Mahalle Dindarlığı: Mehmet Akif Ersoy olayına Kierkegaardçı bir bakış?

Dindar bir okulda okumak, muhafazakâr bir ailede doğmak, "o mahalle"de büyümek Kierkegaard’ın perspektifte dindarlık değil, sadece sosyolojik bir coğrafi kaderdir. Siz aslında sosyolojik bir grubun üyesisiniz. Bir kişi muhafazakâr bir çevrede yetişmiş ve tamamen o normları gösteriyor gibi gözükebilir. Ama bu kişi hala içsel olarak Estetik Evrede olabilir. Dışarıdan görünen o "dindar" kabuk kırıldığında ortaya çıkan yaşam tarzı (eğlence, cinsellik, mal hırsı gibi), kişinin aslında başından beri manevi olarak estetik evrede olduğunu gösterir. Yani bir "savrulma" değil, bir "ifşa" söz konusudur.

Gazeteci Mehmet Akif Ersoy’un uyuşturucu soruşturması kapsamında tutuklanması ve medyada çıkan cinsel yaşantısı ile ilgili söylentiler sosyal medyada tartışmalara yol açtı. Bu tartışmaların bir kısmı elbette insanların dedikodu merakını tetikleyen işin magazin boyutuydu. Ancak olay toplumumuzun içindeki derin bir sosyolojik travmayı tetiklediği için de tartışmalara neden oldu. Ersoy öyle olsun ya da olmasın insanlar tarafından muhafazakâr bir sunucu olarak biliniyordu. Zaman zaman bu kimliği konuşmalarına yansıyordu. Babasının dindarlığı da zaman zaman gündeme geliyordu. Hatta olaydan sonra babası dini içerikli bir konuşma ile oğlunu müdafaa etmiş, oğlunu Hz. Yusuf’a benzetmişti.

Yine olaya adı karışan ve uyuşturucu kullandığı tespit edilen Ela Rumeysa Cebeci’nin imam hatip mezunu olduğu ve ailesinin muhafazakâr olduğu konuşuldu. Bu profilde insanların adının uyuşturucu ve cinsel skandallarla anılması kimilerinde şaşkınlık, kimilerinde ihanet duygusu, başkalarında ise memnuniyete neden oldu. Bazıları için bu muhafazakâr insanların içinde duyguları bastırdığı ve imkânı bulduğunda bunu dışa aktardığını gösteriyordu. Bir grup ise olayları reddedip komplo olarak okuyordu.

 Muhafazakâr camiadan bazıları ise, mesela Serdar Tuncer, “O parayı sen bulsan, o makama sen gelsen, o şöhret sana nasip olsa sen ne halde olurdun?” gibi argümanlarla kısmen Ersoy’u savunmaya çalışıyorlardı. Başkaları için bu “dindarların ahlaksızlığına” işaret ediyordu. Önemli bir kesimde ise bir imam hatipli ya da muhafazakâr biri bunları nasıl yapar şaşkınlığı vardı. Önemli bir tartışma ise zenginleşen ya da bazı önemli makamlara gelen bazı muhafazakârların değişimiydi. Masa, kasa, nisa (makam, para ve şehvet) testi elbette ki zordur ve insanlar bu testte sınıfta kalabilir. Ama tam da dinin burada kurtarıcı olmasını beklemez miydik? İyi ama dindar olmak demek ne demek? Ben tartışmaya bu pencereden bakma taraftarıyım. Çünkü bu tartışmaların hepsinin arkasında toplumumuzdaki derin yanlış anlama yatıyor. Bunun için varoluşçuluğun babası Soren Kierkegaard’a başvurmak faydalı olacaktır.

Biz genellikle dindar bir toplumda doğup onun geleneklerini almanın dindar olmak için yeterli olduğunu düşünürüz. Ve bunun hayatımıza anlam katmak için yeterli olduğunu sanırız. Benim de böyle düşündüğüm bir dönem vardı. Beni bu yanılsamadan uyandıran kişilerden biri Kierkegaard’tı. Kierkegaard, neredeyse herkesin resmi olarak Hıristiyan olduğu bir toplum olan 19. yüzyıl Danimarka’sında yaşadı. Kiliseler doluydu, papazlara saygı duyuluyordu ve Hıristiyan doktrini ahlaki düzeni şekillendiriyordu. Bu bazılarımızın içine doğduğu Müslüman topluma benziyor. Ancak dindar bir felsefeci olan Kierkegaard, Danimarka Kilisesi’ne ve toplumuna savaş açmıştı. Ona göre, sırf Hristiyan bir ülkede doğdu diye, vaftiz edildi diye veya pazar ayinine gidiyor diye kimse dindar olmazdı.

Kierkegaard kanaatimce çok etkili bir ayrım yaptı. O “Hristiyanlık Âlemi” ve “Hristiyan Olmak” arasında ayrım yapar. Kierkegaard için “Hristiyanlık Âlemi”, dinin kurumsallaşmış, devletleşmiş ve kültürel bir alışkanlığa dönüşmüş halidir. Kısacası doğduğunuz mahale ya da aile bize dini otomatik bir etiket gibi yapıştırır. Kişi, bir futbol takımını tutar gibi veya bir vatandaşlık numarasına sahip olur gibi dine sahiptir.

Kierkegaard bazen “kalabalık” kavramını da bu bağlamda kullanır. Bu alemde din, toplumsal bir sözleşmedir. Pazar günleri kiliseye gitmek, vaftiz olmak, dini bayramları kutlamak dahil olduğunuz sosyal grubun iyi bir üyesi olmanın şartıdır. Burada “Tanrı korkusu” (İslami tabirle Takva) değil, “Mahalle baskısı” (ayıplanma korkusu) hakimdir. “Hristiyanlık Âleminde” iman etmenin hiçbir bedeli yoktur. Tam tersine, bu sisteme uymak konforludur, kariyer getirir, saygınlık kazandırır. Din burada nesnel bir bilgi yığınıdır. Doktrinleri ezberlemek, ilmihal bilmek dindarlık sanılır.

İşte Türkiye’de çoğu zaman muhafazakâr camianın üyesi olmak dediğimiz zaman aslında Kierkegaard’ın “Hristiyanlık Âlemi” dediği şeyin benzeri bir şeyden söz ediyoruz. Dindar bir okulda okumak, muhafazakâr bir ailede doğmak, “o mahalle”de büyümek Kierkegaard’ın perspektifte dindarlık değil, sadece sosyolojik bir coğrafi kaderdir. Siz aslında sosyolojik bir grubun üyesisiniz, bu grup belli bir jargonla konuştuğu için siz öyle konuşur, belli giyim tarzları tercih edersiniz. Öyle davrandığınız için “kimlik kartınız” muhafazakâr olur ve o grup sizi daha çok benimser.  

Kierkegaard’a göre “Hristiyan Olmak” yani gerçekten bir din ait olmak bambaşka bir şeydir. Kierkegaard’a göre insan Hristiyan doğmaz, Hristiyan olur. Din bir statü ya da kimlik değildir, bitmeyen bir süreçtir. İman, bir “soğukkanlı kabul” değildir; sonsuz bir ilgi ve tutkudur. Kierkegaard’a göre tutku yoksa, iman da yoktur. Din her şeyden önce bireysel bir karardır. Kişi ancak “Kalabalık”tan koptuğunda, Tanrı’nın huzurunda “tek başına” kaldığında Hristiyan olmaya başlar. Cemaat, tarikat veya mahalle sizi kurtaramaz, o yükü tek başınıza omuzlamanız gerekir.

Kierkegaard’ın ayrımında kritik bir unsur vardır. Muhafazakâr ya da dindar etiketi adı üstünde sadece etikettir. Ancak kişi bu değerleri içselleştirmeden, tutkuyla ve bireysel bir seçimle kucaklamadığı sürece, o dindarlık bir “yanılsama”dan ibarettir. Dolayısı ile bir insanın yaşam tarzının değişmesi (popüler tabirle “savrulması”), dinden çıkması anlamına gelmeyebilir. Belki de sadece “mahalle kültüründen” (kültürel dinden) çıkıyordur. Hiç “içeri” girmemiş olabilir. Kierkegaard kesinlikle dış faktörlerin dindarlığı göstermeyeceğini söyleyecektir.

Kierkegaard’ın meşhur üç yaşam evresi de yine bu tartışmaları anlamada bize önemli bir perspektif kazandırır. Kierkegaard kişinin bulunabileceği üç yaşam evresinden söz eder: Estetik Evre (Haz ve Anlık Yaşam), Etik Evre (Ödev ve Mahalle Normları) ve Dini Evre (Gerçekten İman etmek).  Kierkegaard’a göre insanların çoğu Estetik evrededir. Anı yaşamak, keyif almak, sıkıntıdan kaçmak esastır. Mehmet Akif Ersoy ve Ela Rumeysa Cebeci ile ilgili ortaya konan ithamlar doğruysa onlar bu evrenin paradigmatik örnekleri gibiler.

Bir kişi muhafazakâr bir çevrede yetişmiş ve tamamen o normları gösteriyor gibi gözükebilir. Ama bu kişi hala içsel olarak Estetik Evrede olabilir. Dışarıdan görünen o “dindar” kabuk kırıldığında ortaya çıkan yaşam tarzı (eğlence, cinsellik, mal hırsı gibi), kişinin aslında başından beri manevi olarak estetik evrede olduğunu gösterir. Yani bir “savrulma” değil, bir “ifşa” söz konusudur.

Etik Evre, kişinin kendini evrensel normlara, topluma, aileye ve kurallara adadığı yerdir. Türkiye’deki önemli sayıda muhafazakâr aslında bu evredir. Çoğu dini topluluk, “iyi bir mürit”, “iyi bir aile babası”, “davanın askeri” olmayı öğütler. Bu ise toplumsal bir sözleşmedir.

Kişi dini uygulamarı “Allah ile kendi arasındaki özel ilişki”den dolayı değil, “Ayıp olur”, “Mahalle ne der”, “Babam üzülür” diye yapıyorsa, bu dindarlık değil, sosyal uyumdur. Sosyal baskı kalktığında (veya kişi ekonomik/sosyal güç kazandığında) etik kabuk çatlar. Ve kişinin içinde yaşayan bir “estetik insan” varsa kişi o yaşam tarzına döner.

Dini evre bunların ötesindedir. Bir birey halidir. Kişi Tanrı ile baş başa kalır ve toplumsal normların ötesine geçer. Kierkegaard’a göre iman, bir konfor alanı değil, bir “korku ve titreme” halidir.

Konumuzdan bağımsız olarak Kierkegaard’ın bu tespitleri beni derinden etkilemiştir. Dedikleri Hıristiyanlığın ötesinde de geçerlidir. Dini bir kültürde doğmak anlamlı bir yaşamı garanti etmez. İnanç talep edilmelidir. Yaşanmalıdır. Tekrar ve tekrar seçilmelidir.

Kuran da aslında bu tarz bir sosyal dindarlığı açıkça eleştirir:

“Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun.” dendiği vakit de: “Yok, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız.” dediler. Ya ataları bir şeye akıl erdiremez ve doğruyu seçemez idiyseler de mi onlara uyacaklar?” (2-Bakara 170)

Biz Müslümanlar peygamberlere ve peygamberlerin takipçilerine (yani sahabeye) büyük saygı duyarız. Elbette böyle yapmamızın birçok sebebi var. Biri bence tam da Kierkegaard’ın işaret ettiği şey. Onlar için din bir miras değil bir seçim, hem de varoluşsal ve hayat değiştiren bir seçimdi. Ağır bedeli olan bir seçimdi. Duygusal ve tutkulu bir seçimdi. O yüzden dindarlıkları samimi ve devrimcidir. Ne yazık ki bizim için çoğu zaman din aynı şeyi ifade etmez. Rutinde kaybolan sosyal bir pratiktir. Toplum önünde övünülecek bir etiket ve kimliktir. Bazen de maneviyattan yoksundur. Sahabeler seküler ya da dini okuldan mezun olmak veya dindar ana babadan gelmek yönünden ayrılamazlardı.

Kierkegaard aydınlanma ile geleneksel dini dünya görüşün birbiri ile karşı kaşıya geldiği, dolayısı ile kısmen de bizi yansıtan, bir iklimde yazdı. Ondan onun gözünden bakmayı seçtim. Ancak onun analizi Sufi yolun takipçilerine yabancı gelmeyecektir. Tasavvuftaki zahir/batın ve taklidi/tahkiki iman kavramları Kierkegaard’ın “Hristiyan Alem”/”Hristiyan olmak” kavramları ile yakından ilişkilidir.

Kişinin anne/babasından, çevresinden, imam hatip hocasından duyduğu, sorgulamadan kabul ettiği ve sadece şeklen uyguladığı iman Taklidi İmanın bir örneğidir. Sufilere göre bu, kabuktur. Rüzgâr sert estiğinde (konjonktür değiştiğinde, çevre değiştiğinde) bu iman savrulur. Kişinin kendi iç yolculuğu (seyr-i sülük) ile Hakkı bizzat tecrübe etmesi, ona bağlanması ise Tahkiki imandır. Gerçek iman tahkiki imandır yani bireydedir.

Tasavvuf geleneğinde yaygın bir söz bunu çok güzel ifade eder: “Nice insanlar gördüm, üzerinde elbise yok; nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.” Bir insanın dini bir okuldan gelmesi, muhafazakâr giyinmesi, dini jargonla konuşması Sufi tabirle Suret’tir (yani formdur). Sufiler, surete tapmayı bir tür gizli şirk sayar. Eğer kişi, “Mahalle baskısı” ile (Kierkegaard’ın Etik Evresi) bu ritüelleri yapıyorsa, o kişi aslında Allah’a değil, “Mahalle Putu”na tapıyordur. Suret elbise gibidir, iman ise deridir. Elbise çıkardı diye bir adama şaşırmamak gerekir. Çünkü iman bu elbisede değildir zaten. Üstat Yunus Emre’nin hatırlattığı gibi:

“Dervişlik baştadır, tacda değildir
Kızmak oddadır, sacda değildir”

Sufiler haklı bir şekilde iman kalptedir diye hatırlatır. Burası ise ulaşamayacağımız bir alandır. Kuran’ın ifadesi ile “…Gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı da bilir. Allah kalplerde olanı bilendir.” (64-Teğâbün 4)

Dolayısı ile dindarı yargılamak ya da tespit etmek de kolay değildir. Çünkü görünür dindarlık ile içteki gerçek dindarlık bazen örtüşmez. Bütün bu tartışmalar bu gerçeği kaçırır.

Tekrar Kierkegaard’a dönersek, onun en sert çıkışlarından biri “Kalabalık Hakikat Değildir” ifadesidir. Hakikat asla kalabalıkta, cemaatte, çoğunlukta veya “mahallede” değildir. Mehmet Akif Ersoy’u eleştirenler veya şaşıranlar, ya da onun üstünden koca bir kitleyi eleştirenler Kierkegaard’ın deyimi ile “Kalabalık”tır. Onlar, bireyin içsel yolculuğunu değil, sürünün üniformasını giyip giymediğini önemserler. Onlar için dindarlık, bir “takım tutma” (teknik tabirle kimlik siyasetidir) meselesidir.

Durup bir düşünün bakalım. “O parayı sen bulsan, o makama sen gelsen, o şöhret sana nasip olsa sen ne halde olurdun?” diye soran dostlar “Seküler bir ailede doğsan ya da İslamofobik çevrede olsan ne halde olurdun” diye soruyorlar mı? Benim yılbaşı kutlamayı şiddetle kınayan bir dostum benzer bir şekilde Ersoy’u savunmuştu. Elbette Ersoy’a yöneltilen suçlamalar belki mahkeme önünde temizlenecek. Kimseyi yargılama gibi bir derdim yok. Ama bu dostuma sorduğum soruyu sizle de paylaşmak istiyorum: “Kim bir kavme benzerse o da onlardandır hadisine atıfla yılbaşı kutlamasına karşı çıkıyorsun. Peki uyuşturucu kullanmanın ya da toplu cinselliklerin bizim kavimizde yeri var mı (haşa)? Onları yapınca kime benziyoruz?”.

Daha önce bir yazımda bu konuya değinmiştim (https://serbestiyet.com/gunun-yazilari/bir-musluman-yilbasini-kutlar-mi-192381/). Yılbaşı gibi kutlamaların kültürel bağlamları değiştirilebilir. Ama uyuşturucu ya da toplu cinsellikler hiçbir zaman bizim bağlamımıza getirilemez. Dedem yılbaşı kutlayan kimseye kızmazdı. Ama bunları yaptığımı duysa beni aileden kovardı. Çünkü bunları yapmak tam da başka kavme benzemektir. Tam da bizden olmamaktır.

Ama ne yazık ki ülkemizde biz hala “kalabalıklarla” düşünüyoruz… O yüzden iç dünya ile değil sembollerle ve sembolik şeylerle uğraşmayı tercih ediyoruz…

Önceki İçerikTrump’ın Özel Kalem Müdürü Vanity Fair’e konuştu, Beyaz Saray karıştı: “Trump bir alkoliğin kişiliğine sahip”