‘Muhalif gazetecilik’le, onun bir karikatürü olan ve aslında gazetecilik tanımının dışında değerlendirilmesi gereken ‘düşmana karşı’ gazetecilik arasında dağlar kadar fark var. Tabii aslında ‘muhalif gazetecilik’ de kavram olarak doğru değil, doğrusu ‘eleştirel gazetecilik’ ama oralara girmeyelim, söyleyip geçelim. Yine de, AK Parti’nin iktidara gelişinin ardından laik-seküler merkez medyanın iktidara karşı yürüttüğü gazeteciliğe ‘muhalif gazetecilik’ dendiği için yanlış olduğunu bile bile bu kitapta ben de onu kullanacağım. (Bu dizinin önceki bölümlerini okumamış olanlar neden “kitap” dediğimi anlamak için yazının sonundaki ‘sabitlenmiş sunum’a bakabilirler). Ve iddia edeceğim ki, bu gazetecilik taşıdığı ‘muhalif’ sıfatını da aşan bir amaca ve işleve sahipti; yapılan, ‘düşmana karşı’ gazetecilikti.
‘Muhalif’ gazetecilikle ‘düşmana karşı’ gazetecilik arasındaki farklar
‘Muhalif’ gazetecilikle ‘düşmana karşı’ gazetecilik arasındaki ayrım çizgisini mevcut iktidar odağına atfedilen pozisyon belirler. Eğer iktidar odağının yapıp ettiklerini “kötü”, “faydasız”, “yanlış” hatta “tehlikeli” bulsanız dahi son tahlilde onu geniş “biz”in bir parçası olarak değerlendiriyorsanız, ona karşı yürüttüğünüz mücadelenin adı “muhalefet”tir. Bu vasfı nedeniyle, bir iktidar odağına karşı mücadele biçiminizi “muhalefet” olarak adlandırıyorsanız, zımnî olarak onun meşruiyetini de kabul ediyorsunuz demektir.
Yok, iktidarı “meşru” görmüyorsanız, onu “düşman” olarak algılıyorsanız mücadele biçiminiz de “muhalefet” değil, “savaş” olur.
İşi “muhalif”likten çıkartıp “düşmanlık” aşamasına vardırmış bir gazeteciliğin pratiğinin nasıl olacağı hususunda bir şey söylemek sanırım gereksiz: “Düşman”, ontolojisi gereği “olumlu” bir şey yapamaz, dolayısıyla da onların gazetelerinde böyle bir şeye zinhar rastlanamaz.
3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından Cumhuriyet gazetesinde bu iki gazetecilik anlayışının çok öğretici bir pratiği yaşandı. Bu pratikte, Cumhuriyet için ‘muhalif’ gazetecilik öneren kişi İlhan Selçuk, ‘düşmana karşı’ gazetecilik öneren kişi ise gazetenin en eski ve en saygın yazarlarından Oktay Akbal’dı.
3 Kasım 2002’den sonra Cumhuriyet gazetesinde yaşanan, yaşandığı günlerde üstü özenle örtüldüğü için şimdi duyunca “böyle şeyler mi olmuştu” diye hayrete düşeceğiniz ‘iki çizgi mücadelesi’ni kısaca hatırlayalım…
“Cumhuriyet’te yorumlu manşet atılmaz”dan “zınısım adnıkraf ninekilhet”e (“tehlikenin farkında mısınız?”)
AK Parti’nin 3 Kasım 2002 seçimlerini büyük bir çoğunlukla kazanması, sert laik çevrelerin en önemli yayın organı olan Cumhuriyet’te derin bir endişe yaratmıştı.
Bu kesimin “korku” içinde olduğu söyleniyordu ama hâkim duygu hiç kuşkusuz korkudan çok, kendilerini yönetme ehliyetine sahip olmadıklarını düşündükleri bir siyasi sınıfa ve onları seçen toplum kesimlerine karşı geliştirilen öfke ve hatta yer yer nefretti.
Bu laik asabiye sahipleri, 4 Kasım sabahından itibaren, kendilerini sahibi saydıkları Cumhuriyet gazetesi üzerinde baskı kurmaya başladılar; gazetelerinin öfkelerini, nefretlerini yansıtmasını istiyorlardı.
Aslında bu baskı gazete içinde, 4 Kasım tarihli gazetenin hazırlandığı 3 Kasım gecesi ortaya çıkmıştı bile…
İlhan Selçuk, 6 Kasım tarihli yazısında bu hâli şöyle anlatacaktı:
“Seçim gecesi saat 21.30’da gazeteye geldim, yazıişleri katına indim. (…) yandaki cam bölmeli odada elime bir gazete aldım, bakıyorum, sıcak bir tartışma yaşanıyor, sonunda Genel Yayın Müdürü İbrahim Yıldız geldi: ‘Abi’ dedi, ‘çocuklar bu akşam bir yorumlu manşet atmak istiyorlar…’ Cumhuriyet’te yorumlu manşet atılmaz… Sordum: Nedir o?.. ‘Demokrasiye baraj!..’ Duraksadım; ama, gençler ne istiyorlarsa o olacaktı.”
Yorumlu manşeti bile “aşırı” bulan bu “normal gazetecilik” hassasiyeti, Cumhuriyet’in 2003’ten sonraki haline bakıldığında anlaşılamaz…
“Kartaca yıkılmalıdır!”
Peki, Cumhuriyet oralardan, Arap harflerinin taklidiyle sürmanşet alanına nakşedilmiş “zınısım adnıkraf ninekilhet”e (“tehlikenin farkında mısınız”), oradan da “Genç subaylar rahatsız” uyarılarına nasıl gelmişti?
İlhan Selçuk, okurlardan gelen baskıya direnilememesi hâlinde Cumhuriyet’in bir “gazete” olmaktan çıkabileceğini hissediyor, bu konuda dikkatli bir çizgi izleyeceğinin işaretlerini veriyordu.
İlk işareti, taze AK Parti iktidarının, bütün emeklilerin maaşlarına seyyanen ciddi miktarda bir zam yapma kararına “kaynağını nereden bulacaksınız” sorusuyla karşı çıkan muhalif yazarları paylayarak verdi: Zor durumdaki insanlar için olumlu bir adım atmış iktidar, size ne kaynağından?
Fakat birkaç gün sonra kadim dostu, sütun komşusu Oktay Akbal’dan ağır bir “ayar” alacaktı. Akbal’a göre, bu “dinci” iktidarın olumlu bir şey yapması ontolojik olarak mümkün değildi. Onun herhangi bir adımı ‘olumlu’ diye nitelenemezdi, dolayısıyla ne yaparsa yapsın yanlış bulunmalı ve bu çizgi iktidar yıkılıncaya kadar sürdürülmeliydi. Oktay Akbal, bu muhalefet çizgisini İlhan Selçuk’a cevap mahiyetindeki “Kartaca Yıkılmalıdır” (10 Ağustos 2003) başlıklı yazısında şöyle dile getirmişti:
“Roma tarihinde bir senatörden sık sık söz edilir. Bu senatör, toplantılarda hangi konu açılırsa, hangi sorun söze gelirse bir tek cümle söylermiş: ‘Kartaca yıkılmalıdır.’ Roma’nın büyük düşmanı Kartaca’ydı. Bu düşman yıkılmadan, ezilmeden, Roma, huzuruna, barışa, güvenliğe kavuşamayacaktı. Biz de ‘AKP iktidarı yıkılmadan Türkiye’nin hiçbir sorunu çözülemez’ diyenlerdeniz.”
Nereden nereye…
2003’ün yaz aylarında Cumhuriyet’te “nasıl bir gazetecilik” sorusunun cevabını arayan sıkı bir iç tartışmanın olduğu açıktı. Bu, zaman zaman dışa da vuruluyordu ve Akbal’ın yazısı bu açıdan bir “manifesto” gibiydi…
Fakat İlhan Selçuk’un o sıralarda Oktay Akbal’dan epeyce farklı bir anlayışı hâlâ sürdürdüğünü, yazılarını izleyerek görmek mümkündü.
Mesela 18 Ağustos’ta, yani Akbal’ın manifestosundan sadece sekiz gün sonra isim vermeden onu eleştiren, Cumhuriyet’in haberciliğine “nesnellik” vurgusu yapan bir yazı kaleme aldı… Selçuk, bundan bir gün sonra ise AK Parti’yle ilgili olarak başlıkta sorduğu “Takıyye Mi Yapıyor, Değişti Mi” sorusuna yazının son cümlesinde, Oktay Akbal’ı yerinden zıplatacak iki kelimelik şu cümleyle cevap veriyordu: “Eyleminden anlayacağız.”
Fakat gazete içindeki bu “iki çizgi mücadelesi”ni Oktay Akbal’ın temsil ettiği çizgi kazanacak, Cumhuriyet kısa bir zaman içinde iktidarda bir düşmanın bulunduğu kabulünden yola çıkan “Kartaca Yıkılmalıdır” limanına demirleyecekti…
“Düşmana karşı” gazeteciliğin etkili bir gazeteyi ne hale getirdiğini görmek için Cumhuriyet tecrübesi emsalsiz bir örnek teşkil ediyor.
AK Parti’nin son 10 yılını idrak ettikten sonra bugün televizyonlarda muhalif figürlerin iki 10 yıl arasındaki farklardan söz etmesi artık sıradan bir iş. Fakat bu kişilerin ilk 10 yılda sanki şimdiki AK Parti’yi eleştiriyormuş gibi konuştuklarını hatırlamak çok öğretici. Bu pratik bizi bu dizinin sorduğu sorulardan birine taşıyor: Acaba laik-seküler muhalefet ilk 10 yıldaki “reformcu AK Parti”yi hadi desteklemedi, hiç değilse ona ‘düşman’ muamelesi yapmasaydı acaba farklı bir yakın tarih yaşayabilir miydik? Ya da: Yaşandığı günlerde de üstü örtüldüğü için şimdi duyunca “böyle şeyler mi olmuştu” diye hayrete düşeceğiniz şey gerçekleşip de İlhan Selçuk’un başlangıçta önerdiği muhalif çizgi benimsenseydi ne olurdu?
Bu sorunun cevabını kimse bilmiyor. Ama buraya gelişteki sorumluluklar bahsi açıldığında en azından “yetmez ama evet”çileri lanetlemek için sarf edilen enerjinin bir bölümünün olsun bu soruya hasredilmesi münasip olmaz mı?
***
EK: İlhan Selçuk ömrünün son günlerinde ne dedi?
Buradan itibaren okuyacaklarınız 2007 başlıklı kitap taslağında yer almıyor, çünkü ondan sonraki bir tarihte, 2010’da yaşanmıştı.
AK Parti iktidarının başlarında Cumhuriyet için ‘normal’ gazetecilik öneren fakat gelen sert dalga karşısında direnemeyen İlhan Selçuk, ömrünün son günlerinde hasta yatağında Cumhuriyet yazarı Hikmet Çetinkaya’ya konuştu. Selçuk’un, Çetinkaya’nın köşesinde aktardığı görüşleri onun gazeteciliğin ve muhalifliğin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda son sözleri olarak kayda geçti. Onları da hatırlamak, bu yazıdaki meramımı anlatmak açısından önemli göründü bana:
“Biz tüm partilere eşit uzaklıkta duracağız. AKP’li bakanlarla da görüşeceğiz, Başbakan Erdoğan’la da, Cumhurbaşkanı Gül’le de. CHP lideri Baykal’la da ve MHP lideri Bahçeli’yle de… BDP’lilerle de…
“Biz ne bir siyasi partiyiz, ne de demokratik kitle örgütüyüz. Haberde yayın çizgimiz belli. Temel hak ve özgürlükleri savunuyoruz. AKP’ye karşı muhalif çizgimizi koruyacağız. Irk ayrımcılığına karşıyız. Daha demokratik ve daha özgür bir Türkiye’den yanayız.
“Atatürkçülük ve ulusalcılık adı altında şoven milliyetçilik yapılıyor. Bu yanlış; Atatürk’ün milliyetçiliği şovenizm değil, kültür milliyetçiliğidir. Bir de sandıkla gelen sandıkla gider. Türkiye’nin geleceği asker-sivil baskıcı rejimlerde değil, demokrasidedir. Bugün yaşadığımız sorunlara sınıfsal temelde bakmak zorundayız.
“Yılbaşında televizyonları seyredince Türkiye’ye irtica-mirtica gelmez dedim, ortalık ayağa kalktı… Bak Hikmet, kimse asker darbe yapacak diye siyaset yapmasın. Artık Türkiye’de askeri darbeler dönemi kapanmıştır. Ben Türkiye’nin zaman yitirmeden demokratikleşmesini istiyorum. Demokrasi ve özgürlükleri kim genişletirse ona gönülden destek veririm. Faili meçhul cinayetlerin aydınlatılmasından, ülkemize barış ve huzur gelmesinden, akan kanın durmasından yanayım. Türkiye kendisiyle yüzleşmeli. Başta söylediğim gibi, askerin de sivil rejimin de vesayetine giremem, giremeyiz Cumhuriyet olarak.”
Sonraki yazıda: 2003’te ‘Kartaca Yıkılmalıdır’cı muhalefet adına sahneye konanlar.
_____________
SABİTLENMİŞ SUNUM
“Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu” başlıklı bu dizi çok uzun sürecek, çünkü aşağıda okuyacağınız gibi 10 yıl önce kaleme alınıp yayımlanmayan bir kitabın yeni ilavelerle tefrika edilmiş hali bu…
Dizi arasına zaman zaman güncel yazılar da girecek, dolayısıyla diziyle ilk kez karşılaşacak olanların “nereden çıktı bu” dememesi ve önceki bölümlerle bağlantısını kurması için böyle bir “sabitlenmiş sunum”u gerekli gördüm. Bu sunum her bölümün sonunda tekrar edecek.
***
Demokratlık ve liberallik Türkiye’de ne zamandır küfür terimi olarak tedavülde… Küfrü daha da okkalı kılmak için onlara kestirmeden “yetmez ama evet”çi deniyor. Bu damganın ne kadar işlevsel olduğu, yeni bir TV dizisinde yer alan “O vatan haini ‘yetmez ama evet’çi içerde mi” repliği etrafında sosyal medyada düzenlenen şenlik üzerinden bir kez daha ortaya çıktı.
“Yetmez ama evet”çilere karşı yıllardır sürdürülen saldırganlık, futbol kulübü yöneticilerinin kendi başarısızlıklarının faturasını hakemlere yıkmasına çok benziyor. Aynı onun gibi, seçimle gelmiş bir iktidarı başta TSK olmak üzere ‘kurumlar’ üzerinden hal’etmeye girişerek Türkiye’yi feci bir otoriterliğe sürüklemede oynadıkları rolü görünmez kılmak isteyenler, faturayı “yetmez ama evet”çi dedikleri demokratlara ve liberallere ciro etmek için yıllardır -kabul edelim- başarılı bir performans sergiliyor.
AK Parti demokratların ve liberallerin başlangıç yıllarında kendisine açtığı krediden muhakkak ki faydalandı, fakat onun katbekat fazlasını kendisini ‘iç düşman’ olarak kodlayan modern-laik kesimlerin husumetinden türettiği mağduriyet algısından elde etti; ne var ki demokratlar ve liberaller bitmez tükenmez bir “sizin yüzünüzden” saldırısına maruz kalırken meselenin bu yanı yokmuş gibi davranıldı.
2012 yılının ortalarında, başlığı ‘2007’ olan bir kitap çalışmasına başlamıştım. Niyetim, geniş gazete taramalarıyla ‘her şeyin belirlendiği’ o kırılma yılını ve oraya nasıl gelindiğini anlatmaktı. Olguları peş peşe sıralayınca doğal olarak karşımıza seçimle gelmiş bir iktidarı ‘kurumlar’ı kışkırtarak hal’etme hikâyesi çıkıyordu, yani bir mağduriyet hikâyesi… Ne var ki kitabın yazımını bitirdiğimde artık bizzat AK Parti birilerini mağdur eden bir iktidar kurmaya başlamıştı ve o koşullarda kitabı yayımlamak içimden gelmedi. Ve aradan 10 yıl geçtikten sonra, Etyen Mahçupyan’ın Gülsüm Ekinci’ye verdiği söyleşide (Serbestiyet, 15 Aralık 2023) yer alan şu iki paragraf düşüncemi değiştirdi.
“(…) Çok kısa bir süre AK Parti’nin belki de demokratlığa da gidebilecek bir istekliliği vardı. Ama laik kesimin destek vermemesi AK Parti içindeki dinamiği tekrar eski hamuruna, eski damarına geri döndürdü. Dolayısıyla AK Parti’nin ilk on yılı Türkiye açısından kaçırılmış çok çok büyük bir fırsat. Fakat aslında bunu ne AK Partililer ne de karşısındaki laikler idrak etti.”
(…)
“Kendi kabahatinle yüzleşmek istemezsin. Laik kesim ne yapıyor şimdi, bugünkü AK Parti’yi geriye projekte ederek kendini aklamaya çalışıyor: AK Parti zaten böyleydi, Tayyip Erdoğan zaten bu kafadaydı diyor. Şurası doğru, Erdoğan büyük ölçüde aynı kafadaydı ama AK Parti’yi Tayyip Erdoğan yönetiyor değildi, çok başka bir koalisyon yönetiyordu. [Laik kesim bunu idrak edebilseydi] AK Parti’de yaşanan bütün tasfiyelerin sonucunda neyi kaybettiğimizi de anlayabilirdi.”
İşte bu iki paragrafı okuduktan sonra, 2013’te yayımlamadığım kitabı özetleyerek ama bazı ilaveler de yaparak Serbestiyet’te tefrika etmeye karar verdim.
Bu dizide geçmiş yılları hatırlatıyorum, fakat iktidar bu geçmişi artık bir mağduriyet öyküsü olarak kullanamaz… Geçmişi, laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğunu, ‘kabahatlerini’ hatırlatmak için deşiyorum.