War on the Rocks adlı bir platform, ordulara ilişkin radikal ve içeriden eleştiriler yayımlıyor. Platforma yazılarıyla katkı sağlayanların bazıları sivil, bazıları ise emekli veya muvazzaf askerler. Bu eleştirilerin odağında kimi zaman kişiler, kimi zaman da kurumlar ve askerî uygulamalar bulunuyor: ABD Genelkurmay Başkanını, Donanma Komutanını, NATO Dönüşüm Komutanlığını, asker alma sistemlerini vs. hedef alan eleştiriler zaman zaman daha aşağılara, taktik seviyeye iniyor. Öyle iniyor ki örneğin tabur görev kuvveti teşkilatlanmasında muharebe destek ve hizmet destek unsurlarının hatalı kompozisyonu; hava kuvvetlerinin jet üslerinde bakım ve mühimmat teknisyeni astsubayların etkinliği; Amerikalı kurmay subayların mesailerini şık Excel tablolarına ve Powerpoint sunumlarına harcarken “saha”yı gözden kaçırarak birliklerin gerçeklerinden kopmaları; yahut Ukrayna’da Rus general zayiatlarında Rus silahlı kuvvetlerinin aşırı merkeziyetçi yönetim anlayışının payı gibi ancak askerî bir gözün fark edebileceği detayları çoğu zaman yetkinlikle inceliyor ve kıyasıya eleştiriyorlar.
Böylesi eleştiriler, orduların kurumsal askerî uzmanlığını hem denetleyebilecek hem de ona destek sağlayabilecek ikame uzmanlık alanları oluşturarak modern toplumlarda ordunun rolü konusunda içine düşülmesi muhtemel iki tehlikenin önünün alınmasında yarar sağlıyor.
O tehlikelerden biri, gelişen savaş teknolojisi ve giderek ayrıntılanan işbölümüyle birlikte orduların uzmanlığının iyice tekelleşmesi ve bu uzmanlık tekelinin ordular tarafından özellikle siyasi karar alıcılara karşı bir suistimal aracı olarak kullanılabilmesi; diğeri de, yine bu uzmanlık nedeniyle orduların kendilerini toplumdan ayrışmış bir “askerî kale” olarak örgütleyerek kendi dışındaki toplumsal ve siyasal iktidar kaynaklarından tamamen özerk biçimde kendi kendisini yönetmeye başlaması.
Kısaca söylemek gerekirse bu platformların sağladığı yarar en temelde askerlerin uzmanlık tekellerine alternatif oluşturmayla ilgili.
Hemen eklemek gerek ki bu eleştiriler aynı zamanda siyasi karar alıcılara ve topluma karşı da işliyor; askerî kurumların şu veya bu nedenlerle ifade edemedikleri şeylerin, özellikle de orduların askerî etkinliklerini bozucu siyasi hataların, kurumsal kimlikle yazmıyor olmanın verdiği serbestlikle daha özgürce ifade edilebilmesine imkân veriyor.
Askeri örgütlenmeye yönelik bu tür bir eleştiri geleneği ülkemizde güçlü değil. Türkiye’de birçok alanı yeterli derinliklerde inceleyip eleştirebilen zihinler ve eleştiri damarları mevcut. Ordu söz konusu olduğunda ise böylesi bir damarın cılızlığından, hatta belki yokluğundan söz etmemiz gerekiyor.
Bu cılızlıkta hem Türkiye’de orduya atfedilen kutsallığın hem de ordunun kendi etrafına çektiği “devlet sırrı” duvarının payı var.
Kolaylıkla tahmin edilebileceği üzere, adına “devlet sırrı” denilen duvar, o şeyin gerçekte bir devlet sırrı olup olmamasından bağımsız olarak zaman zaman bir kolaycılığın, bürokratik bir “ne olur ne olmaz”cılığın, bir “bürokrat nemelazımcılığının” mazereti suretinde tezahür edebiliyor.
Neticede bu duvar, orduya ilişkin bilgi üretme çabalarını daha baştan sonuçsuz bırakıyor.
İstihdam ettikleri emekli askerî uzmanlar veya bu işlerden anlayan akademisyenler sayesinde söz konusu cılızlığı kırmasını umabileceğimiz yerli düşünce kuruluşlarının ve araştırma merkezlerinin çoğu ise içinde yer aldıkları mecraların ekonomi politiği ile maluller.
TSK’da epey güçlü olduğunu bildiğimiz ve genellikle sadakat ve şeref kavramlarıyla payandalanan bir “kol kırılır yen içinde” düşüncesini de buraya ekleyebiliriz.
Saymaya çalıştığım bu nedenlerin hepsi birleşince, gördüğü işlevin (vatan savunması) niteliğinden aldığı manevi güçle eleştirilerden büyük ölçüde azadeleşen, yaptığı hemen her şey onaylanan, takdir edilen, ve daha önemlisi, yaptığı her şeyin onaylanacağı, takdir edileceği ve nadiren sorgulanacağı bilgisiyle hareket eden bir TSK çıkıyor karşımıza.
Konuyu aşağıdaki fotoğrafa ve ardından başka fotoğraflara getireceğim.
Bundan iki hafta önce, Milli Savunma Bakanlığı 24 Mayıs tarihinde Pençe-Kilit operasyonları bölgesinde çıkan çatışmada beş askerin şehit olduğunu açıklamıştı. Şehit olan beş askerin birlikte çektirdikleri bu çarpıcı fotoğraf birçok yerde paylaşıldı. Serbestiyet, bu fotoğrafı uzunca bir süre Twitter hesabında kapak olarak tuttu.
Yabanıl yeryüzü şekillerinin ve baharla birlikte yeşillenen bitki örtüsünün oluşturduğu fonun önünde, kentli yaşamlarımızın gündelik konforu içinden düşündüğümüzde görünürde bunun için pek anlaşılır bir sebep olmadığı halde her nasılsa tabii bir şekilde gülümsemeyi başarmış bu beş asker, soldan sağa Sözleşmeli Er Celal Tekedereli, Uzman Çavuş Onur Doğan, Teğmen Abdulkadir Güler, Uzman Çavuş Bican Kapılay ve Uzman Çavuş Hüseyin Cankaya, artık hayatta değiller. Ruhları şad olsun.
O günden bu yana, çeşitli açık kaynaklardan bu askerlerin nasıl şehit olduklarına dair, “çıkan çatışmada” ibaresi dışında, bu bilgiyi detaylandıracak ilave bilgiler edinmeye çalıştım ancak bunda başarılı olamadım. Erişilebildiğim tek bilgi buydu; beş asker çıkan çatışmada şehit olmuş ve arkalarında bu fotoğrafı bırakmışlardı.
“Çıkan çatışmada…” TSK’nın kamuoyu için yeterliliğini yıllar içinde test ettiği bu ibare, yurttaş aklını ikna ve tatmin etmeyi genellikle başarıyor. Bu toplumsal tatminkârlık da TSK’yı daha ayrıntılı açıklamalar yapma yükünden çoğunlukla kurtarıyor.
Yukarıda yurttaş aklı dediğim şeyin, örneğin, maddi hasarlı bir trafik kazasında, hakkı olan tazmini sigorta şirketinden sağlayabilmek için kazanın nerede/nasıl gerçekleştiğini, kimin kime hangi açıyla çarptığını, hız limitini, fren izini veya sürücülerin alkollü olup olmadığını kayıtlara geçirtme konusunda hayli titiz olduğunu dikkate aldığımızda, aynı aklın beş askerin hayatını kaybettiği bir vaka için “çıkan çatışmada” ibaresiyle yetiniyor olması, ya toplumun TSK’ya duyduğu peşin bir itimada ya da denklemimizin içinde “bürokrat nemelazımcılığı” kadar bir “yurttaş nemelazımcılığının” da var olduğuna işaret ediyor.
Beş askerimizin şehit olmasıyla ilgili ilave bilgilere rastlayabilmek için internette gezinmeye devam ederken Milliyet gazetesinde gördüğüm aşağıdaki fotoğraf, aradığım ilave bilgiyle doğrudan ilgili olmasa da dikkatimi çekti. Bu fotoğrafın, her yurttaşın dikkatini çekmesi gerektiğini düşündüm ve aslında bu yazıyı da özellikle bu fotoğraf için yazıyorum.
Fotoğraf, şehit askerden biri olan Uzman Çavuş Bican Kapılay’a (beş kişinin bulunduğu fotoğrafta sağdan ikinci) aitti ve muhtemelen kendisinin sosyal medya hesaplarından alınmıştı.
Sizin dikkatinizi de çekti mi bilmiyorum ama benim dikkatimi çeken şey, şehit askerin arkasındaki manzarada yer yer gözüken mavi renkli şeylerdi.
Bu şeyler, birliklerin personelini ve malzemelerini yağmurdan korumak için kullandıkları brandalar olmalı.
Peki renkleri neden mavi?
Sivil dilde kamuflaj, askeri dilde gizlenme denilen şeyin karşılığını bilmiyorsak, Wikipedia’dan yararlanalım:
“Personeli ve teçhizatı düşman kuvvetlerinin gözetlemesinden korumak için silahlı kuvvetler tarafından kullanılan bir tekniktir. Gizlenmek, saklanmak anlamına gelir. Silahlar ve üniforma dâhil her tür askerî teçhizata renk ve malzeme uygulanarak yapılır. Normalde kolaylıkla görünür olan bir şeyin fark edilmesinin zorlaştırır.”
Fotoğraftan görülebildiği kadarıyla, o mavi brandalar dışındaki diğer her şey bu gizlenme prensibine uygun, ancak bu mavi brandalar Wikipedia’da kamuflaj için yapılan tanımın alt başlıklarının hiçbirine uymuyor ve onları alt üst ediyor. Görülmeyi zorlaştırmıyor, tersine, kamuflajı yapılmış diğer şeylerin kamuflajını da boşa düşürecek biçimde, aşırı kolaylaştırıyor.
Pantolonu, botu, silahı, tekerlekli ve zırhlı araçları, başlığı ve eldiveni ilgili coğrafyaya uyarlanmış bir askeri kuvvet, bu çabaların tümünü geçersizleştirecek ve kilometrelerce öteden çıplak gözle dahi fark edilmeye yol açacak ve kendisini hedef haline getirecek şekilde bu mavi renkli brandaları neden kullanıyordu?
Bir an için, meselenin yukarıdaki birliğe özgü lokal bir hata olduğu akla gelebilirse de internette yapılacak kısa bir araştırma bunun böyle olmadığını gösteriyor.
Örneğin, başka bir askerî birlikle ilgili olarak Şubat 2017’de TRT’nin internet sayfasında “Mehmetçiğin Kaletepe Destanı” başlığıyla verilen haberdeki görsellerden biri şuydu ve bu görsel TRT’nin ilgili internet sayfasında halen yer alıyor:
Bu görsel o tarihten bu yana yayında olduğuna göre asker ve sivil on binlerce yurttaş tarafından görülmüş olmalı. Dahası, yurttaşlardan da önce, henüz haberin çıktığı gün, ve hatta bu tür haberler ön izinle ve askerle koordinasyonla yapıldığına göre haber ve görseller daha yayımlanmadan önce, Milli Savunma Bakanlığının, Genelkurmay Başkanlığının ve Kara Kuvvetleri Komutanlığının ilgili birimleri tarafından Bakana ve Komutanlara arz edilmiş; ve tabii, komutanların yanı sıra, bu karargâhlardaki ilgili daire başkanları ve karargâh subayları da bu fotoğraflardan haberdar olmuş olmalı.
Hal böyleyken, ilgili makamlar tarafından 2017’de “bu neyin nesidir?” denilerek araştırılması ve behemehâl giderilmesi gereken bir sorunun beş sene sonra tekrar karşımıza çıkabilmesi, bu beş sene içinde onun şu ya da bu nedenlerle fark edilmemiş, yahut yine şu ya da bu nedenlerle çözülmemiş olduğunu gösteriyor.
Peki ama neden ve nasıl?
War on the Rocks gibi platformların yerli versiyonlarına sahip olabilseydik, o sorulmadığı anlaşılan “bu da neyin nesi?” sorusu, 2017’deki fotoğraf çıktıktan en geç bir hafta sonra sorulmuş ve konu kamusal bir tartışmaya açılmış olurdu muhtemelen.
Ola ki alınan başka önlemler bu genel askerlik kaidesine (gizlenme) uyulmasını gereksizleştirmişse, o önlemlerin neler olduğunun açıklanması da dünya askerî literatürüne bir katkı anlamına gelirdi!
Beş askerin şehadetiyle neticelenen olayla mavi renkli branda kullanımı arasında doğrudan ve zorunlu bir neden-sonuç ilişkisinin söz konusu olduğunu iddia edebilecek bilgilere sahip değiliz.
Mevcut bilgi düzeyinde üzerinde düşünülmesi gereken şey, toplumun, sorduğu/sorabildiği sorularla, bir problemin mükerreren gerçekleşmesini fark etme ve gidermede zafiyet gösterdiği anlaşılan bir askerî harekât yöneticiliğini kamusal bir tartışma konusu haline getirmeyi başarıp başaramayacağı.
Toplumun özsaygısıyla, kendisine karşı dürüstlüğüyle ve hakikat dediğimiz şeyle kurduğu ilişkinin niteliğiyle de alakalı olan bu tür sorular ve tartışma çabaları, şehitlerin ruhlarına gösterilen sahici bir hürmetin; onların hayattaki silah arkadaşlarını hayatta tutmaya yönelik yurtsever bir çabanın; ve ölümü değil yaşamı savunan bir yurttaş sorumluluğunun alametleri olarak da görülmeli.