’ varlık savaşının bir parçası olarak gören milyonlar var. Biz kendi pozisyonumuzdan hareketle bu iki örnekte de ahlaksızlığın çok açık olduğunu, su-i misalin misal olmadığını iddia edebiliriz. Ancak küresel ölçekte çocukların pek de umursanmadığını görmek zor değil; Güney Asya ya da Afrika’da çocuk işçiliği son derece yaygın, bu işçiliğin sonucunda üretilen katma değer, tam da yukarıda örneklendirilen etik tartışmanın sürdüğü Batı’nın kalbine transfer ediliyor.

Örnekteki ikinci nokta da şu: Ayakkabılar, kılık kıyafet gibi tüketim nesnelerinden söz ediyor Singer… Yani aslında tüketim alışkanlıklarımızda kısıtlamaya giderek büyük fark yaratılabileceği gibi bir sonuca varıyor. Bu bana hep kuşkulu gelmiştir. Ama not edelim.

Gerçekten dünyanın birçok yerinde çocuklar daha ergenlik çağına ulaşmadan aşıyla önlenebilir hastalıklardan ötürü ölüyor. Zaman zaman bununla ilgili belgeseller izleyip duruma şaşırıyoruz. Nadiren ve çok kısıtlı sayıda insan harekete geçiyor. Açıkçası, örneğin Filistin gibi yüksek seviyede duyarlılığın olduğu bir meselede bile, dayanışma ilişkileri karmaşık bir biçim alıyor. İnsanlar duyarsız, kötü ya da cahil mi? Tam olarak sorun nerede? Singer’ın söylediği gibi, konfor alanlarından çıkmak konusunda tembel ve isteksizler mi? Pahalı ayakkabıları çamura batmasın diye çocukları ölüme terk etmeye razılar mı?

Yukarıdaki soruların yanıtı ‘evet’ ise zaten etik ile alabileceğimiz yollar kapalı demektir. Pekiyi, şöyle bir şey mümkün olabilir mi? İnsanlar aslında özünde iyiliğe eğilimlidir, paylaşmaya ve dayanışmaya açıktır, ancak yaşadıkları toplumsal düzenin getirdiği ideolojik şartlanmalar onları bu kararlarını uygulamaktan alıkoyar. Bu bir ihtimal, ya da sorunun bir yüzü – çünkü insanlar gerçekten de bir dayanışma dünyasının parçası olmak için bir toplulukla ya da toplumun bütünüyle kendilerini de içine alan bir tür sözleşme içinde yaşıyorlar. Zekât meselesi iyi bir örnek. Aslında zekât Müslümanların kendi aralarında dayanışmaları için yaratılmış bir kavram – yani Müslüman fukaranın hakkı. En azından, Diyanet’in dört mezhebe dayandırdığı görüş böyle.

Aslında insanlar bir topluluğun parçası olduklarına inandıklarında dayanışma çağrısına – o topluluk içinde olmak kaydıyla – daha açık oluyorlar. Örneğin tarikatlar rahatça bağış topluyor. İnsanları sevap kazandıklarına daha kolay ikna ettikleri için mi? Emin değilim. Bana kalırsa bu tür topluluklar ile bireylerin teması, bireysel etik ilkelerden çok sosyal dayanışmanın yarattığı imkanlarla açıklanmaya daha uygun. Aktivistler de zaman zaman benzer ilkeyi kullanıyor, bireyi hayatlarına anlam katan davranışlara yönlendiriyor. Hayata anlam katan davranış nedir? Bir davranışın anlamlı olması için, bana kalırsa sadece bireyin kendisine anlamlı gelmesi yeterli olmaz. Böyle bir davranışın bir topluluğun ya da bütün olarak toplumun gördüğü, izlediği, onayladığı (ya da bazen yerdiği!) bir formu olması gerekir.

Ancak çok küçük bir katkıyla milyonlarca insanın kurtulma ihtimalinden söz ediyoruz, değil mi? Dünya Bankası verilerine göre Sahra-altı ülkelerde %70 aşılama oranına erişilmesi için lojistikle birlikte yılda $13 milyar dolara ihtiyaç varmış. Büyük bir tutar, ama ‘zekat’ hesabıyla çok daha fazlası ele geçmez mi? Doko’nun yazısında örnek verdiği rakamlara göre, dünyadaki yıllık toplam servet $500 trilyon olarak hesaplanmış. Hemen hemen 40’ta biri $12.5 trilyon ediyor- yani aşı bedelinin 1.000 katı. Makyaj devi L’Oreal’in yıllık satışları $45 milyarmış. Yani sadece bu markaya ayırdığımız makyaj tüketimini üçte birine indirerek aşıları hallediyoruz.

Maalesef ekonomi – en azından benim gördüğüm kadarıyla – hiçbir zaman böyle işlemiyor. İnsanların makyaj konforundan vazgeçmesi de değil mesele; makyajından vazgeçmeden de Batı ülkelerinin bu kaynağı yaratması – kağıt üstünde – mümkün. Ama dikkat!  “Kağıt üstünde!” Çünkü merkez bankalarının bastığı o $500 trilyonun bir bölümü zaten makyaj ürünlerinin mübadelesi için piyasaya sürülmüş durumda. Para homojen görünen ama pratikte bundan çok daha karmaşık bir değer ölçüsüdür. Makyaj ürünlerinin mübadelesi için basılmış banknotları gıdaya akıtırsanız ya paranın ya da gıdanın değeri değişir.

Gerçekten global yokluğu önleyecek tedbirleri almaya başlasak, bunu kurumsal olarak planlasak ve harekete geçsek, o değerler o kağıtlarda durduğuyla kalmayacak. Bir makyaj devi ürünlerini $100 etiketle satıyor olabilir, ama bu, içindeki ürünün $100’a karşılık gelecek emek maliyetiyle yaratıldığını göstermez.  Aslında $1’a mal edilen bir kimyasal talep eğrisi manipüle edilerek bu satış fiyatına çıkmıştır. Böylelikle emek açısından dar bir kaynakla, yüksek katma değerli bir tüketim ekonomisi yaratılmış olur. Milyonlarca aşı üretmeye kalktığınızda buna göre emeği organize etmek durumunda kalırsınız. Emek talebi artınca maliyetler astronomik biçimde yükselebilir. Aşı herkes için erişilmez olabilir. Yani az kişinin yediği pastaları almayı keselim, aynı paraya daha çok ekmek alıp daha çok insanı doyuralım dediğinizde, ekmeğin fiyatı pastaya yaklaşmaya başlıyor. Ekonomiyi daha yüksek sayıda ekmek üretmeye ayarladığınızda fırınları daha çok işçiyle doldurmak zorunda kalıyorsunuz. Daha çok işçi, daha çok maaş, daha yüksek fiyatlar… Bu döngüyü şipşak kıramıyorsunuz.

Ama sorun bu da değil; zaten galiba yeterli sayıda aşı üretiliyor. Fakat örneğin – Bill & Melinda Gates Vakfı’nın tespit ettiği – çok şaşırtıcı bir sorun var Afrika’da: Lağım. Batı ülkelerinde altyapı sayesinde lağım sorunu akla bile gelmiyor. Nüfusun yoğun olduğu bölgelerde bile atıklar tahliye ediliyor. Ancak Afrika’daki en kıyıcı sorunlardan biri, nüfusun çok hızlı arttığı şehirlerde bir lağım sisteminin kurulmamış olması. Aslında Afrika’nın su kaynakları zengin, ama bu düzensiz şehirlerdeki lağım sorunu nedeniyle hızla kontamine oluyor. Aşıyla ya da antibiyotikle aşılamayacak bir dert… Bu, gıdadan sağlığa birçok uygulamayı etkiliyor, çözüm üretmek isteyenlerin de elini kolunu bağlıyor. Hatta karı-koca Gates’lerin cidden kafa yorduğu konulardan biri, atığı tahliye etme gereğini azaltan tuvaletlerin tasarlanması. Bunun için yarışmalar bile düzenlenmiş.

Bu sorun 19. yüzyıl Londra’sında da yaşanmış. Sanayileşmeyle birlikte kentin çeperini saran işçi gettolarından merkeze lağım suları akarmış. Taze medeniyetin kekre kokusu…

Tuvalet sorunu sadece bir tanesi! Ama ne kadar büyük olduğunu şöyle özetleyebiliriz: Bir şehre kanalizasyon altyapısı kurmak için muhtemelen su dağıtım şebekesini de yaratmanız gerekecek. Bunları sağlarken de yaygın bir enerji ağına ihtiyaç duyacaksınız. Diğer bir deyişle, bağışlarla çözülebilecek gibi görünen alelade bir sorunun arka planında geniş bir bayındırlık eksiği var. Afrika gibi muazzam bir coğrafya için bu sıkıntıların giderilmesi, Avrupa’nın altyapısını yenilemek kadar zor olabilir.

Yani gerçek bir sorun karşısında, bankadaki sıfırların çokluğu sadece semptomatik iyileşmeler yaratıyor. Sorunların çözümü için idealistlerin kolları sıvayıp sahaya çıkması, Afrika çöllerine, Hint ormanlarına, yağmur ormanlarına koşması gerekiyor. Hekimler, teknisyenler, mühendisler, hemşireler… Pekiyi Batı’da böyle bir bolluk var mı? Bu ülkelere yeter sayıda doktor gönderebilir mi? Ukrayna’daki savaşla birlikte ortaya çıkan enerji sorunu Batı’nın bile ciddi bir ekonomik kırılganlık içinde olduğunu göstermiyor mu?

Yanlış anlaşılmasın: Hayır işlerinin tamamıyla boş olduğunu düşünmüyorum. Öncelikle kısmi bir iyileşme yoluyla fitili ateşleme ihtimali var. Bir nefes alma imkanı verebilirler, küçük bir kesimi de olsa kurtarabilirler.

Ancak global yoksulluğun çözümü Batı ülkelerinin refahı için de elzem… Geri kalmış ülkeler asgari bir bayındırlık seviyesine ulaşmadığında, uzun vadede Batı’da sadece refah değil güvenlik de tehdit altına girecektir. Silahlarla alınabilecek mesafenin de sonuna yaklaşıyoruz. Diğer bir deyişle meseleye etik açıdan bakmadan, doğrudan pragmatist bir bakış açısıyla şunu söyleyebiliriz: Küresel kalkınma şart. 

- Advertisment -