Türkiye’nin önünde ‘siyasi’ değil, ‘antropolojik’ bir mesele var… Millet olarak tanımlanmış ama henüz toplum olamamış bir cemaatler eklemleşmesi olarak yaşıyoruz. Bir tarafta kendilerini modern ve ‘ileri’ olarak gören laikler, diğer yanda kendilerini kadim değerlerin sahibi olmakla birlikte haksızlığa uğramış gören dindarlar.
Laikler dindarları modernleşememiş, bilimsel yaklaşımdan nasibini alamamış, ilkelliği aşamamış bir güruh olarak görüyor. Dindarlar ise laikleri gelenekten kopmuş, kimliğini yitirmiş, kibirli ve despotik bir kitle olarak…
Tabii ki farklı tonlar, bireysel duruşlar, melezleşme alanları, temas ve ilişki imkanları da var ama durumu pek değiştirmiyor. Çünkü söz konusu yakınlaşmanın bir siyasi kimliği ve siyasi gücü yok. Bu melezleşmenin ‘teorisi’ (hikayesi) henüz üretilmediği için, sahiplenilip gurur duyulacak bir tutumdan ziyade bir tür ‘arada kalmışlık’, neredeyse utanç duyulması gereken bir kişilik zayıflığı olarak görülebiliyor.
Siyasi alanın daha az ideolojik olduğu dönemlerde, cemaatler arasında köprü işlevi gören, ‘tampon bölge’ oluşturan kesimin talep ve tercihleri öne çıkabiliyor ama ‘toplumun genel menfaatleri’ yaftası altında eriyor. İdeolojik gerilimin belirginleştiği dönemlerde ise bu kesimin hiçbir ağırlığı kalmıyor. Çoğu gelmiş oldukları cemaatlerin ideolojik bakışına geri dönüyor. Toplumsal açıdan merkez ‘boşalıyor’. Her iki cemaat de diğerini tahayyülünde ‘katılaştırıyor’ ve bildik kalıplara oturtuyor.
Öte yandan durum simetrik değil. Dindar kesim çoğunluk, laikler azınlık. Ayrıca iki kesim arasında Cumhuriyet’in kuruluşundan gelen bir hiyerarşi var. Laikler kendilerini kültürel olarak daha üstün görüyor ve (modern Batı dünyasına yaslanarak) dindarlar üzerinde normatif bir baskı kuruyorlar. Dindarlar ise bu siyasileşmiş kültürel baskıya hem adapte olmaya hem direnmeye çalışıyor hem de iç dünyalarında kendi kültürlerinin daha üstün olduğuna dair bir inanç besliyorlar.
Bu anlattığım denge Kemalizm’in ideolojik hegemonyası altında on yıllarca yaşandı. Laik kesim azınlık ama ideolojik açıdan belirleyiciydi. Dindarlar ise ideolojik açıdan zayıf ama çoğunluktu. Bir tür ‘denge’ oluşabiliyordu.
Ama ya durum kalıcı olarak değişmekte ise? Ya Yeni İttihatçılık dindarları ideolojik açıdan tahkim ederken laiklerin gücünü de ellerinden almaktaysa? O zaman laik kesimin ‘cemaat’ olarak iktidara ulaşması çok zor, hatta işin aritmetiğine bakarsak belki de imkansız olacak…
Laik kesimin siyasette kalmak için siyaset dışında bir şeyler yapması gerek. Karşısındaki meseleyi öncelikle ‘kültürel ayrışma’ bağlamında ele alıp söz konusu ayrışmanın (demokratik bir çerçevede) nasıl ortadan kaldırılabileceği üzerine kafa yormalı. Bunu yapmak yerine siyasete sığınmak çare değil, çünkü Yeni İttihatçı dönemde siyasetin yetersiz kalabileceği açık…
Bu bir kültür savaşı. Kültürel ilerlemecilerle kültürel muhafazakarlar, daha derinde otoriter ve ataerkil zihniyetler arasında. Tabii ki olay bu kadar basit ve yalın değil… Ama yaşananı (pratik) gerçekliğe yaklaştırma gayreti aslında gerçeği bizden uzaklaştırabiliyor. Laik ve dindar cemaatlerin iç farklılaşması, zamansal ve mekânsal dağılım ve gelişmesi üzerine yoğunlaştığımızda olayı ‘yüzeye’ çekmiş oluyoruz. Kendimizi herhangi bir başka (genellikle Batılı) ülke gibi görmeye yatkın hale geliyor, meselenin siyaset içinde çözüleceğini sanıyoruz…
Oysa son seçimlerin de ima ettiği üzere ortada siyasetle çözülmeyecek, siyasetle çözmeye çalışıldığı ölçüde kabuk bağlayıp sertleşebilecek bir mesele var. Çünkü her iki cemaat da kendi ‘doğrularının’ tek doğru olduğuna inanıyor ve inancından kuşku duymuyor. Hayatı, evreni ve tüm gerçekliği ‘bilinebilir’ kabul etmekle kalmayıp kendi bilme usullerinin tek doğru yaklaşım olduğunu düşünüyor.
Bunun çarpıcı bir sonucu var: Laik ve dindar kesimler ne hayatı anlamak ve yorumlamak ne de bireysel ve cemaatsal hayatlarını sürdürmek açısından birbirine muhtaç değil… Diğer cemaatin bir gün aniden buharlaşıp yok olması diğer cemaat için sorun olmak bir yana, doğanın veya kaderin bir lütfu olarak algılanmaya daha yakın.
Dolayısıyla ötekini anlama gayreti yok, çünkü temelde birlikte yaşama isteği yok. Böylece her iki kesim de meseleyi siyaseten ve kendi uzun vadeli avantajlarını pekiştirerek çözmek istiyor. Laikler azınlık oldukları için siyaset üstü kurumları ve müdahaleciliği savunuyor, dindarlar çoğunluk oldukları için demokrasiyi çoğunlukçulukla sınırlamak istiyor. Bir taraf kimsenin değiştiremeyeceği (Cumhuriyet’in kuruluşundan gelen) insan-ötesi yasaların bekçiliğini yapıyor, diğer taraf da keyfi yönetimle gelen yeniden inşa yeteneğinin destekçiliğine soyunuyor.
Siyasetin zihniyeti de buna müsait. Çatışma ve güç devşirme üzerine kurgulanmış, ötekinin alanını daraltma, kendi cemaatini ‘millet’ olarak kurgulama, meşruiyeti yetki gaspı ile temellendirme özelliklerine sahip bir siyaset anlayışımız var. Sonuç kazanmak için her şeyin mübah hale gelmesi ve bunun ahlaki bir mesele olarak görülmemesi…
Seçimlerde daha iyi ‘yönetimin’ (yönetilmenin) peşinde değiliz. Kendi cemaatimizi iktidara taşımak istiyoruz. Ekonominin gidişatı, adalet mekanizmasının işleyişi, eğitim ve sağlık sisteminin niteliği (önemsiz değil ama) ikincil. Eğer kimliksel bir gerilim yoksa öne çıkan konular. Ama bu türden bir ayrışmanın ortasındaysanız seçiminizi de ideolojik olarak yapıyorsunuz. Yadırganacak, eleştirilecek bir durum da değil, çünkü rakip cemaat de olaya aynen sizin gibi bakıyor.
Laik ve dindar cemaatlerin bu açıdan simetrik olmadıkları söylenebilir. Ne de olsa laikler daha bireyselleşmiş, gündelik hayatlarında küresel standartlara daha bağımlı bir kesim. Onlar ‘iyi yönetim’ için daha fazla fedakarlık yapabilirler. Ama bunun ironik bir sonucu var: İyi yönetim için daha az fedakarlık yapmaya hazır olan taraf ideolojik açıdan kazanmaya da daha yakındır. Laikler iyi yönetim uğruna dindar bir yönetime ‘evet’ diyebilir ama dindarlar demeyecek ve ‘kötü’ bulmalarına karşın kendi cemaatlerinin temsilcisini seçeceklerdir.
Nitekim laik kesimin 2002-2013 aralığında AK Parti’ye kısmen destek verdiğini, ancak kimliksel ayrışma öne çıktığında ters yönde bir tepkisellik ve katılaşma yaşandığını biliyoruz. Dahası söz konusu dönemde bile laik kesimin göz ardı edilemeyecek bir bölümünün (muhtemelen çoğunluğunun) siyasete yönetimin ‘iyiliği kötülüğü’ üzerinden değil, açıkça ideolojik baktığını da biliyoruz.
Son seçimde bu tablo daha da netleşti. Muhalefet (içinde muhafazakar unsurlar bulundurmasına rağmen) ideolojik cepheleşme nedeniyle iktidar seçmeninin gözünde ister istemez ‘laikleşti’ ve ‘Kemalistleşti’. Gündelik hayatın zorluklarını öne çıkarmanın bir getirisi olmadı. Çünkü son kertede dindarlar açısından mesele ‘iyi’ bir yönetim seçmek değil, (uzun vadeli bakışla) cemaatler çatışmasından galip çıkmaktı. Eklemek gerek ki iktidar seçmeni muhalefetin de ‘aslında’ aynı amaca sahip olduğuna inandı ve yaşananları gözden geçirdiğimizde bu yargının çok da haksız olduğunu söyleyemeyiz.
İktidar ise basit bir strateji güttü: Asıl meselenin ideolojik ve kimliksel olduğunu vurguladı, bu vizyona uygun bir ‘hikaye’ sundu ve çoğunluğu elden kaçırma tehlikesi belirdiğinde de farklı partilerle (ama aynı hikaye üzerinden) konumunu tahkim etti.
Bu iktidarın kesimler arası yakınlaşma istemediği, çoğunluğu elde tuttuğu sürece ayrışmayı tahrik edeceği belli… Önümüzdeki sürede de bu değişmeyecek. Ve muhtemelen kazanmaya yetecek.
Diğer deyişle laik kesimin kendi kimliğini öne çıkararak iktidara gelmesi, ona eklemlenmiş olan Kemalist ideolojinin rejimin referansı olarak işlev görmesi artık pek mümkün gözükmüyor.
Bunda (geçmiş yazılarda detaylı anlattığım üzere) Yeni İttihatçılığın dindarları devletin asli sahipleri haline getiren kimlik tasavvurunun büyük payı olduğunu düşünüyorum. Dindarlar artık sayı olarak çoğunluk olmakla birlikte kamusal alanın çeperine ilişmek zorunda kalan bir ‘güruh’ değil. Devletin içindeler ve tarihsel olarak meşru haklarını yeniden elde etmiş olma duygusuna sahipler.
Dolayısıyla ‘iyi’ yönetimin cazibesi onlar için daha da azalıyor olabilir. Çünkü bedeli siyasi güç ve nüfuzdan feragat şeklinde ödenmek zorunda. Gerçekçi olacaksak ne kadar ‘iyi’ olursa olsun dindar kesimin ezici çoğunluğunun (şu an için) kendi dışlarındaki bir cemaatin iktidara gelmesine (ortak olmasına) sıcak bakmayacağını öngörebiliriz.
Nihayette dindarlar ‘millileşme’ şansını elde etti ve bu ülkede millilik dışlayıcı niteliğiyle öne çıkan bir niteleme. Milli olmak kapsayıcılığa değil, kimlerin ‘dışarda’ kaldığına işaret etmek üzere işlevselleşiyor.
Hal bu ise laik kesim ne yapmalı? Yönetmeye talip olmaktan vazgeçip İttihatçı siyasi yelpaze içinde eriyip gidebilir ve veya küçülerek onun ‘sol’ kanadını oluşturabilir… Ya da Kemalizm’e yapışıp anakronik bir marjinal grup olarak bir süre daha siyasete ‘çeşni’ katabilir.
Ancak farklı bir yöne de gidebilir… Kendisini, dindarları ve yaşananları anlamaya çalışabilir. Bu kimliksel ayrışmanın basit bir modernleşme veya modernleşememe meselesi olmadığını, muhatap alınması gereken bir ‘benlik’ sorunu yaşadığımızı idrak edebilir. İttihatçılığın bu soruna ‘doğal olarak’ Kemalizm’den (Cumhuriyet’in tasavvurundan) daha çekici bir yanıt getirdiğini kavrayabilir. Buradan hareketle laik ve dindar kesimler arasında geçişlilik sağlayan melezleşmeyi yeni (ama geçmişte damarı bulunan) bir ‘hikayenin’ öznesi kılabilir. Bu benlik tahayyülünden hareketle yerliliği ve milliliği çoğulcu bir zemin üzerinde tanımlayabilir. Vatandaşlığı tüm kimlikleri içermenin ötesinde, kimlikleri melezleşmeye ve gelişmeye açan bir kavram olarak yeniden ele alabilir.
Bunları ‘doğruyu biliyorum’ edası ile değil, doğrunun bilinemez olduğu gerçeğini hazmederek hayata geçirebilir. Doğruların dışardan ithal edilemeyeceğini, bu tür doğruların sadece cemaat üretip hiçbir zaman toplum üretemeyeceğini kavrayabilir. Toplum olmak için birlikte kendi öznel doğrumuzu üretmek ve onu değişime açık tutmak gerektiğini anlayabilir.
Bu söylediklerim ne kadar gerçekçi bilmiyorum. Herhalde fazla değil… Entelektüel zemine muhtaç bir çaba ve öyle bir zeminin varlığına dair pek bir işaret görülmüyor.
Yapıldığı takdirde hayat başarılı olmasına yardımcı olur mu, hangi vadede… Bilmiyoruz. Seçim kazandırır, iktidarı getirir mi, onu da bilmiyoruz. Ama şunu söyleyebiliriz: İktidar olmak için yapıldığı takdirde bir şansı olmayacaktır…
Meselemiz siyasi değil. Onu siyasete sıkıştırmak cemaatçiliği tahkim etmekten başka işe yaramıyor. Meselemiz (geçmişi reddetmeden) yeni bir kültürel sentezin, benlik duygusunun, kimlik tasavvurunun ve bunlardan hareketle vatandaşlık anlayışının üretilmesi.
‘Bu da nereden çıktı, yüz yıldır böyle bir gereksinim yoktu’ diyebilirsiniz. Haklı olursunuz, çünkü 2016 öncesinde Kemalizm’in sınırlarını çizdiği bir rejim, vatandaşlık, kimlik ve benlik tasavvuru hakimdi. Siyaset bu çerçevede yapılmaktaydı. Laik cemaat bu bağlamda ‘doğal’ olarak, ama aslında ideolojik destekle taşıyıcı ve yönlendirici özne olarak kabul görüyordu.
Ancak 2016 başarısız darbe girişimi Kemalizm’in (ve dolayısıyla laik cemaatin) de iddiasına darbe vurmuş oldu. Nitekim bir kültürel kimlik olarak laiklik ve onun ideolojik vizyonu Kemalizm, bugün giderek siyaset alanının çeperine doğru sürükleniyor. Siyasi merkez İttihatçı bir anlayış üzerinden yeniden tanımlanıp inşa ediliyor.
2016 öncesinde sahip olduğumuz gelecek tahayyülünden farklı bir gelecek tahayyülü var artık… Çok daha ihtiraslı, tehlikeli, kurnazlığı akıllılık sanan, kendimize zarar verme potansiyeli yüksek bir iddianın halkın çoğunluğu tarafından desteklenerek ülkeyi kırılgan bir noktaya sürükleme macerasına tanık olabiliriz.
Laik kesimin bu momentte tarihsel bir sorumluluğu var. Hayatın değiştiğini, eskisi gibi olmayabileceğini ve kendisinin de eskisi gibi davranarak hiçbir şey beceremeyeceğini görmeli. Ya da ‘laik cemaatin’ bir tarihsel ürün olarak miadını doldurma ihtimalini içine sindirmeli…