Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIKürt milliyetçiliği (2): “Bavê Kurdan”

Kürt milliyetçiliği (2): “Bavê Kurdan”

II. Abdülhamid’in Osmanlıcı ve panislamist müfredatına sahip eğitim kurumlarından mezun olan Kürt münevverlerin ağırlıklı bir kısmı Osmanlıcılık dairesi içinde kalırlar. Kararlılıkla Kürtlerin, “Osmanlı milleti” veya “Osmanlı ümmeti” içinde yer alan bir “qevm (kavim)” olduğunu ve Osmanlılıklarından gurur duyduklarını belirtirler. Fikri dünyalarının temellerinin bu okullarda atılması, onların dini ve devleti kararlı bir şekilde savunmalarını da beraberinde getirir.

Gerek genelde Kürt milliyetçiliğinin vücut bulmasında ve gerek özelde Kürt-Ermeni ilişkilerinin tanziminde dinin payı büyüktür. Din, hem heterojen Kürt toplumunu birleştiren bir unsur, hem de Osmanlı İmparatorluğu ile Kürtler arasında en değerli iletişim kanalı olarak işlev görür. Dinin güçlü toplumsal tabanı, din adamlarını her daim öne çıkarır; bahusus 19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın başlarına kadar olan dönemde, Kürtlerin bütün önemli hareketlerinde din adamları öncü bir rol oynarlar.

Tanzimat ile birlikte girişilen merkezileşme politikasının Kürdistan’a tatbiki, politik ve sosyolojik açıdan ciddi neticeler üretir. Bey, mir gibi dünyevi liderlerin etkisi sınırlanınca, Kürdistan coğrafyasında din adamları ağır basmaya başlar. Dini-dünyevi lidere dönüşen bu kişiler, yeni konumlarının gerektirdiği dini, siyasi ve askeri zırhı kuşanmakta tereddüt etmezler. Bu kişilerin hemen hepsi Nakşibendidirler, Nakşibendiliğin Halidi/Xalidi yorumuna tabidirler.

Nakşiler, tarikatlarının sistemli bir şekilde yayılmasına gayret ederler. Yüksek mevkilerde tarikatın ideallerini anlatıp uygulayacak ulema ve devlet adamlarının bulunmasına kıymet verirler. Tarikat mensuplarının sürekli halkın içinde olmalarına dikkat ederler. Tasavvufi birey kimliğine yol vererek İslam’ı belli ailelerin tekelinden çıkarırlar. Kürt dili ve edebiyatının öğretildiği medreseleriyle de Kürt milliyetçiliğinin geçmişi siyasallaştırma pratiğinde hayati bir fonksiyon icra ederler.

Issı, bundan ötürü, Nakşiliğin Kürt milliyetçiliği üzerindeki tesirinin çok köklü olduğunu ifade eder. Gerçekten de 19. yüzyılın ikinci yarısından 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar geçen süre zarfında bu tarikatın medreselerinden yetişen birçok kişi, Kürt milliyetçi hareketine damga vurur. Nehri’lerden Arvasi’lere, Berzenciler’den Şeyh Said’e kadar bu isimler hem teorik hem de pratik olarak Kürt milliyetçi hareketlerini etkileyip yönlendirirler.

“Bu nedenle, Kürt milliyetçiliğinin altın çağının temelinde din olgusunun yattığı söylenebilir. Milliyetçilerin istem ve talepleri her ne kadar seküler, dünyevi olsalar da, dinamik bir din şemsiyesinin altında yaşam bulmaktaydılar.” (s. 189) 

“Devletin uzun kolu”

Nakşilerin Kürt coğrafyasındaki toplumsal meşruiyeti, devletin gözünden kaçmaz elbette. II. Abdülhamid, hem panislamist fikirleri hem de devletin bekası için Kürtleri yanında tutmaya büyük bir özen gösterir. Osmanlı, toprak bütünlüğünü korumak ve özellikle Ermeni milliyetçiliğine karşı bir bent görevi görmek üzere Kürt Nakşibendilerini seçer, onlara payeler verir. “Hamidiye Alayları” gibi, modern ve tepeden tırnağa askeri bir birimle, Kürt toplumu, Osmanlı devlet yapılanmasının içine alınır. 

Osmanlı İmparatorluğu ile Kürtler arasında Tanzimat öncesindeki bağımsız veya yarı-bağımsız ilişkinin merkezi ve bağımlı bir ilişkiye dönüşmesi, Kürtlerin kendi komşularına yönelik katliam girişimlerine aktif olarak katılmalarına neden olur. Özellikle 1894-1895 Sason Olaylarında Kürt Hamidiye Alayları, “devletin uzun kolu” olarak iş görürler. Issı’ya göre, Osmanlı-Kürt ilişkilerinin bu yeni formu Kürtlerde, kendilerinden sonraki nesillere de miras bırakacakları, iki sosyo-politik kod oluşturur.

“Bu sosyo-politik davranış kodların ilki; pratik sahada Ermeni-Asuri Soykırımında yer alanlara yönelik İtilaf Güçleri’nin uyguladığı cezalardan kurtulabilmek için yeni katliamlara katılabilmenin mümkün olabileceğine dair bir davranış kodudur. İkincisi ise; heterojen Kürt toplumunun içsel kapalı duruş biçiminde kendi geçmişine karşı uyguladığı suskunluktur.” (s. 195-196)

Suskunluğun birçok nedeni olabilir; herhalde başta gelen nedenlerden biri Ermeni-Asuri mallarını yağmalayarak zenginleşen Türk, Kürt, Çerkez Müslüman ailelerin varlığıdır. Kürt aydınlarının, bu meyanda, bir “unutkanlık siyaseti” yürüttükleri de söylenebilir. Çünkü 1908’den sonra yayına başlayan hemen hemen hiçbir Kürt gazetesi, Ermenilerden, Sason’dan bahsetme gereği duymaz. Dahası Kürt aydınları, katliamların sorumlusu olan Hamidiye Alaylarının lağvedilmesini de istemezler; gelecekte daha yararlı olabilecekleri inancıyla bu alayların reforma tabi tutulmasını talep ederler. Seyyid Abdulkadir de, Said-i Kürdi de, Diyarbekirli Mîrikâtibizâde Ahmed Cemîl de bu konuda hemfikirdir.

“Devlete sadık yurttaşlar” 

Osmanlı, modern kurumlar aracılığıyla Kürtleri devlete bağlama siyasetine uygun olarak, askerlikte olduğu gibi eğitimde de kritik hamleler yapar. Eğitim sahasında atılan adımlar, Kürt milliyetçiliğinin üzerinde çok kalın bir iz bırakır. 1892’de kurulan ve temelinde Osmanlılık ile panislamizm bulunulan Aşiret Mektepleri, önce Arap, sonra da Arnavut ve Kürt bölgelerinde “devlete sadık yurttaşlar” yetiştirmeye ve bu yurttaşlar vasıtasıyla Arap ve Kürt aşiretlerini Osmanlı devlet sistemine yeniden entegre etmeye çalışır.

Hülasa II. Abdülhamid, muhafazakâr Kürt toplumun kodlarını iyi bilir ve bu kodları işlevsel bir şekilde kullanır. Merkezden yönettiği programlarıyla (Hamidiye Alayları, Aşiret Mektepleri) ve etkili söylemleriyle (Kürdistan’ın Ermenistan olacağı, Rus korkusu, halifeliğin ve dinin tehlikede olması, vs.) Kürtlerin kahir ekseriyetine ulaşır ve onları etrafında toplar. Öyle ki II. Abdülhamid, Jön Türklerin içindeki muhalif Kürtler dışındaki neredeyse bütün Kürtler tarafından “Bavê Kurdan (Kürtlerin Babası)” olarak tanınan yegâne Osmanlı Sultanı/Halifesi olur.

Siyasi hatıratında Kürtlerle ilişkilerine dair net bir fotoğraf çeker Bavê Kurdan: 

“Kürt alaylarını teşkil ettiğim için Avrupa gazeteleri acı tenkitlerde bulunuyorlar ve bu teşkilat meydana geldiğinden beri Kürtlerin, Şark vilayetlerindeki Ermenilere daha vahşice davrandıklarını iddia ediyorlar. Bizim tarafımızdan teşkilatlandırılan bu Kürtlerin istiklallerini ilan etmek için bize karşı isyan edeceklerinden endişe ettiklerini söylüyorlar…   

“Rusya ile harp vukuunda disiplinli bir şekilde yetiştirilen bu Kürt alayları, bize çok büyük hizmetlerde bulunabilirler. Ayrıca orduda öğrenecekleri ‘itaat’ fikri, kendileri için de faydalı olacaktır. Zabit unvanı verdiğimiz Kürt ağaları ise yeni mevkileriyle övünecekler ve bir miktar zapturapt altına girmeye gayret edeceklerdir. Çıraklık devirlerini bu şekilde tamamlayacak olan Hamidiye Alayları, sonunda kıymetli bir ordu haline geleceklerdir.

“Kürt ağalarından bazılarının çocuklarını İstanbul’a getirip memuriyete yerleştirdiğim için tenkit edildiğimi biliyorum. Senelerdir Hristiyan Ermeniler nazır mevkilerini işgal etmişlerdir. Bundan sonra da kendi dinimizden olan Kürtleri kendimize yaklaştırmaktan ne gibi bir zarar olabilir?” (s. 210) 

“Arnavutlara, Lazlara, Kürtlere bir silah-ı manevi mi teslim edelim?”

II. Abdülhamid’in Osmanlıcı ve panislamist müfredatına sahip eğitim kurumlarından mezun olan Kürt münevverlerin ağırlıklı bir kısmı Osmanlıcılık dairesi içinde kalırlar. Kararlılıkla Kürtlerin, “Osmanlı milleti” veya “Osmanlı ümmeti” içinde yer alan bir “qevm (kavim)” olduğunu ve Osmanlılıklarından gurur duyduklarını belirtirler. Fikri dünyalarının temellerinin bu okullarda atılması, onların dini ve devleti kararlı bir şekilde savunmalarını da beraberinde getirir.

Dini İslam, politik kimliği de Türk olan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihten gelen ağırlığını taşımayan yeni bir toplum yaratma düşüncesiyle hareket eden İttihat ve Terakki de, II. Abdülhamid’i takip eder. İTC’nin yarattığı aydın, münevver ve okur-yazar takımı, her ne kadar çevreden çıkmış olsa da daima merkezden beslenir, merkezin siyasi fikir ve tavırlarının taşıyıcılığını üstlenir.

Aydınlarının içinden geçtiği bu çizgi, Kürt milliyetçiliğine, diğer milliyetçiliklere nispetle farklı bir renk verir. Misal, diğer milliyetçilikleri harekete geçiren “her milletin kendi milli devleti olması gerektiği” düşüncesi, ta 1918’lere kadar Kürtler arasında yaygınlık kazanmaz. Kürtlere ait müstakil bir devlet talebi, daha ziyade Birinci Dünya Savaşı’nın ardından boy gösterir. Kuşkusuz şahsi istisnalar olabilir ama Kürt milliyetçiliğinin teorik temellerinin atıldığı vakitlerde, hiçbir Kürt kurumu bağımsız bir Kürt devleti fikrini dillendirmez.

Savaşın ardından Kürt aydınları arasında bir yarılma olur. Bir yanda wetenperwerî (Osmanlı-Kürt kimliği) taraftarları, diğer yanda ise özgün ve milli bir Kürt kimliğinin savunanları bulunur. Osmanlı-Kürtlüğüne karşı milli bir Kürtlük iddiası taşıyan radikal bir Kürt milliyetçiliğinin doğmasında, dış ve iç çeşitli gelişmelerin yanında, en önemli amillerden biri de, Osmanlı’nın peyderpey Türkçülüğe kaymasıdır.

II. Abdülhamid döneminde başlayan bu eğilim İTC döneminde kuvvetlenir. Dile dair tartışmalara bakmak, imparatorluktaki Türk olmayan Müslüman toplulukları Türkleştirmek siyasetini anlamak bakımından önemlidir. Örneğin Namık, Kemal, İstanbul’a imparatorluğun diğer unsurlarının Türkçe yoluyla asimile edilmesini önerir.

“Elimizde gelse, mevcut olan lisanların Türkçe’den maada kâffesini mahvetmeye çalışmak iktiza ederken, Arnavutlara, Lazalara, Kürtlere birer elifba tayiniyle ellerine şikak (nifak) için bir silah-ı manevi mi teslim edelim? Lisan bir kavmin diğerine inkılabını men için belki diyanetten bile daha metin bir seddir. 

“Vakıâ Rumlara, Bulgarlara bizim lisanı tamim etmek kabil değildir; fakat Arnavutlara, Lazalara, yani Müslümanlara tamim etmek pek kabildir. Oralarda münasip yolda idare olunur, mektepler açılır ve hatta bir nakıs maarif nizamnamesinin hükmü icra olunur ise, yirmi sene sonra Lazca, Arnavutça bütün bütün unutulur.”  (s. 223-224)

“Kürd halkı çürük kalırsa Osmanlılık da yıkılır”

Namık Keml’in bu önerisi, 1908’de kurulan Türk Derneği’nin programı olur. İTC’nin Türkleştirme gayreti, bizzat İTC içindeki Kürtleri de kaygılandırır. Mesela partinin ağır toplarından, anayasa hukuku profesörü olan, Tanin’in başyazarlığını yapan ve bir ara da Maarif Nazırı görevini deruhte eden İsmail Hakkı Babanzâde, hem Kürtleri hem de devleti uyarır. Kürtlere dillerini muhafaza etme çağrısında bulunur, devlete de bu Türkleştirme gayretinin sonunun kötüye varacağını söyler.

“Kesik dili, dilsizliği oranında gelişmeden yoksun olan Osmanlı halklarından biri de Kürdlerdir. Kürdlerin dilbilgisi kitapları yok, Kürdlerin matbaası ve basılmış eserleri yok, Kürdler edebiyattan, bilim ve tekniklerden ve bunlara bağlı bilim ve sanat eserlerinden yoksundurlar. Bir halk bu durumda nasıl gelişebilir? Böyle önemli Osmanlı kitlesinin beyin hücrelerindeki konuşma özelliği kör bir zulmün baskısıyla paslanırsa, Osmanlılığın bundan ne kadar zarar göreceğini belirtmeye gerek var mı? Kürdler, Arnavutlar, vesaire ne kadar alt düzeyde, ne kadar dilsiz, edebiyatsız, tekniksiz, eğitimsiz kalırlarsa, Osmanlı Devleti de o oranda acıya uğrar. Güç ve otorite eğitimdedir. Eğitim ise dile bağlıdır.   

“Osmanlılığın en önemli direğini oluşturan Kürd halkı böyle paslı ve çürük kalırsa, üzerine yaslanan Osmanlılık da, Allah korusun, yıkılır… Onun için, Kürd vatandaşlarıma her şeyden önce düzgün bir dile sahip olmalarını büyük bir önemle tavsiye ederim. Önce bu dilin bir dilbilgisi kitabı, bir de sözlüğü yapılsın. Ondan sonra Kürd kavminin bir tarihi kaleme alınsın… Özetle milletin selametinin birinci temeli eğitim ve öğretimdir; eğitim ve öğretimin anahtarı ise dildir.” (s. 229-231)

“Öyleyse Kürdler kendi başlarının çaresine bakmalı”

Osmanlı’dan beklediklerini bulamamalarının Kürt aydınlarının fikirlerini keskinleştirmesi,Mevlanzâde Rıf’at Bey’in şahsi öyküsü üzerinden de okunabilir.1910’larda “Osmanlı milleti” düşüncesinin hızlı ve cesur destekçilerinden biridir Rıfat Bey. Osmanlı kimliğini açıktan savunur, bunun mücadelesini verir. Ancak Birinci Dünya Savaşı, onun düşünce dünyasında fırtınalar kopartır. Savaşta 700 bin Kürdün muhacir olması, 800 bin Kürdün hayatını yitirmesi ve Kürdistan coğrafyasının tahribi, fikirlerinde köklü değişikliklere sebep olur.

Paris Barış Konferansı’ndan Kürdistan toprakları üzerinde bir Ermenistan’ın çıkması Kürtleri büyük endişelere gark eder. Kürt Teali Cemiyeti’nden bir heyet, Osmanlı Hükümeti ile resmi bir görüşme yapar. Fakat Kürtler görüşmeden umduklarını bulmazlar, Osmanlı’nın desteğini arkalarında görmezler. Bunun üzerine, heyet üyelerinden Rıfat Bey, hükümet temsilcisine “Öyleyse Kürdler kendi başlarının çaresine bakmalı” der. 

Başka sebeplerin yanında özellikle Jön Türklerin adım adım Osmanlılıktan Türklüğe geçişleriyle iki gruba ayrılan Kürt aydınları arasında kaçınılmaz bir mücadele yaşanır. “Kürtler artık kendi başlarının çaresine bakmalı” diyen ve yeni bir Kürt kimliğiyle bu kimliğe dayanan bir Kürt milleti tasavvurunun heyecanını yaşayan radikal Kürt milliyetçileri, karşılarında Osmanlı-Kürt kimliğinin taşıyıcılarını bulurlar.

Velhasıl, radikal Kürt milliyetçileri geç kalmışlardır; II. Abdülhamid ve İTC, daha onlar yola çıkmadan çok daha önce, Kürdistan’da kendi politik görüşlerini savunacak aydınları yetiştirmiş ve örgütlemiştir. İslam’a dayalı Osmanlı toplum sistemi ve İTC’nin “ortak vatan” yaklaşımı, Kürtler arasında çok güçlüdür. Bu nedenle, Osmanlı’dan ayrı kendi başına bir Kürt kimliği ve devleti kurma çabası, ilk ve en büyük tepkiyi yine Kürtlerden alır. Varlığını II. Abdülhamid’e, II. Meşrutiyet’e ve İTC’ye borçlu olan Osmanlı Kürt aydını, bir sonraki dönemde yükselişe geçen radikal Kürt milliyetçi aydınlara karşı durur. 

“Çünkü Kürt eliti (veya Kürt aydını, Kürt münevveri, Kürt âlimi veya ortalama herhangi bir Kürt), yüzyıllar boyunca şu ikilemi bir gerçek çizgi olarak kabul etmiştir: Kürtlerin iki ülkesi vardır. Biri Osmanlı İmparatorluğu, ötekisi ise doğup büyüdükleri Kürdistan ve bu her iki ülke de kırılmaz bir İslam zinciriyle birbirlerine bağlıdırlar. Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Arnavutlar, Ermeniler gibi yapmak, Hz. Peygamber’e ve onun elçisi halifeye (Osmanlı Sultanı) karşı günah işlemek demektir.” (s. 250)       

“Saray’ın başına musallat olan çingeneler”

Issı, başka formlarda olsa da halen devam eden bu mücadeleyi, Kürt milliyetçiliğinin çözmekle mükellef olduğu en ciddi sorun olarak niteler.

Son bir hususa değinerek yazıyı bağlayayım. Kürt aydınları, Kürtler hakkında yazarken “adalet” kavramına çok geniş yer verirler. Müslüman olmalarına rağmen ayrımcılığa maruz kalmalarından dolayı şikâyet ederler, sorunların yöneticilerin adaletten uzaklaşmalarından kaynaklandığını söylerler. 

Ancak genellikle merkezi/padişahı bu şikâyetlerden muaf tutar, kötülüklerin onun çevresinden ve yereldeki memurlardan kaynaklandığı söyler, merkezden bunlara karşı uyanık ve dikkatli olmalarını isterler. Abdurrahman Bedirhan, faturayı “Saray’ın başına musallat olan çingenelere” çıkarır:

“Kendi Kürt milletime olan muhabbetim, beni bu gazetede Kürtlere doğru yolu göstermeye sevk etti. Osmanlılar, Türkler için büyük okullar inşa ediyorlar. Hükümet Kürtlerden para toplayıp (vergi alıp) Türkler için harcıyor. Zavallı Kürtler de bu hükümetin esiri olmuşlar. Bunun nedeni ise Saray’ın başına çingenelerin musallat olmasıdır. Başka milletlerden çok daha cesaretli ve akıllı olmalarına rağmen Kürtler, diğer milletlerden geri kalmışlardır ve bu duruma ben çok üzülüyorum. Allahtan isteğim odur ki, bugünden sonra Kürtler akıllarını başlarına alsınlar, aklın gücüyle çalışmaya başlayarak etraflarında bulunan diğer milletlerden daha ileri bir düzeye ulaşsınlar.” (s. 348)

Adalet, çoğunlukla hukuki ve sosyal bir muhtevayla gündeme getirilir. Fakat alttan alta, adaletsizliğin açtığı yaraların derinleşmesi halinde, bunun siyasi bir içeriğe kavuşabileceği de sezdirilir. Örneğin, Girit Hadisesi sırasında Kürtler Yunanlıları eleştirir ve Osmanlı cephesinde dururlar. Hatta 21 Temmuz 1908’de, Peyman Gazetesinin öncülüğünde Diyarbekir merkez meydanında “Giritli Müslüman Kardeşlerimizle Dayanışma Mitingi” düzenlenir.

Ancak Kürt gazeteleri Girit meselesi üzerinde durdukça, işin rengi değişir, eleştiri okları yavaş yavaş Osmanlı’nın Doğu vilayetleri konusundaki politikalarına döner. Kısmen eleştiri yapılarak kısmen de gözdağı verilerek, doğu vilayetlerine adil davranmaması durumunda Babıali’nin kötü bir sona yakalanacağı türünden tahliller yapılır. Ne var ki merkez adaletsizliklerin önüne geçmez ve hikaye hem Osmanlı hem de Kürtler için kötü nihayetlenir.

Dün olduğu gibi bugün de mesele, adalet; o sebeple adalet çağrılarına her daim kulak kabartmak gerek…

* Murat Issı, Kürt Milliyetçiliği: İlk Kürt Gazetelerinde Siyasal Kavramlar ve İslam (1898-1918), Peywend Yayınları, Van, 2021.

Perspektif, 14.03.2022

https://www.perspektif.online/kurt-milliyetciligi-2-bave-kurdan/

- Advertisment -