Bir aristokratla bir köy papazı arasında geçen “Soyun o zaman, dövüşeceğiz” başlıklı Ortaçağ hikâyesini ilk okuduğumda yıllardan 1994’tü ve ben Aktüel dergisinin genel yayın yönetmeniydim. Israrla görmezlikten gelinen bariz bir haksızlığa karşı kavgalı-gürültülü bir mücadele başlatmanın meşruiyetine güçlü bir onay verme duygusu uyandıran bu hikâyenin tam da böyle bir haksızlıktan kaynaklanan Türkiye’nin Kürt sorununu basitçe anlatmada çok işlevsel olduğunu ilk o zaman düşünmüş ve okurlarla paylaşmıştım. Yani bundan tam 30 yıl önce…
Sonraki yıllarda, Kürtler adına sürdürülen şiddete dayalı hak arama yönteminin meşruiyetine ve bu meşruiyetin sınırlarına dair yazdığım yazılarda bu hikâyeye zaman zaman baş vurdum. Şimdi, yine bir seçim arifesinde PKK’nın şiddet eylemlerinin yeniden bir numaralı gündem olduğu mevcut koşullarda yöntemin meşruiyetini bu ölçüyle bir kez daha gözden geçirmek istiyorum.
Geriye dönüp bakınca gördüm ki bu ölçüye son olarak 2012’deki bir yazımda baş vurmuşum; aradakileri atlayarak 1994 ve 2012’deki versiyonlardan da söz edeceğim, fakat ondan önce şu “Soyun o zaman, dövüşeceğiz” hikâyesini hatırlayalım:
Küçük ve yoksul bir Ortaçağ köyünün papazı, çok sıcak bir yaz gününde uçsuz bucaksız izlenimi veren, tek bir ağacın bile bulunmadığı bir bozkırda yürüyerek yol almaktaymış… Hedefi, ölen aile büyüklerini gömmeden önce kendisinden son bir dua isteyen uzaktaki akrabalarının yaşadığı kilisesiz, kendisininkinden de küçük bir köymüş…
“Güneş doğmadan çıkmış yola, hiç durmadan yürümüş, yürümüş…
“Öğleye doğru artık yürüyecek takati kalmamış, içinden ‘bari tek bir ağaç gölgesi’ diye geçirirken, onca yorgunluğuna rağmen gözüne kestirebileceği uzaklıkta yeşil bir adacık görmüş.
“Yeşil adacık, uzaktan vaat ettiğinden çok daha davetkârmış… Su da varmış üstelik… Biraz soyunup dökünmüş, uzun uzun su içmiş, ardından bacaklarını, kollarını, yüzünü yıkayıp sırtüstü uzanmış.
“Tam uykuya dalmak üzereyken bir atın nal seslerini duymuş, at birkaç dakika sonra sürücüsüyle birlikte karşısındaymış…
“’Bu topraklar kralımızın ve ailemizin’ demiş sürücü, zaten her halinden bir asilzade olduğu anlaşılıyormuş, ‘oturduğun yer de bizim ve yabancılar burayı kullanamaz’.
“’Sadece birkaç dakika’ demiş papaz, ‘sonra yine yoluma devam edeceğim’.
“Adam ısrar etmiş: ‘Hayır, hemen şimdi kalkacaksın!’
“Papaz: ‘Kralımızın ve ailemizin, diyorsun, peki nasıl elde ettiniz bu toprakları?’
“Adam: ‘Atalarımızdan kaldı.’
“Papaz: ‘Onlar nasıl elde etmiş?’
“Adam: ‘Onlara da atalarından kalmış.’
“Konuşma bu minval üzere uzamış da uzamış… Papaz sorularını hep yüzünde bir gülümsemeyle sorarken, asilzade her soru-cevapta biraz daha öfkeleniyormuş. Sonunda ‘Eeee, yeter artık’ diye patlamış, ‘büyük büyük dedelerim dövüşerek elde etmiş bu toprakları…’
“İşte o zaman papazın yüzündeki gülümseme gitmiş, ciddileşip ayağa kalkmış, soyunmaya başlamış. Üzerinde sadece pantolonu kalınca adama dönmüş ve ‘Soyun o zaman’ demiş, ‘dövüşeceğiz!’”
1994’te ve 2012’de bu hikâyeyle Kürt sorununda şiddetin varlığı arasında nasıl bir benzerlik görmüşüm?
1994’e gelindiğinde, sonraki yıllarda Bülent Arınç’ın “O cezaevinde ben kalsaydım ben de dağa çıkardım” dediği Diyarbakır Cezaevi’ndeki korkunç işkenceler yeni yeni ortaya çıkmaya başlamıştı ve bu hikâyeler o sıralarda ayyuka çıkmış köy yakma haberlerinin eşliğinde okunuyordu.
Arınç o cümlesiyle elbette şiddeti onaylamış olmuyordu, sadece objektif bir tespit yapıyordu. Öte yandan bir örgütün Kürtler adına şiddete başvurması ve sonraki yıllarda bu şiddetin Kürtlerin hatırı sayılır bir kesimi tarafından onaylanması, o tarihsel momentte Kürtlerin bastırılmış hakları için en doğru yöntemin o olduğu anlamına gelmez, nitekim Kemal Burkay gibi kimi Kürt siyasi önderleri Kürtlerin şiddet yolunu reddetmeleri ve siyasi mücadele yürütmeleri durumunda şimdi ‘kazanım’ olarak görülen hakları hatta daha fazlasını yine elde edebileceğine olan inancını her zaman dile getirdi. Fakat öyle ya da böyle, Cumhuriyet yönetimlerinin 70-80 yıl boyunca Kürtler üzerinde uyguladığı asimilasyon politikalarının ve şiddetin bir karşı şiddet üretmesi beklenebilir bir şeydi ve bu oldu. 1994’te bazı şeyleri doğrudan söylemek mümkün değildi, dolayısıyla, hatırladığım kadarıyla 1994’te sadece hikâyeyi aktarmış, küçük bir imada bulunmuş, gerisini okurların ferasetine bırakmıştım. (O yıllar Kürt sorunundaki Türk sorununun etkisinin çok yoğun olarak hissedildiği yıllardı. Yani: Birtakım insanlar sırf kalpleri kötülükle dolu olduğu için anlaşılmayan nedenlerle dağa çıkıp ‘düşman’ olarak bellediklerini öldürmeye başlamışlardır.)
Kürt sorununu “Soyun o zaman, dövüşeceğiz” üzerinden anlattığım 2012 tarihli son yazıya gelince…
Bu yazıyı, 20 Ağustos 2012’de PKK’nın Gaziantep’te bomba yüklü bir araçla düzenlediği, 10 kişinin ölümüyle sonuçlanan saldırıdan dört gün sonra kaleme almıştım. Dönem, Kürt sorunu üzerine her şeyin söylenebildiği, tartışmaların özgürce yapılabildiği bir dönemdi; nitekim Başbakan Erdoğan birkaç ay sonra Devletin “Ada”yla (İmralı’daki Öcalan anlamında kullanıyor) görüştüğünü ve görüşmelerin devam edeceğini açıklayacak, bir süre sonra da Çözüm Süreci’ni başlatacaktı.
İşte o koşullarda kaleme aldığım yazıda artık “Soyun o zaman, dövüşeceğiz”in hiçbir meşruiyetinin kalmadığını söylemiştim:
“Bugünün Türkiye’si (hiç şüphesiz başta PKK’nın tarih sahnesine çıkışı olmak üzere) çok sayıda etkenin rol oynaması neticesinde ‘Bunların hepsini konuşabiliriz, fakat önce şu saldırılarını durdurman gerekiyor’ noktasına nihayet gelmiş durumda…
“Dolayısıyla bu andan itibaren, Hüseyin Aygün’e dağdaki genç PKK’lıların dediği gibi şiddetin meşruiyeti kalmamıştır.
“PKK, birkaç yıldır bir türlü idrak edemediği bir tarihsel momenti tecrübe etmekte… PKK’lılar bu momenti değerlendirebilirlerse, tarih, bence biraz da iltimas geçerek hükmünü şöyle koyacak: ‘Başka çareleri kalmamıştı, onlar da ‘madem öyle, soyunun dövüşeceğiz’ demek zorunda kaldılar; dövüşmenin meşruiyetinin kalmadığını ise biraz gecikerek de olsa idrak ettiler.’
“Aksi takdirde tarihin onlara layık göreceği şey, zilletten başka bir şey olmayacaktır.”
2024’te şiddetten vazgeçme kararının önündeki engel: ‘Şehamet’ eksikliği mi, ‘irade’ eksikliği mi?
O yazıdan sonra şiddetin bir hak arama yöntemi olarak savunulmasını haklı çıkartacak bir gelişme olmadı. Bunu, Kürtlerin haklı taleplerinin tümüyle karşılandığı anlamında söylemiyorum, söylediğim, bu taleplerin dile getirilmesinin yolunun şiddet olmadığı, şiddetin, tam tersine artık bu taleplerin meşruiyetini zedelediği…
2012’deki yazı “PKK’da olmayan şey: Şehamet” başlığını taşıyordu. (Şehamet: Sağduyudan ve aklî yaklaşımdan yeteri kadar nasiplenmemiş cesaret.)
Şimdi geldiğimiz noktada PKK’nın ‘şehamet’ sahibi olmadığı için şiddetten vazgeçemediğini öne sürmek açıkçası pek naif kaçar diye düşünüyorum. Çünkü özellikle Arap Baharı’nın ardından Suriye’de algıladığı ‘imkânlar’ ve ABD ile kurduğu ilişkiler sonucunda PKK’nın kendi kararlarını alabilen bir örgüt olmaktan çıktığı çok açık. Yani artık ‘şehamet’in yeterli olmadığı bir noktadayız ve ortaya çıkan yeni denklem bir şekilde bozulmadan PKK’nın şiddetten vazgeçmesi, daha doğrusu vazgeçebilmesi mümkün görünmüyor.