İlk başta hatırlatmam gerekir ki ben tarihçi değilim. Bununla birlikte tarihe merakım çoktur. Meslek hayatım boyunca görev yaptığım ülkelere gitmeden önce, özellikle daha önce yaşamadığım İsveç ve Kore’nin tarihleri hakkında mümkün olduğu kadar bilgi sahibi olmaya çalışmışımdır. Bir ülkenin tarihini bilmeden onu anlamanın mümkün olmadığını düşünmüşümdür hep. Oysa Ankara’daki yabancı Büyükelçilerin bazılarının bizim tarihimize aynı ilgiyi göstermediklerini ve bilgilerinin çok sınırlı olduğunu onlarla yaptığım görüşmelerde sık sık ve bir nebze hayretle gözlemlerdim. Bunların arasında önemli ülkelerin de bulunduğunu kaydetmem gerekir.
Tabii tanımadığım bir ülkenin tarihini incelerken bizimle ilişkisi de haliyle ortaya çıkardı. İsveç’in en büyük kahramanı olarak tanınan ve Rusya Çarı I. Petro tarafından 1709 yılında Poltava meydan muharebesinde yenildikten sonra beş yıl kadar süreyle Osmanlı topraklarına sığınan o nedenle bizde Demirbaş lakabıyla anılan Kral XII. Şarl, bu süre zarfında ülkesini uzaktan yönetmeye devam etmişti. Donanmasına katılan iki geminin birine Yıldırım, diğerine Yaramaz (İsveççe Jaramazz) adlarını vermiş ve bu İsveç donanmasında birkaç yüzyıl boyunca bir gelenek olmuştu. Son Jaramazz uzun süre okul gemisi olarak görev yaptıktan sonra yüzen müzeye dönüştürülmüştür. Bu isimle Türk-İsveç ilişkilerinde benim de yaptığım konuşmalarda kullandığım bir ufak bağ teşkil etmiştir.
Kore’ye gittiğimde haliyle Kore Savaşının tarihini yakından inceledim. Bu Savaşta ülkemizin oynadığı rol ve verdiği 763 şehitle ülkelerimiz arasında zamanla dahi kaybolmayan bir bağ oluşmuştur. Ancak daha gerilere gittiğimde MS 7’inci yüzyılda Türkler ile Kore’liler Orta Asya’da komşu iken bir olup Çin egemenliğine karşı mücadele ettiklerini bir kitapta keşfetmiştim. Sonra Koreliler Doğuya, biz ise Batıya göç etmişiz. Ancak bu ilişki de geçmiş işbirliğimiz hakkında yaptığım konuşmalarda sık sık kullandığım ve az bilindiği için ilgi çeken bir unsurdu.
Tarihle ilgilendiğim bu örneklerden belli olmuştur sanırım. Bizim toplum olarak özelliklerimizden bir tanesi ise tarih ile siyaseti birbirinden ayırt etmekte karşılaştığımız güçlüktür diyebilirim. Özellikle yakın tarihimize bakıldığında bu daha da belirginleşiyor. Tarihi şahsiyetlere objektif olarak bakamıyoruz ya onlara tapıyoruz ya da kin besliyoruz. Daha da ilginci tarihi şahsiyetleri bugünkü siyaset için referans olarak kullanmaya çalışıyoruz. Oysa tarihi şahsiyetler devirlerinin insanıdır, bugünün değil. Yaşasalardı bugün ne yaparlardı diye tartışmak anlamsız çünkü bugün yaşalardı, devirlerinin insanları olamazlardı. Tanrı kimseye 140 yıl ve daha fazlası ömür biçmedi malum.
Nerede ise her ülkenin asker veya sivil kahramanları olmuştur. Örneğin II. Dünya Savaşı sırasında Birleşik Krallığın kahraman Başbakanı, bir önceki savaşta Çanakkale seferinin mimarı olduğu için de bizde pek sevilmeyen Winston Churchill, Birleşik Krallığın Nazilere karşı bir yıldan fazla tek başına mücadele etmesi ve yenilgiyi kabul etmemesi nedeniyle birçoklarına göre 20’inci yüzyıl Avrupa tarihini değiştirmiş kişidir. Birçok Avrupa şehrinde onun adını taşıyan caddeler, meydanlar, onun anısına dikilmiş heykeller bulunmaktadır. Ancak başta Birleşik Krallık olmak üzere hiçbir ülkede, Churchill bugünkü siyaset için bir referans teşkil etmemektedir. Aynı şekilde Fransa’da De Gaulle, Finlandiya’da Mannerheim ve başka ülkelerde 20’inci yüzyılın kahramanları sayılan tarihi şahsiyetler devirleriyle anılmakta, bugünkü siyasetin bir parçası sayılmamaktadırlar. Acaba Fransa’da gençler bugünkü Fransız Anayasasının ve yönetim sisteminin De Gaulle tarafından 1958 yılında şekillendirildiğini hatırlıyorlar mıdır? Lise öğrencisi İngilizlerin yarısının Churchill’in kim olduğunu bilmediğini bundan birkaç yıl önce bir yerlerde hayretle okumuştum.
Gelelim bundan birkaç gün önce 100’üncü yılını kutladığımız Lozan Barış Antlaşması’na. Tarih ile siyasetin günümüz Türkiye’sinde birbirinden ayrılamadığının en yeni bir örneğini bu münasebetle tekrar izledim. Kimisine göre Lozan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş senedi, kimisine göre ise kaçırılmış fırsatlar manzumesidir. Lozan hakkında takınılan tavır ise ilgili kişinin siyasi eğilimine göre belirlenmektedir.
Aslında tüm uluslararası antlaşmalar bir uzlaşının eseridir. Bunun tek istisnası kaybedilen savaşlardan sonra galibin mağluba zorla kabul ettirdiği barış antlaşmalarıdır. Özellikle Birinci Dünya Savaşı mağlupları Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı İmparatorluğu gayet ağır koşullar içeren ve hepsi Fransa’nın çeşitli şehirlerinde imzalanan sırasıyla Versailles, Saint-Germain, Trianon, Neuilly ve Sèvres (Sevr) antlaşmalarını kabul etmeye mecbur bırakılmışlardı.
Bu ülkelerden bir tek Türkiye kendisine dayatılmaya çalışılan Antlaşmayı reddedip Kurtuluş Savaşını zaferle kazandıktan sonra yeniden masaya oturmayı ve dengeli bir Barış Antlaşması müzakere etmeyi başardı. Ancak bu müzakere de kolay olmadı. Aralıklarla 8 ay kadar sürdü. Mustafa Kemal ve Lozan’daki temsilcisi İsmet Paşa Kurtuluş Savaşından galip çıkmışlardı ama Boğazlar bölgesi ve İstanbul bütün müzakere süreci boyunca Müttefik işgali altındaydı. Gerçi müzakereler sonuç vermemiş olsaydı Müttefiklerin yeniden savaşmaları ihtimali yoktu. Fransa daha Kurtuluş Savaşı devam ederken 1921’de Ankara Hükümeti ile bir Barış Antlaşması imzalamış, bu Antlaşma sayesinde de daha önce Güney bölgelerimizde Fransa ile savaşmış kuvvetlerimizin Batı cephesine kaydırılarak Yunanistan’a karşı kullanılması sağlanabilmişti. Fransa ile yapılan bu Antlaşma Mustafa Kemal Paşanın işini muhakkak ki kolaylaştırmıştır.
Kurtuluş Savaşının son günlerinde Birleşik Krallık Başbakanı Lloyd George mütareke döneminde işgal edilen Boğazlardaki İngiliz ve İmparatorluk askerlerini Mustafa Kemal’in yolunu kesmek için kullanmak istemiş, ancak kendi hükümet ortakları Muhafazakâr Parti ve ayrıca Avustralya ile Yeni Zelanda hükümetleri yeniden savaşa girmek istemeyince, Lloyd George istifa etmek mecburiyetinde kalmıştı. Kendisi 22 yıl daha yaşamış olmasına rağmen bir daha iktidara gelememişti. Hatta lideri olduğu Liberal Parti de o günden bugüne Birleşik Krallıkta bir daha hükümet kuracak güce sahip olamamıştır.
Bununla birlikte Lozan öncesinde ve Konferans sırasında Mustafa Kemal’in çok ihtiyatlı olduğunu da vurgulamak gerekir. İngilizler Boğazlar bölgesinden ve İstanbul’dan çıkmadılar ama Mustafa Kemal de oraya ve hatta Trakya’ya zorla girmeye çalışmadı. Sabırla bir yıldan fazla bekledi.
Neticede Lozan bir denge antlaşmasıdır demek lazım. Misak-ı Millinin Batı Trakya ve Musul hariç kalanı gerçekleşti. 1914’te savaşın ilk günlerinde tek taraflı olarak kaldırılan kapitülasyonlar bu defa antlaşma ile tarihe karıştı. Yeni Türk devleti topraklarında egemen oldu. İstanbul’un işgali Lozan’ın onaylanıp yürürlüğe girmesinden kısa bir süre sonra sona erdi. Ancak Boğazlar silahsızlandırılmak durumunda bırakıldı, gemi trafiğinin denetimi de bir uluslararası komisyonun uhdesine verildi. Bilindiği üzere, bu durum 13 yıl sonra İkinci Dünya Savaşının yaklaşmakta olduğu 1936 yılına kadar devam etti ve Montreux Sözleşmesiyle değişip bugünkü halini aldı.
Yeni Türkiye devleti Osmanlıdan devraldığı borçları ödedi. Oysa SSCB Çarlık Rusya’sının borçlarını reddetmişti ama çöktükten sonra yeni kurulan Rusya Federasyonu Avrupa finans piyasasına girmek istediğinde bu borçları bir şekilde tesviye etmek durumunda kaldı. Türkiye Sovyetlerin yaptığını yapmaya kalkmış olsaydı bir daha kredi alamayacaktı.
Lozan’ın adalarla ilgili hükümleri bugün dahi epey tartışılıyor. Burada da siyaset gerçeklerin görülmesini engelliyor. Yunanistan ile nüfus mübadelesinin müzakere edildiği bir dönemde nüfusları nerede ise tamamen Yunanlı Hristiyanlardan oluşan üstelik işgal etmediğimiz adaları istemek abesle iştigal olurdu. Muhtemelen o nedenledir ki İtalya’ya sadece Sevr antlaşmasıyla geçen Meis adası üzerinde dahi hak talebinde bulunulmamıştır. Veya bulunulmuşsa başarılı olunmamıştır. Hatta bildiğim kadar, Sevr’den Lozan’a intikal eden tek hüküm Meis’in İtalya’da kalması olmuştur.
Adalardan bahsederken Yunanistan’ın savaşmaksızın Lozan müzakereleriyle iade ettiği Gökçeada ve Bozcaada’nın, Lozan’ın 14’üncü maddesine göre kendi kendilerini yöneteceğini ve asayiş adaların nüfusundan oluşan özerk bir güvenlik gücü tarafından sağlanacağını hatırlatmalı. Oysa bu madde hiçbir zaman uygulanmadığı gibi 1927 yılında kabul edilen Mahalli İdareler Kanunuyla tek taraflı olarak yürürlükten kaldırılmış ve Lozan bu şekilde daha mürekkebi taze iken tarafımızdan ihlal edilmiştir. Daha sonraki dönemlerde Adalardaki Rum halkını kaçmaya zorlamak için onların açık hava hapishanesine çevrildiği de hatırlanacaktır.
Lozan paketinin bir parçasını teşkil eden Yunan vatandaşlığına sahip Rumların İstanbul’da serbestçe ikametini sağlayan anlaşma 40 yıl sonra ihlal edilerek İsmet İnönü başbakanlığındaki hükümet tarafından Kıbrıs olayları gerekçe gösterilerek Türk vatandaşı olmayan İstanbul Rumları 1964 yılında birkaç gün içinde sınır dışı edilmişlerdir.
Lozan’ın uygulanmayan maddeleri arasında Türkçe dışındaki dillerde eğitim, yayın vs hürriyeti vardı. Bu durum bu sütunlarda Yıldıray Oğur tarafından antlaşmanın 100’üncü yıldönümüne tekabül eden 24 Temmuz 2023 günlü ve “100 yıldır gereği yerine getirilememiş Lozan’ın gizli olmayan iki maddesi” adlı yazıda etraflıca irdelenmiştir.
Bu iki örnek bile Lozan’ın bizzat imzacıları Antlaşmayı bugün bazılarının yaptığının aksine putlaştırma arzusunda olmadıklarını gösteriyor. Mustafa Kemal ile İsmet Paşalar, Lozan’ın işlerine gelen hükümlerini uygulamışlar, işlerine gelmeyenlerini de hasır altı etmişlerdir. Bu çok şaşırtıcı değildir. Nitekim, Lozan’ın imzacılarından hiçbirisinin bu ihlalleri mesele edip ihlal edilen hükümlerin uygulanmasını talep ettiklerini duymadım.
Lozan’ın bazılarının iddia ettiğinin aksine bir geçerlilik süresi yoktur. Ancak ne ölçüde uygulandığı tabii tartışma konusudur. Yunanistan ile hudutlar değişmemiştir. Adalar ile ilgili maddeler tartışma konusudur. “Gri bölge” olarak adlandırdığımız ve aidiyetinin belirsiz olduğunu iddia ettiğimiz, ancak bu iddianın geçerli olup olmadığı konusunda bir uluslararası merciden yorum istemekten çekindiğimiz adaların mülkiyeti ile ilgili maddeler bitmeyen bir münakaşa konusudur. Ayrıca Lozan’ın ve 1947 yılında 12 adanın Yunanistan’a devrini sağlayan Paris Antlaşmasının silahsızlanma ile ilgili maddeleri de tartışma konusudur. Yunanistan ile yeniden başlayacağı anlaşılan diyalogun bu konular üzerine eğilmesi imkân dahilindedir. Ancak bir çözüme ulaşılabileceği şüphelidir. Aynı şekilde Yunanistan’ın Batı Trakya Türkleriyle (Lozan’da Müslüman deniyor) ilgili maddeleri de en azından geçmişte ihlal ettiği savı, bizim Antlaşmaya lafzıyla ve ruhuyla sadık kalmamış olmamız nedeniyle darbe yemiş oluyor.
Özetle tüm uluslararası antlaşmalar gibi Lozan’da bir pakettir. Paket de dengeli bir bütündür. Paketin içinden cımbızla bazı maddeleri çıkarıp çöpe atarsanız, kalanının geçerli olduğunu, sizin de o pakete sımsıkı bağlı olduğunuzu kabul ettirmek daha zordur. Lozan’ı göklere çıkaranların bu basit hususu düşünmeleri iyi olurdu bence.