Kimlikler toplumsal hayatın bir parçası ve siyasetin de olmazsa olmaz ilgi odaklarından biri. Bu bağlamda, Türkiye’de halihazırda kimlik temelli çatışmalar dikkate alındığında, siyasetin alanını kültürel kimlikleri kapsayacak bir şekilde genişleterek kimliklere duyarlı bir siyaseti savunmak hayati bir önem arz etmektedir. Bu, aynı zamanda kurumlara olan güveni tesis etmek açısından da gerekli gibi gözüküyor. Bu açıdan, kamusal hayata ilişkin kimlik temelli endişelere duyarsız, renk körü bir siyasi retoriği teşvik etmek, gerek normatif bir bağlamda demokrasi teorisi açısından, gerekse Türkiye’nin mevcut problemlerine çözüm üretme eksikliği nedeniyle problem teşkil etmekte. İlginçtir ki son günlerde Millet İttifakı’nın yayın hayatındaki temsilcisi olduğunu ve post-Erdoğan restorasyonun mevcut koalisyonun iki büyük aktörüyle gerçekleşebileceğini iddia eden bazı kamusal entellektüeller, devletin kimliklere kör ve (Weberyen tahayyülle) salt tüzel-bürokratik bir zemine oturması gerektiğini savunuyor. Böyle bir anlayışın neticesi olarak da toplumsal “merkez”in kurulabileceğini düşünmekteler. Bu görüşe göre, “devletin tarafsızlığı” ilkesi kapsamında siyasi iktidar kimliklere eşit mesafede duracak ve buradan hareketle de, kimliklere kör bir “makul merkez” kurulacak.
Doğrusunu söylemek gerekirse devleti bütün kimliklerden azade bir biçimde yeniden şekillendirmek ne toplumsal gerçeklerle ne de siyasi örgütlenmenin özüyle uyuşur. Türkiye özelinde ise bu türden bir “makul merkez” kurmayı telkin edenler, başta Türkiye Cumhuriyetinin oturduğu tektipçi etno-kültürel ulus kimliğini çokkültürlü bir bağlamda yeniden imgeleyerek yurttaşlığın kapsamını genişletmekle işe başlamalı; ardından da, kimliksel tarafsızlık ilkesiyle tutarlılık gereği, kamusala ilişkin diğer birçok meselede Türk ulusal kimliği anlatısının sunduğu ve dolaşıma soktuğu sembollerden ve anlatılardan kurtulmalı. Ayrıca, bahsi geçen “kimlik yüksüz devlet” anlayışı, ki bunun siyasal gerçekliklerle hiçbir alâkası bulunmamaktadır, görünen o ki sadece muhafazakâr kesimlerin endişeleri gündeme getirildiğinde müdafileri tarafından dolaşıma sokuluyor, mevzubahis merkez anlayışı ise görünürde salt seküler çeşitliliklere ve çoğulculuğa izin veriyor.
Yukarıdaki değerlendirmeler ışığında, post-Erdoğan döneminde çoğulcu kimlikleri ve bu kimlikler neticesinde kamusal hayatta gördüğümüz farklı ahlaki standartları ve değerler çeşitliliğini gözardı etmeyerek, siyasal alanı ve söylemi kimlik merkezli endişelere duyarlı bir noktaya doğru genişletmek gerektiğini söylemek, basında ve sosyal medyadaki bu kişilerce “kimlikçilik” şemsiyesi altında kategorik olarak reddediliyor yahut “modası geçmiş” olarak nitelendiriliyor.
Aslına bakılırsa modası geçen şey, kamusala ilişkin tasavvurlarını tek tip bir erdeme dayandıran yaklaşımların, son zamanlarda AK Parti sonrası dönemde Türkiye’deki toplumsal kesimlere “makul merkez” olarak sunulmasıdır. Çoğulculuk bağlamında, kapsayıcılık ve eşit yurttaşlık anlayışımız salt seküler çeşitliliklere kadar esniyorsa, burada sorgulanması gereken birçok şey olduğu gibi, “endişeli muhafazakâr” kesimler başta olmak üzere farklı grupların “şımarıklık” olarak nitelendirilen endişelerini de tekrar düşünmemiz gerekiyor.
Uzun süredir dillerde olan, Weberyen anlamda kurumsal bir devleti, eşit ve aktif yurttaşlık konseptini, bütün farklılıklarımıza rağmen aynı siyasal cemaati paylaşan yurttaşlar olmamız hasebiyle ortaklıklarımızın vurgulandığı bir siyasal-toplumsal kültürü, siyasal türdeşleşme riski taşıyan böylesi bir anlayışla nasıl inşa ede(bile)ceğiz? Bu hususta, asgari bir demokrasinin normatif açıdan ölçütü olan ortak kamusal kültür, dar bir çerçeve ile sınırlı bir yurttaşlık anlayışı ile yaratılamayacağı gibi, sekülerliği varsayımsal bir orijinal pozisyon (yahut olması gereken pozisyon) olarak kodlamak, tekil bir anlayışa dayalı bir kamusal hayat yaratır ve kültürel türdeşleşme dışında bize hiçbir şey sunmaz.
Oysa gerek etnik temelde gerek dini yahut seküler temelde olsun, kültürel çeşitliliği koruyan, kapsayan ve serpilebilmesine olanak sağlayan bir anlayış yaratmak ve (çağdaş siyaset felsefecilerinden Bikhu Parekh’in de işaret ettiği şekliyle) “politik yaşamı bu çeşitliliğe göre düzenlemek,” Türkiye’nin içinde bulunduğu kimlik ve kültür bunalımına can suyu olacaktır. Bunu vurgulamak ve bu retoriği dolaşıma sokmak, bütün toplumsal ve siyasal problemleri kimlik alanına indirgemek olmadığı gibi, basitçe “kimlikçilik” anlamına da gelmemektedir. Kaldı ki çok değil, daha on sene öncesine kadar “devletimizi tamamen kaybediyoruz” paniğine kapılarak kamu alanındaki dini görünümlere düşmanca tavır alanların ve siyasette dini taleplerin belirir olmasına karşı her koşulda “irtica” çığlığı atanların bulunduğu bir siyasal iklime sahip bir ülkede, başta “endişeli muhafazakârlar” olmak üzere birçok grubun AK Parti sonrasına dair kültürel aidiyet/kimlik temelli endişelerinin olmasından doğal ne olabilir?
Temel olarak, hakimiyetinin yirminci yılına yaklaşan Erdoğan’ın memleketi sürüklediği noktadan rahatsızlığını artık saklayamayan, fakat AK Parti iktidarının ilk yıllarını (adeta bir Asr-ı Saadet gibi) hayırla yad eden ve kazanımlarını muhafaza etmek isteyen bir mütedeyyin kitle olarak endişeli muhafazakârlar, bugün muhalefet koalisyonunun bir parçası olmak konusunda mütereddittir. Post-Erdoğan düzenin muhafazakâr kitleleri temsil edecek bir bileşen olmadan uzun vadede muvaffak olamayacağı ortadayken; toplumsal muhalefeti genişletmenin yollarından birinin de, mevzubahis restorasyon sürecinde gerek bu kitlelerin endişelerini gidermek, gerekse kamusal müzakere sürecinde aktif katılımlarını sağlamak olduğu ortadayken… bu tartışmayı dillendirmenin basit bir kültür savaşına indirgenmesi, zannediyorum ki, problemlidir.
Endişeli muhafazakârlar, büyük oranda Kemalist ordu+yargı ikilisine dayalı vesayetle mücadele sırasında oluşan “mazlumlar koalisyonu” içinde şekillenmiş bir şehirli kitledir. Bu kitle, eski solcular, Aleviler, Kürtler ve gayrimüslim ekalliyetle temas ederek liberal demokratik düzenin kazanımlarını kavramıştır. Bu itibarla bu kitleler, Erdoğan idaresinin yeni Sünnî-Türk üstünlükçülüğüne de eski vesayete karşı oldukları gibi muhaliftir. Hal böyleyken, Erdoğan sonrası dönemde muhafazakâr kitlelerin temsiliyetini ve kamusala ilişkin karar alma müzakerelerindeki rollerini örtük bir biçimde görmezden gelen; “merkez” siyaset açısından özellikle muhafazakâr temsiliyet bağlamında DEVA ve Gelecek partilerinin rolünü gözardı eden; yurttaşlığın ve demokratik restorasyonun sınırlarını salt seküler sınırlar içerisinde tanımlayan bir yaklaşım, Türkiye’nin mevcut gerçeklerine ters olduğu gibi kendi içinde de demokratik açıdan şaibelidir.
_______________
Hasan Ayer, Ankara Üniversitesi DTCF’de lisans öğrenimine devam etmektedir. Temel ilgi alanı siyaset felsefesi ve siyaset teorisidir. Spesifik olarak liberal ve muhafazakâr siyaset teorisi ile çokkültürcülük, hak teorileri, kültür kuramları ve göç teorileri konularında çalışmaktadır.