Üç aylık bir aradan sonra, tam da depremin yaşandığı günün akşamı İstanbul’a gelmiştim. Önceden belirlenmiş işler ve programlar sebebiyle, Kadıköy sokaklarında kendimce dolaşmaya ancak bir sonraki haftanın ilk günü vakit bulabildim. Yeldeğirmeni’nden Halitağa’ya, oradan Osmanağa’ya, oradan Moda’ya doğru uzayıp gitti yolculuğum. Kırk sene önce üniversitedeki hocalarımızdan biriyle gün boyu konuştuğumuz yere kadar yürüdüm ve geri dönüş yolculuğuna oradan başladım. Hayatımın otuzdört senesi, sokaklarını ilk kez 80’lerin başında adımlamış olduğum Kadıköy’ün hudutları içinde geçmişti ve yedi sene Kadıköy’ün merkezinde, rıhtıma çok yakın bir evde yaşamıştık. Belirli bir adres ve hedef olmaksızın öylesine Kadıköy sokaklarını adımlarken beni yönlendiren, onlarca sene öncesinin hatıralarını tazelemek yahut o günden bugüne o sokaklarda neyin değişip nelerin aynı kaldığını görmek isteği idi belki.
Eve dönerken aynı sokaklardan geçmek yerine başka bir güzergâhı takip etmek niyetindeydim. Moda İlkokulu’nun yanındaki meydandan Bahariye’yi boydan boya adımlayıp meşhur Boğa’nın yanından geçerek eve vâsıl olmaya niyetlendim. Şimdi artık bomboş kalmış eski Adliye binasının önünden geçerken, yedi-sekiz yaşlarında bir kız çocuğunun babasına “Niye 1 Mayıs’ta İşçi Bayramı oluyor?” diye bir soru sorduğunu işittim. Babasının cevabından sadece “çünkü” kelimesini duyabildim, çünkü ters istikamette yürüyorduk; cevabın sonraki kelimelerinde bizden hayli uzaklaşmışlardı. Ama seksen-yüz adım daha ilerlediğimde, çocuğun o soruyu durduk yere sormadığını anladım. Çünkü ileride, Süreyya Sineması’nın yan tarafında, salladıkları bayrakların renginden ve imgelerinden anlaşıldığı üzere sosyalist dernek ve örgütlerin üyelerinin oluşturduğu yaklaşık yüz kişilik bir kalabalık vardı.
Ve hemen yakınlarında mevzi tutmuş, sayıca neredeyse bir o kadar polis…
Dilerim bir taraf anayasal hakkı olan toplanma hak ve özgürlüğünü güzelce gerçekleştirir ve umarım polise şiddet kullanması yönünde bir talimat gelmez diye temenni ederek, biraz ileride tramvay hattının kenarındaki banka oturdum ve ortamı izlemeye çalıştım.
Oturmamın üzerinden çok zaman geçmemişti ki, sahilden dik bir şekilde yukarıya çıkan sokaklardan birinden giderek yükselen bir uğultu hissettim. Belli ki, bir grup da yine anayasal bir hakkı olarak gösteri yürüyüşünü yapa yapa buraya geliyordu ve burada bekleyen kalabalıkla birleşecekti. 1 Mayıs’ın hemen öncesinde yürüyüşü yapanların sloganlarındaki vurgu beklendiği üzere 1 Mayıs’tı. ‘Taksim’de toplanma hakkının engellenemezliği’ne yönelik sloganlarının yanında, şu iki slogan özellikle aklımda kaldı: “Hak, hukuk, adalet” ve “Çalışırken ölmek istemiyoruz.”
İki grup biraraya geldiğinde, polislerin sayısı arttığı gibi kalabalıkla aralarındaki mesafe de azaldı. Hatta bir grup kalabalığın hemen yanıbaşına kadar geldi. Ama korktuğum şey olmadı; bunun hem kalabalığın tramvay ve arabalar için ayrılmış dar yola taşıp trafiği aksatmamasını sağlamak, hem de arabayla veya yaya olarak geçen farklı kişi ve grupların toplanan gruba yönelik provokatif bir hareketine mani olmak amacını taşıdığını ilerleyen dakikalar içinde anladım.
Biraraya gelen topluluğun içinden farklı dernek ve oluşumlara dair kişiler konuşmalar yaptılar. 1 Mayıs’a kadar her gün orada toplanıp her gün ayrı bir konuya değiniyorlar mıydı, bilmiyorum. Ama 28 Nisan Pazartesi akşam üzeri orada bulunanların hemen hepsi özellikle ‘çocuk işçilik’ üzerine konuştular. Elbette, yine sık sık sloganlarla kesiliyordu bu konuşmalar.
Yoksulluk sebebiyle okula gidemeyip sokaklarda kağıt toplayan çocuklar, moto-kuryelik yapan gençler, tarım işçisi çocuklar, sanayide çalıştırılan çocuklar derken, bu çocukların her birinin yoksulluk ve sömürü sebebiyle bu durumda oldukları söylendiği gibi; devletin ‘meslek edindirme projesi’ olarak sunduğu uygulamanın meslek okullarına giden çocukları ‘dört gün çok düşük ücretle işte ve ancak bir gün okulda’ tutarak aslında eğitimden kopardığına ve sermayeye çok ucuz işgücü sağladığına dikkat çekildi. Buna karşılık, onların bedensel ve ruhsal gelişimi düşünülmeden, hele ki her yaştan çalışan için bir hayat-memat konusu olan ‘iş güvenliği’ konusunda—sermayeye ‘maliyeti’ sebebiyle—gereken önlemlere asla riayet edilmeden uygulanan bu proje ile birçok çocuk işçinin çalışırken öldüğüne dikkat çekildi. Çalışmalarını önemli bulduğum ve takip ettiğim İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi adına konuşan bir isim, bu durumu ve genel olarak ‘iş cinayeti’ olarak tanımladıkları ölümleri detaylı rakamlarla açıkladı. Bu rakamlar neden sloganlardan birinin “Çalışırken Ölmek İstemiyoruz” olduğunu da net biçimde açıklıyordu.
İş güvenliği, düşük ücretle çalıştırma, yaygın yoksulluk, eğitim hakkı, sağlıklı büyüme hakkı gibi konularda yapılan konuşmaları dinlerken, bir talimatla o topluluğu çember altına alma durumunda kalacak polislerle böyle bir bağlam ve ortam dışında, kendilerini rahat ve sivil hissettikleri bambaşka bir ortamda bu konuların konuşulduğunu düşündüm. Mesela bir dost meclisinde bu konular gündeme geldiğinde, ihtimal ki oradaki polislerin de büyük çoğunluğu bu sorunların varlığı konusunda karşısında konuşlandıkları kalabalıkla birebir mutabık olacaklardı. Ve ‘çalışırken ölmek’ onların da bir meselesiydi.
Konuşmacıların neredeyse tamamı, sol-sağ ayırmaksızın hangi yelpazeden olursa olsun gören gözü ve hisseden vicdanı olan her insanın katılacağı yoksulluk, düşük ücret, güvensiz çalışma şartları ile ilgili olguları sistemin bütünüyle ilgili yapısal bir problemin tezahürü olarak yorumluyor ve mevcut politik düzen ve anlayışla bu sorunun çözülemeyeceği vurgusu üzerinden sözü sosyalizme getiriyorlardı. Söz buraya geldiğinde de ‘isyan’ ve ‘devrim’den söz eden sloganlar işitiyorduk. Çözümün ‘sosyalizm; isyan ve devrim’ olarak adreslenmesine benim şahsen itirazım vardı (hayatım boyu, kim tarafından hangi sebeple yapılırsa yapılsın ‘devrim’lerin ‘yapım’dan ziyade ‘yıkım’ getirdiğini, ‘yapım’ gibi gözüken durumlarda dahi ‘kurtarıcılardan kurtulma’ ikilemine bizi sürüklediğini görmüştüm). Ancak ‘devrimci’ zihniyeti açık itirazı olan benim gibi birçok kişi, yine de problemin sistemik olduğu ve mevcut düzen ve anlayışın içinde çözümün mümkün gözükmediği konusunda onlarla pekâlâ mutabık olabilirdi.
Neticede, öyle ya da böyle, somut ve gerçek bir sorun üzerine, bu soruna kayıtsız kalınamayacağını ve kalınmaması gerektiğini belirten konuşmalardı yapılanlar…
Bu konuşmaları dinlerken, Türkiye’de çalışma şartları ve işçi hareketlerinin bu şartların değişimine etkisi üzerine bir zihin yolculuğu yaşadım hızlıca. Türkiye’de çalışan kesimin haklarının güvence altına alınması ve şartlarının iyileşmesi ile önemli kısmı sosyalist bir damar taşıyan işçi hareketlerinin yükselişi ve yanısıra demokrasinin daha fazla uygulanma zemini bulması, toplanma ve yürüyüş hakkı, ifade hürriyeti gibi anayasal hak ve özgürlüklerin daha fazla tanınması arasında bir korelasyon vardı. Darbe dönemleri yahut seçimle gelen yöneticilerin otoriterleştiği dönemler ise bütün bu alanlarda gerileme ve kayıpları beraberinde getirmişti.
Buna karşılık, kendisini sağ, muhafazakâr, milliyetçi veya dindar olarak tanımlayan toplum kesimleri, ‘ideolojik,’ ‘din-karşıtı’ ve ‘enternasyonalist’ bir niyet kasdettiğine ikna edildikleri için, bu yoldaki mücadelelere mesafeli kalmışlardı. Daha da kötüsü, kendileri de toplumun zayıf ve ezilen kesimlerinden olmalarına rağmen, hak mücadelesine mesafeli kalmanın ötesinde bir de düşman olmaya ve siyasî-ekonomik mütegallibe yanında saf tutmaya dahi ikna edilebilmişlerdi. Elbette bunda gerçek bir soruna atıfta bulunan bir hak ve eşitlik mücadelesini din-karşıtı tutumları veya ideolojik romantizmleri ile bulandıranların payı vardı. Ama kabahatin büyüğünü onlara yüklemek haksızlık olurdu.
Neticede, ortadaki durumun kazananları, bu şartlarda tahkim edilen otoriterliğe ve en yüksek gelir grupları ile en düşükler arasındaki eşitsizliğin tırmanıyor olmasına bakılırsa, siyaset ve ekonomi alanındaki muktedirlerdi.
Zihnim bu düşünceler içerisinde dolaşırken, çocuk yaştan beri güvenliksiz ve güvencesiz şartlarda çalışma durumunda olmuş annemin yakın bir zaman önce söylediği bir sözü hatırladım. Seksenini geçmiş bir ihtiyar olarak, kendisi gibi dindar veya muhafazakâr insanların işçi hareketinin yükseldiği yetmişli yıllarda ve sonrasında daha güvenli bir iş hayatı, daha güvenceli bir ömür, daha adil bir ekonomik paylaşım için mücadele veren solcuları ‘düşman’ olarak görmeye manipüle edildiklerine dikkat çekmişti annem. “Ama şöyle geriye dönüp baktığımda görüyorum ki” demişti, “iyi ki onlar varmış ve iyi ki o mücadeleyi yapmışlar. Yoksa daha da kötü durumda olurmuşuz.” Çalışan kesimlerin hakları üzerine mücadele veren hareketlerin zayıflamasının, gücünün kırılmasının olumsuz etkilerini çok net biçimde hissettiğini de eklemişti sonra.
Türkiye’nin son altmış-yetmiş yılı, o onyıllar içinde gidiş gelişler ve düşüşler yükselişler annemin sözlerinin eşliğinde zihnimden hızlıca akıp giderken, çokça haberini aldığımız şey gözümün önündeki bu toplantıda vuku bulmaz diye de geçiyordu gönlümden. Ki böylesinin çokça vaki olduğunu biliyorduk, hatta haksızlaştırmak için özellikle kışkırtmalar gerçekleştiğini bildiğim için haklı olduklarını düşündüğüm durumlarda dahi kalabalıkların içinde olmamayı tercih etmiştim hep.
Çok şükür, korktuğum şey olmadı o gün. Normal şartlarda ve insanî bir düzlemde birbirini çok rahat anlayabilecek neredeyse eşit sayıdaki iki grup, bir taşkınlıkla veya şiddet kullanma yönünde bir emirle bambaşka maceralara sürüklenmeden o küçük miting sona erdirdi. Bir provokasyon olmadı, taşkınlıkla hareket eden biri çıkmadı, bir tahrik yaşanmadı, polisin şiddete başvurduğu bir durum da gerçekleşmedi. Taraflara makuliyet ve sağduyunun hâkim olduğu bir miting ortamına denk gelmiştim. (Ama daha sonra haberlerde işittiğim, ‘1 Mayıs öncesi sabah vaktinde yüzlerce kişinin evlerine baskınla gözaltına alınması’ sürecinde o gün sivil polisin videosunu çekiyor olduğu o kalabalıktan kişiler de var mıydı, bilmiyorum. Var idiyse, o gün edindiğim izlenimden hareketle, böyle bir şeyi hak etmediklerini düşünürüm.)
Neticede, hayatı boyunca sol örgütlenme ve eylemcilikten uzak durduğu gibi genel olarak kitlesel ortam ve eylemlere de mesafeli kalan kişiliğime karşılık, annemin söylediklerine birebir katıldığımı ifade etmem gerekiyor. Solun örgütlediği işçi hareketleri olmasa, çalışan her kesim bugünkünden de daha geri bir durumda olurdu muhtemelen. Diğer taraftan meselâ 70’lerin ikinci yarısı ile kıyaslandığında bugün görülen gerileme de işçi hareketlerinin yaşadığı zayıflama ile birebir irtibatlı. Sadece bu ülkede değil, bütünüyle dünyada vahşi kapitalizmin bir şekilde tımar edilip, daha gayriinsanî şartlardan—insanî olmasa da—nisbeten daha az gayriinsanî şartlara gelinebilmişse; mesela muktedirler günlük çalışma vaktini onaltı, ondört, oniki saat yerine sekiz saate çekmişlerse, haftalık tatil günleri ve senelik izin haftaları tanınmışsa, bunlar ancak işçi hareketlerinin insanca çalışma ve yaşama mücadelesi sayesinde oldu. Daha bunun gibi bugün bize ‘verili durum’ gibi gelen her hakkın edinilmesi hep bu mücadelelerin eseri.
Dolayısıyla, ‘devrim’ romantizmine hiç katılmadığım ve ‘sosyalist devrim’ dahil hiçbir devrimden kalıcı ve mutlak hayır çıkacağını düşünmediğim halde, haklar için mücadelenin bir gereklilik olduğundan eminim. Hiçbir mütegallibe ve hiçbir muktedir, insanî olana bizzat yönelmiyor ve hakkınız olanı kendiliğinden vermiyor. Haklara ‘verilerek’ değil, ‘alınarak’ kavuşuluyor.
O yüzden, iyi ki bu mücadele var, bu mücadeleyi yapanlar var; iyi ki yürüyor, toplanıyor ve konuşuyorlar.
Birilerinin şiddetin bir türünü ‘devrimci şiddet’ diyerek meşrulaştırmasına, birilerinin talimatla anayasal bir hakkı şiddetle bastırmasına da karşı olan biri olarak diyorum ki; bırakalım yürüsünler, bırakalım konuşsunlar.
Bu, bir avuç muhteris mütegallibe hariç, herkesin hayrına; bunu bastırmaları için kendilerine emir gelen kişiler dahil…