Geçen haziran ayı başında, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Terör Suçlarını Soruşturma Bürosunca yürütülen soruşturma kapsamında, yedisi Özel Kuvvetler MAK Alayı personeli olan dokuz kişi hakkında verilen gözaltı kararlarından bu yana özellikle ulusalcı çevrelerin bu cinayette MAK’çı subay ve astsubayların suçlanmasına verdiği tepkileri takip etmeye çalışıyorum.
Takip ediyorum, zira burada dar grup çıkarları ile genel kamusal çıkarların bir yarışması söz konusu. Esas gözlemlemeye çalıştığım şey ise, bu çıkarlardan hangisine öncelik verileceği.
Verilen bu tepkileri bir zaman doğrusu üstünde üç aşama halinde safhalandırabileceğimizi düşünüyorum:
Birinci aşama: Sessizlik aşaması. Uzun değil, birkaç gün süren ve “şok etkisi” de diyebileceğimiz bir aşama.
İkinci aşama: İnkar aşaması. Mottosu: “Nuri Gökhan Bozkır zaten yalancı ve güvenilmez bir Özel Kuvvetler subayıdır, Levent Göktaş asla suçlu olamaz, kahraman bir subaydır.” (İlginç bir şekilde, bu argüman Levent Göktaş dışında diğer subaylar, örneğin tetiği çektiği iddia edilen Tarkan Mumcuoğlu için ya hiç söylenmiyor, ya da belli belirsiz bir mırıltıyla söyleniyordu).
Üçüncü Aşama: Artikülasyon aşaması. Mottosu: “Levent Göktaş bu işi yaptıysa bile, birilerinin kumpasına gelerek yapmıştır”. “FETÖ”, “seccade”, “namaz”, “Arapça da bilir” “parayı biraz severdi” gibi eklentiler bu aşamaya eşlik ediyordu. (Bu aşama hakkında Alper Görmüş’ün “Hablemitoğlu Cinayetinde Leş Analizler” başlıklı 5 ve 8 Ağustos tarihli yazılarına bakmak zihin açıcı olur.)
Bu aşamalar içinde bana en tuhaf geleni, ikinci aşama oldu. Zira, Göktaş hakkında anlatılan kahramanlık hikayeleriyle, ona yöneltilen cinayet suçlamaları arasında ne bir simetri ne bir illiyet vardı. Acemi bir ceza avukatı savunmasını andıran…
Ama, ceza muhakemesinde yüzüne bakılmaması gereken bu savunmanın, tuhaf bir biçimde epey alıcısı oldu.
Örneğin Uğur Dündar’ın 2018 tarihli şu yazısı ve bu yazıdakilere benzer birtakım kahramanlık hikayeleri tekrar dolaşıma girdi:
“TSK tarihinde başka hiçbir subaya nasip olmayan üç adet Üstün Cesaret ve Feragât Madalyasına sahip. Kuzey Irak’taki terör operasyonları sırasında düştüğü 25 pusudan çatışarak mucizevi kurtulma başarıları gösterdi. Yüksek irtifa paraşütçüsü ve su altı komandosu. Altı adet Üstün Birlik Yetiştirme Beratı var. Sayısız rozet ve başarı şeridine sahip. Kuzey Irak’ta, eksi 40 derecede, donmuş bir dereden geçerken buz kırılıyor ve yarı beline kadar suya girmek zorunda kalıyor. Kurtulmak için başını kaldırdığında bir de ne görsün? Terörist elinde otomatik silahla tepesinde dikilmiyor mu? “Sonun geldi” deyip tetiği çekiyor ama sadece “tık” diye bir ses çıkıyor. Silahın tutukluk yaptığını anlar anlamaz sudan ok gibi fırlıyor ve sayısını unuttuğu bir ikili mücadeleyi daha kazanıyor.”
Kahramanlığını, iyi subaylığını, o da yetmezse detay babında yüksek irtifa paraşütçülüğünü merkeze alan bu tür söylemler o kadar absürt bir noktaya kadar ilerletildi ki Levent Göktaş’ın gözaltı kararı sonrası kaçmasının ardından şunun bile denildiğini gördük: “Herhangi bir subaydan bahsetmiyoruz. Kaçma-kurtulma konusunda Amerika’da eğitim almış. Kaçar yani.”
İşte tüm bu absürtlüklerden sonra firari Albay Levent Göktaş’ı semadan yere indirerek biz ölümlüler katında tartışılabilir hale getiren, emekli Korgeneral Pekin’in bir önceki yazıma da konu olan açıklamaları oldu.
İsmail Hakkı Pekin’i bu konuda dinlememizi ve söylediklerini dikkate almamızı gerektiren çok önemli iki neden var.
Bu nedenlerden birincisi, subjektif: Pekin, Göktaş’ı alkışlayan koronun dışına çıkarak bildiklerini ve düşündüklerini söyleme cesaretini göstermiş bir general.
Diğer nedense objektif ve Pekin’in geçmiş askerî görevleriyle ilgili: Emekli Korgeneral Pekin 2002-2005 yılları arasında tümgeneral rütbesiyle Kara Kuvvetleri karargahında Personel Başkanlığı görevinde, 2007 yılından İnternet Andıcı olarak bilinen dava kapsamında tutuklandığı 2011 yılına kadar da dört yıl süreyle korgeneral rütbesiyle Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı görevinde bulundu.
Bu görevlerin konumuzla doğrudan ilgili şöyle bir anlamı var: Zikrettiğim görevlerden ilki, onun subay ve astsubayların (bu arada elbette Levent Göktaş’ın) şahsi dosyaları ve sicil kayıtları hakkında aracısız, birinci elden bilgi sahibi olmasını, ikincisi ise MİT başta olmak üzere devletin ve ayrıca NATO’nun istihbarat birimlerinin raporlarına hâkim olmasını olanaklı kılıyor. Üstelik, bu ikinci görevi gereği, Özel Kuvvetlerin yurtiçinde ve yurtdışındaki faaliyetlerine de vakıf.
İşte böyle bir arkaplana sahip olan Pekin, “Herkes her şeyi biliyor Türkiye’de” diye başlıyordu sözlerine, Lale Ozan Özarslan’ın konuğu olduğu 25. Saat yayınında.
“Üç aşağı beş yukarı gizli bir şey yok. Sorun şu, hepsinin toparlanıp birbirine bağlanması gerekiyor. Birbirine bağlamaktan kaçınıyoruz. Çünkü birbirine bağladığımız zaman bir anda karşımıza çok farklı bir manzara çıkacak.”
Buraya “Pekin kendisi bildiği için herkesin de bildiğini varsayıyor” şerhini düşmemiz gerekse de, Pekin’in sarfettiği bu cümlenin hangi dehşet verici anlama geldiğini umarım hepimiz anlıyoruzdur.
Pekin, doğrudan isim vermiyor ama Levent Göktaş’ı ima ederek şunu söylüyor devamla: “Olaya bütün baktığınız zaman, bugün farklı kanaatlere sahip olduğumuz kişiler hakkında, çok farklı kanaatlere sahip olabiliriz.”
Pekin’in Göktaş’la ilgili ikonakırıcı cümlelerinden bir başkası da şuydu: “Benim görebildiğim kadarıyla Levent Göktaş kendisine verilen görevleri yapan, ama bunların yanı sıra böyle mistik, masalsı bir hava oluşturmayı seven biriydi.”
“Bazı konularda devlet de görev vermiş olabilir bilemiyorum” diyen Pekin çok daha cesur şu şeyleri de söylüyordu:
“Aslında sorun şu: Onun bunun yapması değil; birileri bunu yapıyor, birilerinden onay alıyor bir şekilde yaparken, o onay konusu önemli. Ama o üsttekiler, bunu kabul etmiyorlar. Yani biz böyle bir şey söylemedik, etmedik diyorlar. Dünyanın her yerinde bu tür işler maalesef böyle yapılıyor. Yani, bir görev veriliyor, o görev yapılıyor, ama aşağıdaki adam yakalandığı zaman, suç işlediği anlaşıldığı zaman, üstten hiç kimse haberimiz vardı demiyor, asıl sorun burada. Bir araya getirmekten korkuyoruz, ya bir araya gelirse, ya farklı bir manzara çıkarsa! Ki çıkacak farklı bir manzara büyük bir ihtimalle!”
Umarım Pekin’in sarfettiği bu cümlelerin de hangi dehşet verici anlamlara geldiğini hepimiz anlıyoruzdur.
Pekin’in bu sözlerinin dikkatlerden kaçmaması ve hatta yerleri oynatması gerekirdi ama maalesef öyle olmadı. Koro, “kaçma-kurtulma kursu almış” veya “adam su altı komandosu” bilgisi kadar bile önem vermedi bu sözlere.
Önceki yazıda bahsettiğim 2003 yılında MAK Alay Komutanlığı görevinden alınıp pasif bir göreve verilmesi konusunda şöyle diyordu Pekin: “(bu konuda) İkinci Başkan’a (Büyükanıt’a) bir yerden bilgi gelmiş olması lazım, İkinci Başkan tanımaz bu insanları. Özel Kuvvetler Komutanı Sadık Ercan tanır.. bir ters hareketini gördüyse.. veya dışarıdan bir şeyler geldiyse..”
Dışarısı neresi olabilir? Sanırım bunu da hepimiz anlıyoruzdur.
Devam ediyor:
“Şimdi baktığımız zaman cinayet 18 Aralık’ta işlenmiş. Levent’in oradan (MAK Alayından) ayrılmasının verildiği emir de nisan ayı falan. Bu arada bir ilişki var mıdır, ona bakmak lazım.”
Korgeneral Pekin bize neredeyse noktasal bir adres gösteriyor.
Pekin, Levent Göktaş’ın aslında çok daha önce, bu soruşturma başlatılmadan yıllar önce ve üstelik emekli olduktan sonra, Genelkurmay’ın “şüpheliler” listesini girdiğini de söylüyor:
“Ben 2007’de Genelkurmay İstihbarat Başkanı oldum. Göreve başladığımda bir evrak gördüm. Genelkurmay, Levent Göktaş’ın hareketlerinin takip edilmesi konusunda MİT’e yazı yazmış. Demek ki Genelkurmay bir şeyden rahatsız olmuş.” Demek ki daha bu olaylar savcılık soruşturmasına konu olmadan çok çok önce, Levent Göktaş bazı dikkatlerin nesnesi olmuş.
Acaba neden, ve acaba Genelkurmay neden rahatsız olmuştu?
Pekin, Levent Göktaş’ın Ergenekon’dan yargılanmasına esas neden olan ve içinde çeşitli komutanlara ve çocuklarına ilişkin uygunsuz görüntüler bulunan 51 numaralı CD ile ilgili olarak da şunu söylüyordu: “Bunu Levent’in yaptığını zannetmiyorum… ama Levent böyle şeylere meraklı biriydi. Yani birilerinin açığını bulmaya, birilerini şey yapmaya…”
Anlıyoruz ki söz konusu olan sadece çatışmaların içine korkusuzca girip çıkan cesur bir subay profili değil, bu özneye eklenmiş başka arızi nitelikler var.
Pekin birtakım kolaycı yollara sapmadan bu işin eğer olduysa nasıl olmuş olabileceğine ilişkin olabildiğince dürüst ve askeri bilgilere dayalı, gerçekçi bir akıl yürütme yapıyor ve TSK’nın bazı kurumsal zafiyetlerini de gündeme getiriyor; bunu yaparken Özel Kuvvetler’in yürüttüğü gayri nizami askerî faaliyetlerin suistimale her zaman açık ve kontrole her zaman gereksinim duyan doğasına dikkatlerimizi çekiyor:
“Burası bağımsız görev yapan bir birlik. Komuta merkezi uzakta. Oralarda bunlar (Özel Kuvvetler personeli) çevre yapıyorlar. Ben %95’ini tenzih ediyorum ama birkaç kişi çıkıyor, onlar bu işi kendi lehlerine de kullanmaya çalışıyorlar. Bu iş Özel Kuvvetlerde başlıyor, belki daha sonra sivile geçtiği zaman da devam ediyor.”
Pekin kurumsal bir özeleştiride de bulunuyor: “2002’den itibaren komutan olarak işleri bilen insanları oraya komutan olarak atama konusunda zayıflığımızın olduğunu biliyorum.”
Bence Pekin, sırf bu özeleştiriden dolayı bile alkışlanmayı hak ediyor.
“Tüm bunlar bize şunu gösteriyor” diyor Pekin, “epey kirlenmiş bir durum var. Bunun açığa çıkması gerekiyor.”
Peki çıkabilir mi? Umutlu olabilir miyiz?
Bunun cevabını, biraz hüzünlü biçimde, söyleşinin sonlarına doğru anlıyoruz:
“Bazı şeyleri tabii açık olarak söyleyemiyorum” diyor Pekin bu son sözlerinde.
Sunucu Burcu Uğur “neden” diye sorunca ise şu cevabı veriyor:
“Çünkü bazı şeyler benim namusuma emanet edilmiş konular.”
Burada, merhum Necip Hablemitoğlu’nun eşi Şengül Hablemitoğlu’nun gazetecilerle yaptığı birçok söyleşide söylediği şu sözler aklıma geliyor:
“Umutlu değilim. Bu olay 2002 yılında gerçekleşti. Şöyle bir söz verildi bana, ‘bu cinayeti çözmek devletin namus borcudur’. Devlet, o namus borcunu hâlâ yerine getiremedi.”
Pekin de her şeyi anlatamamasının nedenini, görev namusuna bağlıyor.
Anlaşılan, Şengül Hablemitoğlu’nun 20 yıldır yerine getirilmesini beklediği namus borcunun önündeki engellerden biri, başka bir düzlemdeki bir başka namus borcu düşüncesi.
O zaman galiba şunu anlıyoruz:
İzlemekte olduğumuz şey, bir nomos çatışması.
“Türkiye’de herkes her şeyi biliyor” ve ama nomos’lar çatışıyor.