Bugünlere bakınca, çocukluğumuzun, ergenliğimizin geçtiği “mahalle”, bir tür “Huzur Sokağı” manzaralarıyla hatırlanıyor… Hatıralar öyle işlenmiş belleğime. Yıllar öncesini hatırlamak öyle bir şey. Kuyum tezgâhında elenebiliyor istenmeyen kısımları.
Öyle “cereyan edenler”le, hafızaya öyle işlenenlerin de karmaşası. Yıllar geçince… Aynı olaya bizzat tanık olanlarda bile iki ayrı ifade sürpriz sayılmaz. Bazen yan yana tanık olsan bile yaklaşımın, kayıt mekanizman, seçici hafızan farkı olabiliyor. O günlerin idraki, anlayışı da etkili. Değerlendirmesi, analizi de biraz öyle. Karşında işlenmiş malzemeler de var, o günkü kafa modelinin öyle işledikleri de.
“Bugünlere bakınca…”
Yazımın ilk cümlesine yerleşen “bugünlere bakınca” zaten tehlikeli bir kalıp. Popüler, tehlikeli genellemelerin beşiği… Çoğu insan için, birçok konuda nostaljinin tüneline aralanan, açılan kapılardan. Bugünlere o günlerin pembe gözlüğüyle bakarsan… Kayboluyorsun o tünelde.
Hoşbeşiyle güzel güzel yanıltıyor, hatta bugün bile seni “sen”den alıp, peşinden sürükleyebiliyor maalesef. Çocukluğun, ilk gençliğin dünyasında gezinince, birçok şey hoş geliyor, sefa getiriyor. Ama onlardan bir yöntem, ölçü çıkartırsan, o zararlı.
Dâüssıladan “gündedün”e
Nostaljinin tehlikesi çok yönlü. TDK sözlüğündeki “Öztürkçe” karşılıklarıyla bile bunu hissediyoruz: “Geçmişseverlik, gündedün.” Hayra yorulacak bir tanıya benzemiyor. Arapça’dan dilimize yerleşen “dâüssıla” o tehlikenin altını daha kuvvetli çiziyor:
“Sıla hastalığı, memleket hasreti, vatan özlemi.” Yeşilcam’ın esaslı mevzularından ince bir hastalık, canlandıran oyuncuların hüzünlü güzelliğini tamamlayan melankolya çiçeği gibi.Lâkin “hastalık” belirtisiyse, hem küpüne, hem çevresine zararlı .
Öyle bir “dünya” yok
Biraz düşündüğünde, nostaljinin temize çektiği öyle bir sıla, vatan, memleket filan yok esasında. Hiç olmadı… O “dünya”yı, o güzel zamanları yaşadığın ortamı, o yıllardaki çocukluk dünyanı “memleket” görerek, anılarını ayıklayarak, temize çekerek yaratıyor, zihninde de öyle yaşatıyorsun. Çocukluğun, ilk gençliğin dünyası zaten başka dünya.
Oysa ülken hiç öyle olmamış; sana öyle gelmiş, yıllar geçtikçe, unutma terapisi etkisini gösterdikçe daha da öyle geliyor. Gün gelip başka (hatta aynı) “mahalle”den yaşıtlarının hatıralarını, o eski hikâyelerini dinlediğinde, ötesi şiirlerini, romanlarını okuduğunda -en hafifinden- mahçup oluyorsun. O yılların “aklı havada” nostaljisi, gerçek dünyaya Cumhurbaşkanı’nın “Aya gitme” tarifindeki gibi “sert iniş” yapıyor.
Geleceğin, umudun tahribi
Nostalji, gelecekle, umutla -her gün zayıflamaya elverişli- bağları da gevşetiyor. Hastalık o bağın kopmasıyla da ilgili. Hayat tahayyülün, algın da artık o tünelde. Ancak geçmişle bugünün bazı başlıklarda karşılaştırılması, ille de o tünele girmeyi gerektirmiyor elbette. Sınırına, hatta diline dikkat etmek, genellemelerin, sığ kıyasların tuzağına düşmemek kaydıyla.
Yazımı, bunu elimden geldiğince becermeye çalışarak sürdürmek istiyorum. Zira konu çocukluktaki, ergenlikteki “mahallem”. Damardan… O bünyeyle güzel dönem. Mevzu da yine iki haftadır (“Şiddetle duygusal mücadele” ve “Kısaslı/kıyaslı şiddet döngüsü”) yazılarımda değindiğim şiddet. Müstakil bir yazı da olsa, onun “mahalle”ye uzanan devamı. Bi bakıma o pencereden sözlü tarihi…
Başlangıçtaki “huzur sokağı/mahallesi” girizgâhımın meramı da, sınırı da bu. Şiddetin bile “hoş gelen nostaljisi”nden uzak durmaya çalışırken, törpülenen, belki unutulan, hatta algılanmayan arazlarına-arızalarına değinmeye çalışacağım. Nostalji onları da örtmeye hevesli.
“Huzur”un ana odağı
Öncelikle kendi mahallemizdeki “huzur”umuz belki ve anca 70’lerin ilk yıllarına uzanan dönem. Tüm şehri kuşatan “siyasi çatışmalar” yok henüz. Huzurun kapsamı da, onu bozan şiddet de daha çok o milada ayarlı.
Ana rasathanem de çocukluğumun, gençliğimin, 60 yaşına kadar ömrümün geçtiği Ankara Bahçelievler ve Emek Mahallesi. Başka semtlere gündelikçi, hatta yatılı misafir olsak da “sözlü tarih” dedikodularımın balkonu o iki merkez.
Kuşkusuz farklı semtlere, muhitlere, başta Ankara, İstanbul olmak üzere -olduğu, duyulduğu kadarıyla- Yurt Haberleri’ne de kapalı değil kulağımız. Oralardan da dedikodularım var.
Bir muhit olarak Bahçeli-Emek
Bahçeli-Emek zaten iç içe, iki adım; muhit farkı pek yok… İki mahalleyle ilgili teğmen-üsteğmen farkı arayanlar olsa da, sosyo-ekonomik itibar az çok benzer. Emek de İsrail Evleri, Yeşiltepe Blokları’yla, müstakil evleriyle Bahçelievler kadar kıdemli. İkisinin de kendince çeperleri, sonradan ve bir anda biten apartmankonduları filan var.
“Huzur” da öyle, belki Bahçelievler’in ana merkezinde daha varlıklı. Nostaljik ufkuyla kabaca “Herkesin her şeyi var” da, bazılarının her şeyi daha geniş, hepsi senin evine sığmıyor, cebine girmiyor. Takvimler 70’lerin ikinci yarısını gösterdiğinde “o huzur” bozulacak, iki semt daha kalın sınırlarla ayrılacak: Bahçelievler’de “faşistler”in üsleri, Emek’te “devrimciler”in üsleri…
Efendilik farkı: Deneme-Cumhuriyet
O günlerde iki mahalle arasında ille fark aranırsa, kısa adıyla Bahçeli 7. Cadde ve çevresindeki -Kokteyl Restaurant, kebapçılar, pastaneler, Çoban, Besi Çiftliği (şarküteri), ilk “süpermarket” GİMA gibi- bazı efsane adreslerde, esnafta fark. Emek henüz “bakkal”.
Ana konuma dönerek Bahçelievler Deneme Lisesi’yle Emek Cumhuriyet Lisesi arasında bir “efendilik”, belki disipline huzur farkından da söz edebilirim. Deneme’dekiler -okulu, bilhassa Fen’i- daha okumuş, o günlerin klâsik esprisiyle “denenmiş” çocuklar.
Ama o “efendilik” farkının o günlerde çok cazip bir şey olmadığını da söyleyebilirim. En azından bizim mahallenin çocukları, gençleri için. Çünkü öyle bir itibarı ebeveynler sömürse de, mahallenin her yaştan sokak çocukları nezdinde öyle değil: “Kültürümüzde yok…”
Ankara Koleji’ndeki casuslar
“Efendilik”leri, o yafta, genelleme bazen onların da başına dert. Onlara efelenmeyi, akran zorbalığını teşvik de, tahrik de edebiliyor. Mahalle argosunda uzaklardan TED Ankara Koleji ise “muhallebici”; bizim -öyle olmasını da arzu ettiğimiz, dilediğimiz- söylemimizde, olmazsa olmaz genellemelerimizde, sohbetimizde tabii. Gerçek değil bizim gerçeğimiz.
Zira kolejde manen-madden ite kaka okuyan, ancak “mahalle”de oturan arkadaşlarımız hiç de öyle görünmüyor. Olsalar, arkadaş ol(a)mayız! Kolej’deki ajanlarımız, casuslarımız; ithal yahut burjuva serseriliği konusunda bilgi kaynakları… Büyüğü küçüğüyle “burjuvazi”nin dünyasında alt-orta halli, bilhassa harçlıkta fakir kalmanın sınıf bilincini yükselttiği de makbul teori. Küçük yaştan alıyorsun sazı eline.
Cerbezeli mahalle eğitimi
İşaret parmağımı bastırarak bi güzel gösterdiğim “tam bu noktada”, elimden geldiğimce “araştırdığım”, hafızam yettiğince, müsaade ettiğince aktardığım olaylara dayalı, kurgusal-duygusal bir teşhis bile yapabilirim.
Cerbezeli, az çok aykırı bir “Mahalle eğitimi”nin yanında, ilk-orta-lise tedrisatının lafı olmaz. Ne bıçkın doktorlar, “delikanlı” mühendisler, “serseri” akademisyenler, bitirim avukatlar, mismüdürler filan gördü “mahalle”. O mahalleyi değil mahalle onu benzetti. En azından o çoluk cocuk günlerinde…
Hırsızlık değil mahalli araklama
Mahallemizi “Huzur Sokakları” olarak nitelerken ölçüm hırsızlıktan çok, kavga, dövüş, cinayet. Bizim oralarda hırsızlık moda veya seferberlik hâli değil. Mahallenin tanığı ya da faili olduğu çocuk-ergen hırsızlığı ise “araklama” düzeyinde.
Katlanılabilir bedelini bakkallar gazoz, atıştırmalık, nadiren Teks-Teksasla, geceleri eğreti tahta parmaklıklarla örtülü manavlar, kavun-karpuzla ödeyebiliyor. Araklayıp, toplaşıp, yaktığın ateşin başında yiyorsun. Yaygın değil, şeytan o konuda mahalleye sık uğramıyor. Yakalanınca cezası da -mesafe olarak çok yakınımızda, canımız ciğerimiz olmasa da- mahalleli esnaf yahut ebeveyn azarı, nasihati.
Alaylı, meslekî hırsızlar, belki gece boyunca Bekçi Amca düdükleri, mahalle sakinlerinin balkonlarda, çocukların, gençlerin evlerinin önündeki yahut mahallenin ergonomik, buluşma duvarlarındaki sabah akşam-gece mesaisi, sohbet nöbeti nedeniyle tedirgin, mutsuz. Bir tane bulursan da mahallecek kovalıyorsun.
Cinayet manşetlik olay
O günlerde büyük, “flaş flaş”, -semtine göre az değişse de- manşetlik bir olay. Hemen bayatlamıyor da. Konu oralara gelince analar-babalar 1945’deki ünlü “Ankara Cinayeti”ni, Ulus’un ünlü “uç” mahallelerindeki, elbette tanık olmadıkları “eski, efsanevi kabadayı” hesaplaşmalarını kaşıklıyor. Mahalleye yakın bir tehdit yok.
Görmedim ama Cinayet Masası belki de portatif, balkon masası. İlgi-ilk elden bilgi sınırlarım(ız)daki tek, belki de ilk cinayeti, Orta 2’de babamın çalıştığı Esenboğa Havalimanı’ndan hatırlıyorum. Bu, maruz kalmamla ilgili bir yanılsama da olabilir tabii. Muhtemelen ilk aşk gibi ilk travmalar da unutulmuyor.
Gördüğüm ilk cinayet
Ama ne hatırlama; şimdi bile ismiyle, her ayrıntısıyla… Bugünkü gibi gündeme-gürültüye de gitmemiş demek ki. Esenboğa’daki tek VIP restoranın 20’li yaşlarındaki -ismi soyadı bende saklı- gece bekçisi öldürülüyor. Sabah buluyorlar.
O karambolde ben de sızıyorum maalesef “olay mahali”ne… Saçları biraz açık, dökülmüş, epey kısa boylu, yaşından büyük gösteren bir genç. Sandalyesinde geriye kaykılmış, öylece oturuyor. Onu keserle öldüren hırsız, sadece kasadaki bozuk, madeni paraları alabilmiş.
Rengi, duruşu sarsıyor beni hemen uzaklaşıyorum. Belki hafızamın onarımıyla, kan hatırlamıyorum. Belki de darbe arkadan, durduğum yerden görünmüyor. Babam vasıtasıyla fikri takibimizin yüksek olduğu dönemde katili yakalanamıyor.
“Ölü görmeye” gitmek
Sarsıcı… Fakat “ölü görmek”, hele ki “cinayet”, mahallenin “çok görmüş de bilmiş” çocukluk itibarları arasında. Gece mezarlığa gitmek, şiddetli yetişkin filmi seyretmek de… O olaydan daha önce, çocukluktan beri kadim arkadaşım Sedat’la babasının muhasebe servisinde çalıştığı Numune Hastanesi’ne, -tâbiri dahi feci ama- “ölü görmeye” bile gidiyoruz. O çok görmüş…
Beni Morg’un penceresinin açıldığı bahçenin kuytusuna götürüyor. Ve pencereye elimi siper edip görüyorum: Taşın üstünde yatan üzeri grileşmiş bir bezle örtülü minyon bir siluet. Dışarıda kalan taraz turaz saçlarından cinsiyeti belli, muhtemelen bir kız. Dışarıda kalan sapsarı ayaklarında iki başparmağının sargı beziyle bağlı duruşu, bugün bile net, aklımda.
“Kadın ve sıcak hava” cinayetleri
Cinayet haberlerinin çoğu İstanbul’dan… “Çoğu” dediysem… Biraz baktım; o dönemde onlar da semt isimleriyle, “Sarıyer, Levent, Çengelköy cinayeti” olarak, tane tane, o markayla anılıyor. O yılların düzenli bir istatistiğini oturduğum yerden bulamadığım için bir karşılaştırma yapamıyorum ama bundan da bir “Demek ki…” çıkarmak mümkün. “Hatırladıklarım”la da öyle.
Cinayetlerle ilgili Milliyet Gazetesi’nde 19 Temmuz 1966’da yayınlanan “Sebep kadın ve sıcak hava” haberi de fikir verici. İstanbul’da ilk kez “rekor sayıda” cinayet işlenmiş ve “İstanbul’u bir ‘Cinayetler Şehri’ hâline getirmiş”: “1966 yılının ilk yarısında 46 cinayet…” Ayda ortalama yedi, sekiz cinayet. Kaçı gazetelerin ilk sayfasında gündeme, dikkatimize gelmiş, muhitimize ulaşmış, meçhul. 70’lerin ikinci yarısında bir günde işlenen cinayet sayıları geçiyor aklımdan.
“Mahallenin delisi” de mazbut
Haber, cinayetleri milli tanımına, yani yine “cinnet”e bağlıyor. Yazı İşleri cinnetin iki ana, popüler nedenini, suçlusunu da başlığa almayı ihmal etmemiş: Tabii ki kadın ve sıcaklar… İkisi de cinnet geçirmeye de, cinnet(i) getirmeye de müsait.
O günlerde İstanbul cinneti henüz Ankara’ya getirmemiş. Muhitimizin penceresinden öyle görünüyor. Zira biz filmleri saymazsan, hiç cinnet göremedik. Bugünün ekrandaki ünlü siyasi cinnetlerini hesaba katmazsan, hâlâ da gördüm diyemem; Esenyurt cinayeti dâhil. Her muhitte olan, sokakları dolaşan “mahallenin delisi” bile kendi halinde, mazbut. Cinnet bir yana, zaten cennetlik.
Mahallenin “felâket baykuşları”nın işleri kesât. Ama her evde gazete olduğu için Gıybet Teyze ya İstanbul’la, ya da başka “kötü haber”lerle, mevzularla, dedikodularla nefsini köreltiyor.
Kadınlara fiziksel şiddet de semtimizde sokağa dökülen manzaralardan değil.
“Ah o anne terliği” nostaljisi
Kapalı kapılar ardındaki, yen içindeki şiddete (yani dayağa) “büyük dedikodular”da, tek tük rastlanıyor. Duyulmamasında, anlatılmamasında “mahrem”e, aile içi meselelere “saygı” da etkili. “İki tokat”ın dayaktan sayılmaması da… Öyle şiddetleri gazeteler de “haberden” saymıyor. Mahallede, evde hissettiğimiz böyle, filtresi kalın bir “huzur”.
Aile içi şiddetin “anne terliği”yle, “adil”, hak edilmiş, “baba tokadı”yla, “iki tokat”çıkla normalleşmesinin, “Her evde olur biraz”ın yumuşatıcı, sıradanlaştırıcı etkisi de büyük kuşkusuz. Bunu o günleri tebessümle, kahkahalar eşliğinde anlatan “dil”de de görüyoruz.
Şiddet aletinin “terlik”, fiilin hastanelik etmeden “poposuna poposuna” olması, şirin! Anne terliği hâlâ nostalji enstrümanı. Anlatıcının maharetiyle, nostaljinin gücüyle insanın o dayağı yiyesi geliyor. O olmayınca mutlu, sıcacık, samimi, içi dışı bir, bir birine “şiddetle” bağlı aile tablosunda bir şeyler eksik sanki.
“Üstüne vazife sayma” otoritesi
Bedelli sert yasaklar, otorite baskısı, aktivist nasihatler, yaratıcı cezalar, azar, sözlü şiddet, farkındalığın da epey uzağında. Evin reisinin, icapçısı ağabeyin bilhassa evin kızına otoritesi mahallede göze-gönle batmıyor. Başı boş mu bıraksın, o günkü tercümesiyle “ilgisiz” mi davransın!
O çocukluk dönemini düşününce, -en azından bizim muhitte, o yaşlarımızda- kuvvetli tedbir gerektiren tehditler, tehlikeler çok olmasa da “müdahale hakkı”, “öyle bir görev bilinci”, “üstüne vâzife saymak” diye de bir şey var. Sınırları esnek, bünyeye göre.
Ve o hakkın kolluğu sadece ev-aile, evin reisi, yardımcısı değil. Tehdit olmasa da “mahalle”nin kızından ferdine, itibarından şerefine, ahlâkından sınırlarına, bilumum “vs”sine kadar koruyacak şey çok. Teorisi, geleneği sağlam. Kültürümüz, yeniden üretilen kültürümüz bile fazlasıyla öyle. Her şeye karışkan. Her “ters”liğe, bazen o uçsuz bucaksız “mahalle”nin “huzurunu bozan” her farklılığa, detaya icapçı zaptiyelerin sayısı ne kadardır acaba?
Kavgalar “nezih müsabakalar”
Semtimizde çocukluğumuz, ergenliğimiz kanlı, çok büyük kavgaların da sahnesi de değil. Sokaklarda gurur-onur-itibar ringlerine çıkan deli-kan bir tür moda. Uymayan da var elbette ama kolay değil o “kültür”de. Yeri-zamanı geldiğinde kavga etmiyorsan, davete icabet etmiyorsan, mahalledeki yerini başka “delikanlık”larla, “cesaret”lerle, meziyetlerle edinmen gerekiyor. Lâkin o yönüyle eksik görülebiliyor.
Filmlerin ana kahramanları erkekler; âşık oluyor, dövüşüyor, sigarasını tüttürüp, içkisini yudumluyor, hayatla, herkesle alay ediyor. Kibri, gururu seyredene bile bulaşıyor. Gerektiğinde vakumlu hurç gibi genişletilebilen “kötü alışkanlıklar” ve dahi öyle “meziyet”ler, bir an önce büyümenin de aracı. Asi, delikanlı olmanın da…
Kavga-dövüş, hatta “mahalle kavgası”, “maç kavgası”, “kavga kavgası” kararınca var da “makul”. Çoğu “nezih” müsabakalar. Burun buruna efelenmeler, itişmeler, güreşimsi, yarasız beresiz “mahalle nizamı”ndaki nizâmi kavgalar niceliğiyle-niteliğiyle sıradan. Esaslı kavgadan sayılması, o rütbeyi kazanması için esaslı tekme-yumruk, efsaneleşmesi için kafa atmak filan gerekiyor.
“Şiddette mertlik” bozulmamış!
Bizim muhitte, arenada bıçak, tabanca, âletli arbede filan yok o günlerde, onlar az sonra. “Âdil, makul şiddet nostaljisi” için sağlam ölçü, mazeret. Onlar icat olmuş da “şiddette mertlik” yeterince bozulmamış. Toplu kavgada bazen kırbaç niyetine kemerler çıksa da, kullanımı, etkisiyle “anne terliği”nin az ötesi.
Tabanca henüz çoluk çocuk, genç işi değil. Âletlisi, “sustalısı”, muştalısı çok sınırlı çevrede, “dar muhit”te, bilinen birkaç “ağır abi”de. Ama onların da kullanıldığına dair bilgi-belge, hatta efsane pek yok, bizim muhitte.
“Krepe tarağı”ndan delici âlet
Bizzat tanık olunanı, kuaförde çıraklık yapan bazı mahalle arkadaşlarımızın, arka cebinde havası için taşıdığı “krepe tarağı”nda. Tarağın metal şişten sapının özenle eğelenip sivrileştirilmesiyle “âlet”… Yakalansa sahibinin boyadan kararmış tırnaklarıyla, onun “delici âlet”ten sayılmasını da önlüyor.
Taşınan bir aksesuar gibi, kavgada, marazada çıkmıyor ortalığa. Hiç tanık olmadık, pek duymadık mesela. Ama bu cümlem bile tehlikeli. Kullanılmaması onu masum kılmıyor, şiddet kültürünün uzağına yerleştirmiyor. Öyle mazeretler, evcilleştirmeler, algılar, normalleştirmeler de şiddetin biriken ziyneti, mirası.
“İlk vuran kazanır” prensibi
Şiddetin içselleştirilmesinin, ötesi kutsanmasının temelleri hem sağlam, hem derin ve çeşitli. Kavgada zafer -teoride- bilek gücüne, ama belki ondan da çok cesarete, tecrübeye, maharete, atikliğe bağlı. Ruhunda olmalı biraz… Tohumluk şiddet.
Öğretide “Kavgada ilk vuran kazanır” prensibi hâkim. Bu cümleciğin her hangi bir tartışmada “konuşup anlaşma”ya ördüğü koca duvarı, “düşünce ergenliği”ne ulaşınca, ulaşırsan fark ediyorsun. O anın geldiğine karar vermen bir iç mülâhaza, hatta o tavsiyeyle de donanmış bir tür refleks bazen.
“İlk vuran”ın bugünün siyaset, iktidar arenasında da avantaj kazandığını, öyle sayıldığını reddetmek zor. “Hep vurmak”la da seyrediyor. Bunu sadece ekranlarda, kürsülerde değil her vesileyle görmek mümkün.
Mahalledeki ilk esaslı devrim
Mahallede kavgacının “zeki, çevik” ve “aynı zamanda ahlâklı olanı” seviliyor, takdir ediliyor ya da sessizce, ister-istemez kabulleniliyor. Kalleşlik, yaygın koyu, kıvamlı cinsiyetçi tâbiriyle “kancıklık” yok!
Küçük yaştan erkeklik, çocukluk, ergenlik günlerinde “mahalle”de de baskın, öyle “kız gibi” olmak, davranmak makbul değil. Başta “kızlarla oynayanlar” da etiketleniyor. Ama ergenliğin ateşi basınca “yakan top”, birlikte kukalı saklambaç başka, harika. Muhit ayrıcalıkları…
Üstüne, tam da o yıllarda, uzun saç modası, çay kaşığından yapılan unisex yüzükler, metal ya da araklanmış araba armasından madalyonlar, Bodrum işi deri kolye-bileklikler, renkli, desenli, rengârenk gömlekler, ilk unisex, ev yapımı batik tişörtler… Bence mahallede ilk, gerçek, esas “devrim”. En “erkeği” bile arasından erkekliğini yerle bir etmeyecek kadarını seçiyor. (Kafamda bir soru: Yoksa içten içe mahalledeki erkeğin -o alandan da yararlanan- yeni hâkimiyet, göz boyama girişimi miydi?)
“Adam çağırmak” hoş değil
Şiddette başka bir nostaljik süslemeye gelirsek… Ara ara kavgaların “adam çağırmak”la rövanşı olsa da hoş değil; raconu genellikle “teke tek”. “Adam çağırmak” adaletsiz, eşitsiz bir kavganın sonrasında yahut “mahalle kavgası”nın, “mahalle baskını”nın öncesinde doğası gereği kabulleniliyor. Sık olmuyor.
Az biraz öyle “okul kavgaları” da var ama pek yaygın da, hastanelik de değil. Çocuk, ergen kavgasında genellikle büyükler arabulucu. Birkaç yaş büyük kan yahut mahalle bağlı “ağabey”ler biraz hariç. Duyarlar, tanık olurlarsa bazı vakalarda -delikanlı delikanlı- icabet ediyorlar. O da hoş sayılmıyor pek, şiddet romantizmini, şövalyeliği gölgeliyor.
“Cambaz alanı”daki düellolar
Davetli, anlaşmalı, tanıklı “düello”ların iki popüler mekânı o günlerde ilk binasında inşaatları hep süren Cumhuriyet Lisesi’nin arkasında uzayıp giden boş arsayla, 8. Cadde’de -sonradan Tuslog Blokları’nın yapıldığı- büyük arsa. Ki oraya cambaz, hokkabaz da geliyor, o alanda motokros bile düzenleniyor. Düello da öyle bir gösteri, seyir sanatı.
“Düello romantizmi” o davetle karşılaşan, kavga etmek istemeyen için de zor bir ikilem. İtibar riski. “Teke tek”in kavgadan bir farkı, seyriyle ilgili “standart” kurallarının daha katı; mesela sınırı, “etik”i çok aşılmadıkça ayıranın olmaması. Ya kazananın takdiriyle, ya da kaybedenin tutumsal “pes”iyle, skor farkıyla bitiyor, sönüyor bir süre sonra. Bedeli ufak tefek berelenmeler de, yükü daha ağır olabiliyor.
Kavga edip, sonradan yakın arkadaş olmak da sık görülen bir durum. Demek ki “Aynı kafadanız”. Bu da “şiddet”ten sayılmaması, sıradanlaştırılmasıyla iç içe bir durum.
“Hodri meydan”a meydan da gerek
Batı’daki “düello”nun filmatik “asalet”i, bunlarla, “belli mekân”la sağlanabiliyor belki. “Okul çıkışı düelloları” da var. Okulun içindeki meseleler, çıkışta, biraz uzakta hallediliyor. “Dışarı gel, dışarıda buluşalım-görüşelim”in tarihi eski. O da konuşup anlaşmanın önüne kazılan tuzaklardan, şiddete davetlerden.
Bir mekân belirlenmesinde, İstanbul, Ankara kabadayılarının teke tek hesaplaşmalarının, düellolarının, “anlatılan, efsaneleşen, okunan hikâyeleri”nin de etkisi olabilir. “Hodri meydan” için önce bir meydan gerekiyor. Ki tamam olsun, herkes görsün.
Ağır, “markalı” kavgalar, merkezlerin ötesinde, Kızılay’dan çok Ulus’un çevresinde, varoşunda. Bilhassa Altındağ, Yenidoğan, Hamamönü, Hacettepe, Ulucanlar, Çin Çin Bağları’na dair uzaktan haberler. Oraların ünü, namı çokça oradan, o kavgalarla yürüyor mahallede. Ki o semtler “eski Ankara kabadayılar”ının mirasıyla hemhal.
“Türlerin Kökeni” ve sevimli şempanzeler
Şiddetin öyle ya da böyle, az ya da çok kutsanması, “duruma-şarta göre” kabul görmesi, hoş görülmesi. Anlattıklarımın tümü şiddeti yumuşatmaya, küçültmeye, sıradanlaştırmaya da müsait. O yüzden tehlikeli, o yüzden de şiddete karşı duygusal mücadeleyi de gerektiriyor.
Yaşananların, anlatılanların, istemli-istemsiz süslemelerin seyriyle şiddet romantizmi. Siyaseten de… Öyle anlatınca pembe roman, dizi oluyor. Hele sözlü tarih “mahalle”ye, çocukluğa, ilk gençlik günlerine yürüyorsa, neredeyse tuzu biberi. Kiminde sözünü kesmeye, “Sadede gel”, “Geç bunları…” demeye kıyamıyorsun. Ama kıyman gerek.
Uydurma, külliyen düzmece değil lâkin nostaljik hafıza bazı ayrıntıları o hikâyelere, o romana, o dile uydurmaya, şarkısını o makamdan söylemeye yatkın. Şarkıdaki gibi “Anılar, anılar, şimdi gözümde canlandılar…” Oysa canlanmıyor, canlandırılıyor, anime “Sevimli Ayıcık” gibi.
O günlerin -akla, vicdana asla uygun olmasa da- “normal” gelen, öyle gösterilen ailevî, ev içi şiddeti de, “kavga dövüşü” de hem sıradanlaştırmaya, hem efsaneleştirmeye, hem de mizaha dönüştürülebiliyor. Lâkin şiddette “Türlerin Kökeni”, mahallede kavga eden “sevimli şempanzeler”le temize çekilmiyor.
Bir de maruz kalan anlatmalı
Nihayetinde şiddetin, yarattığı “otorite”nin etkileri de nostaljinin hoşlandığı bir konu değil. Oysa bedende izinin, hatta biyografinde şahsını hedef alan öyle bir kavganın olmaması etkilerini ortadan kaldırmıyor.
Bütün bu hikâyeyi bir de mahallede o anlamda “otorite” ol(a)mayan ama o grupta olanlardan bugün dinlemek, okumak lazım. Örtülü, ölçülü, üstünde cebren denenmese de, şu ya da bu nedenle muhtemel akran zorbalığının, ad takmanın, küçümsemenin, grup içinde de olsa ötekileştirmenin, “delikânlılığın”, “Ah o eski kabadayılar”ın “şefkatli adalet”ine, örtülü-örtüsüz potansiyel tehdidine, “normal”ine öyle ya da böyle maruz kalanlardan… O nedenle diline, tavrına, keyfine, çocukluğuna, gençliğine zoraki ayar yapanlardan dinlemek lazım. Ve elbette başka mahallelerden hikâyeleriyle.
Gelecek pazar böyle bir pencereden o nostajik kabadayılara, onlara dair efsanelere, hatta o vesileyle popüler şarkılara, türkülere değinmeye, boyasını kazımaya çalışacağım.