Tam 34 yıl önce dün, 30 Kasım 1990… Hava buz gibi, gazetelerde, TV’de “yurttan sesler” hep ayaz makamından. Milliyet Gazetesi’nin manşetindeki “müjde” gaz sobası gibi, ısıtıyor biraz: “Yeni yakıtımız (H)”. O “H”nin ne olduğunu üst başlıktan anlıyoruz. “Türk bilim adamları da başardı: Sudaki hidrojenden evlere enerji”.
Düşününce bugün seçim süreçlerinde bulup durduğumuz doğalgaz, petrol rezervlerimizden daha inandırıcı bence. Daha da harika, ekmek elden, “kömür” gölden. 11. sayfasındaki haberin başlığı ise üşüyen işçileri, siyasetteki kışı özetliyor:
“Ecevit: Özal MESS (“meşhur” işveren sendikası) Başkanı mı?” Alt başlıkta da “Özal işçiye tuzak kuruyor”: “Cumhurbaşkanı Özal’ın ‘Zonguldak maden ocakları zarar ediyor, buraların kapatılması gerekir’ sözlerine tepki gösteren SHP Genel Başkanı Erdal İnönü ‘Özal işçilere karşı vaziyet alıyor, tuzak kuruyor’ dedi.”
Karaelmas-karabelâ-karabasan
Zonguldak’ta aynı gün Türkiye’nin havasını değiştirecek bir “olay” ise “yarın”ın gazetelerinin ilk sayfalarını hazırlıyor: “Kömür havzası”nda 43 bin maden işçisi greve başladı! Gerekçeleri, “İnsanca yaşamak, insanca çalışmak, emeğin gerçek karşılığını almak, güvenli ve sağlıklı çalışmak, işçinin onurunun korunması…” Uzaktan da olsa aşinayız.
O daha kritik. “Türk bilim adamları” henüz çaresini de bulmamış üstelik. Nitekim kısa sürede manşetleri değiştirecek. Nihayetinde Türkiye’de kömür hâlâ “karaelmas”, örgütlenen-birleşen, “maden”den, “yerin dibi”nden çıkan işçiler, devlet-hükümet-işveren için hep “karabelâ”. Rüyalarına bile uğrasa, fotoğraflardaki yüzü, alnının isli teriyle karabasan. Tarihiyle, nâmıyla işçi başka, “madenci” başka her yerde.
Her düzlükte “madenci şehri”
4 Ocak 1991 sabahı on binlerce madenci sendikanın önünde. Kendiliğinden miting, Ankara’ya yürüme kararına dönüşüyor. Yürüyüş kadın-erkek, çoluk çocuk başlıyor, büyüyor çevreden de katılanlarla. Sonrasında hep “100 bin kişi” olarak anılıyor.
De ki o günün nüfus sayımıyla Tunceli, Bayburt boşalmış yürüyor. Molalarında zaten her düzlükte bir “madenci şehri”. Bir kadın işçinin “Dağı tırmanırken arkaya dönüp baktığımda bir şehir gördüm, yani şehir geliyordu arkamızdan. Ağlamaya başladık…” sözleri yayınlanıyor gazetelerde.
“Devrek burada,devlet nerede?”
İlk günün akşamı Devrek’te konaklıyorlar. Devrekliler elden geldiğince doyuruyor, ağırlıyor onları… Sabahın ayazında uğurlarlarken teşekkürleri hep birlikte, o kadim ve her felakette, depremde, hep güncel sloganla: “Devrek burada, devlet nerede?”
Yollarda fırınlar bedava ekmek veriyor, lokantalardan, kahvelerden, evlerden elden ne gelirse… Tüm yurttan yardım malzemeleri de geliyor, “deprem”lerdeki gibi. Ona da göz-el koyup, engelleyecek devlet. Dahasını da yapacak. Hep yaparlar, aranan “devlet” işte tam orada. Binlerce askeri-polisiyle geliyor.
“Gemileri, ateşleri yak-tık”…
Milliyet Gazetesi 5 Ocak 1991’de “Yolumuz Ankara, hedefimiz Çankaya… Gemileri yaktık geri dönüş yok… 100 bin madenci yolda” manşetiyle çıkıyor. Kalabalığın gür sesini, yankılanan o ritmi eski bir kayıttan da dinliyorum: “Gemileri yak-tık /geri dönüş yok /Gemileri yak-tık /geri dönüş yok…”
Biraz ısınmak için de ateşler yakılıyor, molalarda. Gecenin karanlığında sabaha kadar ateş böcekleri mi dersin uzaktan, “Bir şehir kalkmış, konmuş buraya” mı…
Ertesi gün, 6 Ocak’ta manşet, “Dev yürüyüş Mengen’e vardı. E-5’te yüksek tansiyon”. Halk yine bağrına basıyor yürüyüşçüleri… Cumhurbaşkanı Turgut Özal, “Kuru gürültüden korkmam. Bu başkanla (Şemsi Denizer) anlaşma olmaz” diyor.
“Saddam’ın adamları” madende
7 Ocak 1991’in manşeti, “Bakandan isyan yorumu”. Çalışma Bakanı İmren Aykut: “Adeta isyana dönüşüyor. Bu işin arkasında Saddam’ın adamları bile olabilir.” Tabii ki hep o dış güçler… İktidarların bulduğu maden de o gün o. Eh, her yerde, her şeyde Saddam’ın adı…
APO’yu andırdığı için sahibinin başına iş açan tuzluklar bile o dönem Saddam’a benziyor. Sonra ortalık yatışıp İBO’ya benzetilince, düzeliyor masalar. Bugün bir gazeteci bir yerden bulup fotoğrafını çekse, yine haber. Hemen benzetiriz.
“Büyük insanlık” yürüyor ama…
“İsyan”a barikat sürmanşette de kuruluyor: “100 bin işçiye 5 bin asker ve polisle barikat.” İşçilerin yürüyüş güzergâhına uyarak büyüyen sloganları da aynı gazetede: “Bolu-Mengen-Gerede, insanlık nerede”.
Lâkin Nâzım Hikmet’in şiirindeki “Büyük İnsanlık” yürüyor olsa da, “büyükler” makamlarında sıcacık oturuyor, insancıklar da haberlerini tepeden veren büyük gazeteleri okuyor. İktidara muhalif olanı bile devletlû. Manşetleri ona göre ayarlama enstitüsü…
İnsanlık Yılbaşı’nda donuyor, meşhur Bolu-Gerede ayazında… Başlıklardan birisi de, “Soğuktan hastalanan birçok işçi hastaneye kaldırıldı”. Malum bugün bile kışın oralar kolay kolay yol vermez geçene. Soğuk, dağ ayazı nedeniyle yürüyüşteki kadınların geri dönmesi için bir toplantı yapılıyor. Kesin, kuvvetli bir “Hayır” yükseliyor kadınlardan: “Devam…” İkinci kez barikatları aşıyorlar.
Battaniyelerini bile yaktılar
8 Ocak Salı günü çıkan gazetenin manşetini okurken muhtemelen Cumhurbaşkanı ve Başbakan da manşetlerini düzeltmeye başlıyor: “Yürüyüşe ‘itidal’ freni”. “Geceyi eksi 6 derecede uyumadan geçiren işçilerin” karşısındaki polis ve asker barikatı başka illerden takviyelerle güçlendiriliyor.
Zulüm de takviyeli: “Güvenlik güçleri işçilerin sarındığı battaniye ve çuvallarını yaktı.” Yardım konvoyları toptan, anında geri çevriliyor. İşçilerin umudu, Başkent’den “haber” getiren Genel Maden-İş Başkanı Denizer; konuşuyor kalabalıkla uzun uzun. Uzun konuşuyorsa pek hayır beklenmez o buz gibi havada.
Sonra soruyor: “Bana güveniyor musunuz?”… Ardından “Öyleyse geri dönüyoruz”! İşçilerin bir kısmı yürüyüşte başkanları dâhil hep birlikte attıkları slogandan medet umuyor ama Başkan Denizer “Kışkırtıcılar seslerini kessin” diye bağırıyor. Dönerken ağlıyor birçoğu…
“Savaşa çekilmek istemiştik”
Ve 24 saat sonra, 9 Ocak 1991’de “o büyük olay” hemen manşetten “eteğe” düşüyor: “İşçi döndü, sıra parada”. Haberin hemen altında da iki koca fotoğraf. İlkinde Bakan Aykut ile Başkan Denizer öpüşüyor. Diğeri de eski milletvekili İlhan Açıkalın’ın cenazesinde bir araya gelen liderler. Başlığı, “İktidarla muhalefet yan yana”. Madenciler orada olmasa da “toplumsal barış” işte.
Aynı gün Milliyet Gazetesi’nin yarım sayfasını kapatan -milliyetçi- “manşet” de mânâlı: “47 yıl önce de savaşa çekilmek istemiştik. Türk paşanın Hitler’le pazarlığı.” Üstündeki, sürmanşetteki kutu da (Kenan) Evren’in anıları: “Anayasa tartışmalarını kısıtlamakla hata ettik: Keşke yasaklamasaydık.”
Hükmü “Keşkekçinin keşkeklenmiş keşkek kepçesi” kadar bile değil ama diktatörün “keşke”si haber değerinde tabii. Garibin “keşke”sine ise yazımla ilgili arşivleri karıştırırken rastlıyorum. Küçücük bir haberin içinde bir cümle; epey zaman sonra madencilerden birisi “Eğer o duruma, bu sonuca geleceğini bilseydim, her ne pahasına olursa olsun geri dönmezdim” diyor o günü anlatırken. “Keşke”si de ihtiyarlamış…
Başlıkta “Mezarlar hazır”
10 Ocak’ta madenciler birinci sayfada yok artık. Çok bile kaldılar belki. Hem savaş da kapıda. Hep öyle, dün-bugün-yarın daima. Aslolan bekâ… Manşet de o telden: “Irak savaşı seçti”. Manşetin altındaki spotta da bittabi biz varız:
“Türk ordusunun hazırlığı hızlandı… Doktorlar yanık tedavi kursunda…” Kara puntolarla haberin başlığı da yeterince korkutucu: “Mezarlar hazır.” Zonguldak’ta madenlerdeki mezarlar zaten hep hazır”, demeye dili varmıyor insanın.
Zonguldak da anca 15. sayfada, ite kaka yer bulmuş: “Anlaşma umudu cumada.” Greve, yürüyüşe “isyan” diyen Bakan Aykut’la Denizer spota göre sadece “idari” konuları görüşmüşler, ücret meselesi Başbakan Akbulut’la. Ha, bu arada işçilere destek gösterisi yaptıkları için gözaltına alınan öğrencilerden dokuzu tutuklanmış.
O’hâller hep kime düşer
11 Ocak’da ise hükümetle görüşmelerin sürdüğünü yine 15. sayfadaki kısacık bir haberi okurken birkaç cümleyle öğreniyoruz: “20 yılda 1100 madenci öldü.” 1970-1990 arasında yapılan bir araştırmanın sonuçları… Sonraki günlerin gazetelerinde o da yok.
Zaten “Körfez Krizi” nedeniyle Türkiye’de grevler iki ay erteleniyor. Olağanüstü Hâl! OHAL’in kullanışlılığı, o bahaneyle yasaklanan haklar, grevler günümüze de miras. OHAL o hâller için var. O hâller “kayyım”ı bile “normalleştiriyor” 21. Yüzyıl’da. Öyle ki, yıllar sonra, 13 Temmuz 2017’de en yetkili ağızdan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan geliyor itirafı.
“Yabancı Sermayeli Yatırımcılar ile İstişare Toplantısı”nda konuşuyor: “OHAL’i biz iş dünyamız daha rahat çalışsın diye yapıyoruz. Greve müsaade etmiyoruz çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız. Ya bunun için kullanıyoruz biz OHAL’i.” Sonraki yazımda değineceğim bugünlere.
Evli evine, köylü köyüne…
1991 Şubat’ında 48 bin işçiyi kapsayan sözleşme imzalanıyor. İşçiye zam yapılıyor ama istediğinin yarısından bile az. O günün haberlerine göre hükümetin ilk teklifinden, grevden-yürüyüşten öncekinden pek farklı değil. Evli evine, köylü köyüne, madenci yine yerin dibine…
Zonguldak’ın nüfusu 1989’da, greve gidilen 1990’da 1 milyondan fazlaymış. Sonra 600 bine, bugün 500 bine düşmüş. 1990 yılı sonunda 48 bin işçinin çalıştığı Türkiye Taşkömürü Kurumu’nda “2024 Ocak İtibariyle İşçi ve Memur olmak üzere Toplam Personel Sayısı: 8416 kişi”.
Kurumun tarihçesinde 1829’dan bu yana her ayrıntı var, ama elbette 1990-91 grevi-yürüyüşü yok! “1989’da TTK Rehabilitasyon ve İşgücü İyileştirme Projeleri başlatıldı”dan sonra “1992’de Kozlu Ocakları’ndan patlama oldu, 263 kişi öldü” cümlesi ise mecburen var maalesef.
Bir yıl sonra 263 kurban
Evet! O yürüyüşten bir yıl sonra mart ayı Türkiye Taşkömürü Kurumu’na bağlı Zonguldak Kozlu’daki zincirleme grizu patlamalarıyla sarsılıyor. Yıllardır, sendikaların, işçilerin uyarısıyla bir yıl önce de geliyorum diyen facia, çoğu o günlerde Ankara’ya yürümeye çalışan 263 kurbanla gelivermiş.
Milliyet Gazetesi’nin 5 Mart 1992’deki manşeti: “Kan ağlıyoruz”. Üst başlığı “Zonguldak’ta yer altından ceset fışkırıyor. 200 işçi diri diri gömüldü”. İlk gün “98 ölü” henüz. Hastaneler yaralılarla dolu. Üstelik “yerin 560 metre altında kalan 200 kişiden haber yok”… Ülkenin normal şartları altında madenlerde bu da “normal”. Ötesi “kader”.
Geliyorum diyen “kader”!
Haberin spotu ise “normal”i zorluyor esasında: “Dünyanın en büyük grizu patlaması olarak literatüre geçecek facia”… Demek ki pek de normal değil. Tahminleri, uyarıları, gidişatı dikkate alsan bu “rekor”u da kıracağımız belli ama henüz “haberimiz yok”. O sonra…
Tabii yine kader; büyük harflerle “KADERİN BÖYLESİ” başlıkları da gazetelerin şablonunda hazır. “Hurufat”tan derlenip Milliyet’in fotoğrafaltı haberinin kara başlığı oluyor. Yerde lastik çizmeleriyle omuz omuza yatırılmış madenci cesetlerinin fotoğrafı: “Kara madenin yağız işçileri, ocağa indiklerinde, bu çalışmanın yaşamlarının sonu olacağını düşünmezler. İşte, bu ceset yığını da, kaderleri böyle olanların dramını sergilemeye yetiyor.” Toplanıp yuhlanacak satırlar!
O ölümü düşünmemeyi bırak, akıllarından çıkmıyor, hep yaşıyorlar, haykırıyorlar. Evin kapısından çıkarken her gün dualarında. O ölüm soy ağaçlarında… On binler yürürse, birileri –yeterince- ölürse gazetelere bile giriyor o çığlık, birkaç cümleyle: “Ölüyoruz, öleceğiz, işte öldük yahu…” Sadece facia değil “o kader” de göz göre göre, bile bile geliyor. Ama ona “kader” denmiyor sözlükte. Belki “heder”.
“Bağırsam neye yarar”
Ertesi günün manşeti “Zor karar”. Zor ama anında… Üst cümlesi “Ocaklar alev alev. Kurtarma ekipleri tehlikede. Galeriler barajlarla kapatıldı. 150 işçi kaderine terk edildi”. “425 metrede yeni bir yangın başlamış… 122 ceset çıkarılmış… TTK yöneticileri ihmal iddialarıyla ilgili sorulara sinirlenmiş…”
Manşetin yanında kucağında babasının çerçevelenmiş fotoğrafıyla bir çocuk ağlıyor… Her zaman “iş gören”, “haberi okutan” fotoğraflardan, haber “çerçeve”lerinden…
Ocağın kapısında saatlerce, günlerce bekleyenlerin umudu ne zaman, nasıl tükeniyor bilmiyorum ama ağıtlar habercisi o çöküşün. Öyle ağıtlar o faciayı dün gibi hatırlayan, velâkin bir yıl sonra Madımak katliamında yangından, dumandan ölen şair Metin Altıok’un da yürek yakan dizelerinde: “Bağırsam neye yarar, nasılsa duymazlar. /Ben bir kömür ocağının onulmaz göçüğüyüm, /İçimde cesetler ve daha ölmemişler var.”
“Hititler’den de geri…”
Aynı gazetede manşetin altındaki Metin Toker’in yazısının başlığı: “Hititler’den de geri”. Spotu, “45 yıl önce yine aynı maden ocağında”. Devamındaki satırlar hazinden öte incitici; “Yıl 1947. Grizu patlamıştı ve oradaydım. Ocakta inceleme yapan Amerikalı uzman Thonburg alay ederek şöyle diyordu: “Frikyalılar ve Hititler de işte böyle kömür çıkarırdı. Ama onların aletleri daha yeni durumdaydı.” Tokat gibi…
24 saat sonra, 7 Mart 1992’de o facia da gömülüyor; hem gazetenin ilk sayfasının dibine, hem yerin dibine, hem de tarihe… Milliyet Gazetesi’nin eteğinde kibrit kutusu kadar bir haber: “Maden kurbanlarının evinde ağıt: Duydun mu babam ölmüş.” Haberden “emekli madenci” İsa Bayram’ın patlamada iki oğlunu birden yitirdiğini okuyoruz.
Ama gündem değişmiş çoktan… Manşet “MİT’ten şok açıklama”. “PKK bu ay ayaklanma başlatma hazırlığında”ymış; “Bastırmak zaman alacak”mış. Yine bekâ… Madende ölenler de zaten “şehit”, vatan sağ olsun.
“Bir sen varsın, direnen”
Türkiye’nin o günlerdeki en büyük “iş kazası” 48 saatte yerin dibinde. Cem Karaca’nın 15 yıl önce, 1977’de söylediği “Maden ocağının dibinde” ağıtı da unutulanların külünde muhtemelen. Külün uçuşup altındaki korun yeniden alevlenmesi için bir nefes gerekli.
Hani çekiç-kazma ritmiyle, “maden ocağının dibinde hava yok, ışık yok, besin yok, karın, oğlun yok” diye giden ve noktayı “Bir sen varsın, direnen” diye koyan şarkısı. Ama hatırlayan için hep, bugün de güncel. Hatta çıktığı o günden bile daha fazla belki. Bugün de durma okuyoruz madencilerin hâlini, O’hâlle, bu hâlle birbirinden ırak kılınan, boğuşan direnişlerini…
Bazı şarkılar kocatmıyor
1992’deki o en büyük “kaza rekoru” da 13 Mayıs 2014’de “Soma faciası”yla geride kalıyor. O süreçte Hayko Cepkin’in çığlıyla hem Karaca’nın o eski şarkısı, hem “o eski facialar” hatırlatılıyor, unutanlara.
Hem de yaklaşık 40 yıl önce o şarkıyı Karaca’yla birlikte seslendiren “Kurtalan Ekspres” ile birlikte… Cepkin klibine de aldığı o ekiple, derinden yorumluyor. Seyrederken “Pek ihtiyarlamamışlar” diye düşünüyorum, dinlerken içim kıpır kıpır. Böyle anlarda böyle şarkılar, seni de kocamadığına ikna ediyor sanki.
Son yerine o eski türkü de kulağımda: “Bu dağlar kömürdendir /Geçen gün ömürdendir /Feleğin bir kuşu var /Pençesi demirdendir…” İşte kuş uçuşu geçti 30-40 sene. Geldik bugünlere… Maden ocağının da, hayatın da dibinde başı eğilen/ezilenlerin hâline, onlara hep yüksek tavanlı makamlarından bakanların pervasızlığına gelecek pazar değinmeye çalışacağım.