[22-24 Kasım 2024] Güncel polemiklerin ötesinde, belki genç tarihçilere ve tarih öğrencilerine daha kalıcı bir faydası da olur diye, adım adım gideceğim. Yukarıda, 19. yüzyılın üç öncü bilim insanını görüyorsunuz. Solda, Austen Henry Layard (1817-1894). 1845’te Nemrud’u ve 1847’de Ninova’yı kazıp, çok sayıda Asur rölyefini gün ışığına çıkarıyor. 1851’de aynı yere dönüp, bu sefer (30,000 küsur kil tableti ve eski metin fragmanlarıyla) Aşurbanipal’in İÖ 7. yüzyıldan kalma büyük kütüphanesini keşfediyor. Ortada, Hormuzd Rassam (1826-1910). Aslen Süryani. Osmanlı topraklarından yetişen ilk Orta Doğu ve Asur arkeologu. Yirmi yaşındayken önce Layard’ın vekilharcı oluyor. Kazılarda çalışa çalışa arkeoloji öğreniyor. Layard ayrılıp İngiltere’ye dönerek siyasete atıldıktan sonra, Aşurbanipal’in kütüphanesi üzerinde çalışmayı sürdürüyor. Gılgamış Destanı’nın yazılı olduğu tabletleri bulup ayırıyor. Okuyamasa bile, British Museum’da korunma ve sergilenmelerini temin ediyor.
Sağda, George Smith (1840-1876). Doğru dürüst eğitim görmemiş bir işçi çocuğu. Sırf meraktan kendi kendine çivi yazısı öğreniyor (Muazzez İlmiye Çığ’ın atmadığı adım). Layard ve Rassam’ın Ninova kazılarından getirdiği tabletleri okumaya başlıyor (Muazzez İlmiye Çığ’ın yapmadığı iş). British Museum’a Asuroloji Baş Asistanı alınıyor. Gılgamış Destanı’nın tamamıyla birlikte, sonradan “Tufan Tableti” olarak ünlenen Onbirinci Tabletini de çözüyor, tercüme ediyor ve Orta Doğu’da muazzam bir tufan anlatımının, Tevrat’tan çok öncesine, İÖ 2100 kadar gerilere gittiğini gösteriyor. 1876’da Aşurbanipal Kütüphanesi kazısını sürdürmekle görevlendiriliyor. İkizce köyünde dizanteriye yakalanıyor. Henüz 36 yaşında, Halep’te hayata veda ediyor.
Bunları neden anlattım? Diyelim ki Muazzez İlmiye Çığ’ın (veya herhangi bir kişinin) evrensel bilim dünyasında nerede durduğunu anlamak ve değerlendirmek istiyoruz.
(1) ALANIN SINIRLARI NEDİR, NELERİ İÇERİR, NASIL TANIMLANIR? Yani öncelikle, uzmanı olduğu iddia edilen disiplin hakkında esaslı bir fikir sahibi olmamız gerekir. Bu da bizi, Sümerolojiden de önce, ana bilim dalı olarak Asurolojiye (ve Layard, Rassam ve Smith gibi Asurologlara) getiriyor. Şimdi bu sözcük de nereden çıktı diyebilirsiniz. Hiç geçmemişti ki son tartışmalarda. Her şey Sümeroloji ve Hititoloji etrafında dönüyordu. Ama işte bilim dünyasında evrensel kabul budur, böyledir. Sümer şehir-devletleri, Antik Mezopotamya’nın küçük bir kısmıydı. Asur imparatorlukları ise çok daha büyük birimlerdi; Mezopotamya’nın hemen tamamını kapsıyor, hattâ dışına taşıyorlardı. Günümüzde de Asuroloji, çivi yazısını kullanan bütün kültürleri kapsar. Hepsine ilişkin arkeolojik, antropolojik, lingüistik ve tarihsel çalışmaları içerir. Bu yüzden, Çivi Yazısı Çalışmaları (Cuneiform Studies) ya da Eski Yakındoğu Çalışmaları (Ancient Near East Studies) diye de adlandırılır.
(1a) Tam olarak hangi dönem ve siyasî birimler (sosyal formasyonlar) söz konusudur? Hanedanlar-öncesi Mezopotamya, Sümer, ilk Sümer-Akad şehir-devletleri, Akad İmparatorluğu, (Akadca ve İmparatorluk Aramîcesi konuşan) Asur ve Babil devletleri, güney Mezopotamya’nın (Gutiler, Amoritler, Kassitler, Aramîler ve Kaldeliler gibi) dışarıdan göç edip gelen bütün hanedanları, Asuroloji genel başlığı altında yer alır.
(1b) Oysa Türkiye’de, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde bu ilişki terstir; Sümeroloji Asurolojinin değil, Asuroloji Sümerolojinin gölgesinde kalır. Çünkü DTCF kurulurken önemli olan, bütünsel bir İlkçağ (Eskiçağ) bilgisi ve kavrayışını sağlam temellere oturtmak değildi. Dönemin Türk Tarih Tezi (TTT) için önemli olan, Sümercenin Türkçe ve dolayısıyla Sümerlerin Türk olduğunu iddia edebilmekti. Aynı şey Hititler ve Hititçe için de geçerliydi. Sümeroloji ve Hititoloji hemen sırf bu nedenle, bunun için kuruldu. Nitekim bugün de DTCF’nin web sayfasına baktığımızda, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü’nde sadece şu dört anabilim dalını görüyoruz: Hititoloji, Sümeroloji, Yunan Dili ve Edebiyatı, Latin Dili ve Edebiyatı. Asuroloji başlığı yoktur yani. Tabii öğretilmektedir — ama Sümeroloji anabilim dalında öğretilmektedir.
(2) ALANIN DİLLERİ NELERDİR? Tarih metodolojisine giriş derslerinde ilk konumuz, birincil kaynaklar ile ikincil literatür ayırımıdır. İkinci konu da, ilkini araştırabilmek, ikincisini okuyabilmek için gerekli dillerdir. Birinci gruba araştırma dilleri (research languages), ikinci gruba okuma dilleri (reading languages) deriz. Gazeteciler ve sair yarı-aydın amatörler çoğu zaman hiç farkına varmaz, tarihçilerin dil avadanlığının ne boyutlara varabileceğinin. Asuroloji üzerinden örnekleyelim. Alanın birincil kaynaklarını (çivi yazısıyla yazılmış tabletleri) okuyabilmek için, Asurologların (tabii çivi yazısı dışında) şu iki ana Mezopotamya diline de hâkim olması gerekir: Akadca ve Sümerce. Yanısıra, Tevrat İbranîcesi, Hititçe, Elamca, Hurrice, Indo-Anadolu dili, Emperyal Aramîce, Doğu Aramîcesi, Eski Farsça ve Kenanca gibi komşu dil ve lehçelere de âşinâ olmalarında yarar vardır. Asuroloji çalışmalarında öncelikli modern diller ise İngilizce, Fransızca ve Almanca’dır. Alanın dergileri, sözlükleri, önemli referans kitapları genellikle bu dillerde yayınlanır. Beğenelim beğenmeyelim, uluslararası bilim hiyerarşisi bu şekildedir. Dolayısıyla Asurologlar (veya bir alt-branş olarak Sümerologlar ve tabii Hititologlar), ilgili ikincil literatürü takip edebilmek için bu üç modern Avrupa dilini de okuyup anlayabilmelidir.
(2a) Günümüzün standart akademik CV’lerinde, tarihçinin öğrenimine, akademik kariyerinde çıktığı basamaklara ve geldiği noktaya, çalıştığı kurumlara ve yayınlarına dair bilgilerin yanısıra, bildiği diller de (seviyeleri dahil) mutlaka belirtilir. Ben şimdiye kadar böyle hiçbir CV’sini görmedim Muazzez İlmiye Çığ’ın; internette aradığımda karşıma gerçek bir CV değil, hep hakkında yazılanlar, coşkulu övgüler, olguların duygu dalgaları içinde kaybolduğu röportajlar çıkıyor. Mülâkat yapanlar sürekli anılarını anlattırıyor: gençliğini, öğrenciliğini, Atatürk yıllarını… Bir tanesi de profesyonelce bir soru sormuyor, faraza hangi dilleri bilirsiniz ve okursunuz, birincil kaynak araştırmalarınızda kullanırsınız, ya da yabancı literatürü nasıl, nereden izlersiniz diye. Onun için dil avadanlığı, araştırma dillerinin ve okuma dillerinin neler olduğu, karanlıkta kalıyor.
(3) ALANIN DERGİLERİ NELERDİR? Ünlü-ünsüz gazeteciler dahil bütün yarı-aydın amatörler diye tarif ettiğim kesimin, en ufak bir fikri var mıdır, biraz olsun kafa yormuşlar mıdır, bu dergiler (ve dergilere kabul edilip yayınlanan yazılar) meselesi hakkında? Muhtemelen hayır. Oysa gerçek ve ciddî bilim hayatı çok büyük ölçüde dergiler etrafında döner. Popüler dergilerden değil, her bilim dalı ve alanının profesyonel akademik dergilerinden söz ediyoruz. Genellikle “hakemli dergiler”dir bunlar (bu da amatörlere yabancı bir kavram olabilir). İşin bir üretim, bir de tüketim yanı vardır. Üretim yanında, yeni keşiflerde bulunan (veya bulunduklarını düşünen) meslek mensupları, (a) araştırma makalelerini bu dergilere gönderir. Dergi editörlüğü, bunları konunun uzmanı bir veya birkaç hakeme sevkeder. Onların görüş ve önerileri alınır. Sunulan makale ya toptan reddedilir, ya da yazarın yapmayı kabul ettiği değişiklik ve düzeltmelerle yayınlanır. Gene bu dergilerde, (b) alanla ilgili yeni kitapların tanıtım ve eleştiri yazıları yer alır. (c) Yerine göre bir bölüm de önemli tartışmalara, önceden yayınlanmış yazılara gelen eleştirilere, ya da bu eleştirilere verilen cevaplara hasredilir. Tüketim yanında, bu dergiler ve içerdikleri ürünler, o bilim dalının hemen bütün mensuplarınca izlenir ve okunur. Denebilir ki günümüzde bilim âlemi, üstüste binen ve örtüşen, birbirine eklemlenerek uzayıp giden böyle dergi okuyuculuklarından, okuyucu mahfillerinden meydana gelir. Her derginin (veya birbirine yakın dergiler grubunun) okuyucuları, bir tür “okuyucu cumhuriyeti”dir. Haklı-haksız, önemli-önemsiz, değerli-değersiz noktalarında ortak yargılar oluşur. Kitap ve makaleler bu temelde öğrencilere tavsiye edilir, ders izlencelerinde (syllabus’larda) yer alır, müfredata girer.
(3a) Başka bir deyişle, bilimsel dergiler birer süzgeçtir. İster araştırma makalelerinin, ister kitapların iyisi ve kötüsü, buralarda ayrışır. İlerleme bu yolla meydana gelir. Peki, nelerdir, hangileridir Asuroloji-Sümeroloji alanlarının önde gelen dergileri? İsmail Saymaz bakmış mıdır, kontrol etmiş midir, bilemem. Ben baktım; şunlar göze çarpıyor ilk ağızda (alfabetik sırayla): Acta Sumerologica, Altorientalische Forschungen, Archiv für Orientforschung, Aula Orientalis, Journal of Biblical Literature, Journal of Cuneiform Studies, Journal of the American Oriental Society, NABU (Nouvelles Assyriologiques Brèves et Utilitaires), Oriens Antiquus, Orientalia, Revue d’Assyriologie, Revue d’assyriologie et d’archéologie orientale, Wiener Zeitschrift für die Kunde des Morgenlandes, Zeitschrift für Assyriologie. Önem sırasına sokmak tabii çok zor. Ama günümüzde herhalde Journal of Cuneiform Studies’i en başa koymak gerekir.
(4) GERÇEK BİLİMSEL ŞÖHRET NASIL OLUŞUR? Popülarite yarışması değildir bu. Çoksatan’larla, best-seller’larla belirlenmez. Sürekli televizyona çıkmakla belirlenmez. İdeo-politik mahalle taraftarlığı veya sözcülüğüyle belirlenmez. Hattâ akademinin kendi içinde, sırf iyi ders vermekle de belirlenmez. Özgün ve derin araştırmacılıkla belirlenir. Yukarıda saydıklarımda ve benzeri dergilerde, o seviye ve kalitede dergilerde; ayrıca toplu makale derlemelerinde, konferans ve sempozyum kitaplarında ve tabii müstakil kitaplar biçiminde, ama en çok alanın düzenli dergilerinde yayın yapmakla belirlenir. Buralarda yayınlanan araştırma ürünleri, bilimsel ilerleme gibi, akademik repütasyonların da temelidir. Ciddî bilim insanları, alanlarının önde gelen dergilerinde varlık gösterir. Bazı makale ve yazarlar çok atıf, diğerleri daha az atıf alır. Bazıları beğenilir, takdir edilir, diğerleri eleştirilir; yerine göre çok ve ağır eleştirilebilir. Hepsi, mesleğin örtük hiyerarşisine yansır. En iyi bilim insanları bu yolla sivrilir; isimleri ve eserleri etrafında özel bir güven ve saygı hâlesi yükselir.
(4a) Peki, bu çerçevede kimlerdir, Asuroloji ve/ya Sümeroloji alanlarının önde gelenleri? Çok zor değildir bunu cevaplamak; Oxford Üniversitesi’nin ETCSL’inin (The Electronic Text Corpus of Sumerian Literature) altında, Consolidated bibliography of Sumerian Literature’a (Sümer Edebiyatı Konsolide Bibliyografyası’na) da bakabilir (https://etcsl.orinst.ox.ac.uk › bibliography); üşenmeden biraz okuyup, kimler hangi konularda, ne kadar çalışmış, kolayca görebilir ve kendiniz değerlendirebilirsiniz. Ya da kestirmeden gitmek isterseniz AI’ya başvurur, ChatGPT’ye sorabilir; isterseniz alacağınız listeyi tekrar ETCSL bibliyografyasıyla da karşılaştırabilirsiniz. Her halükârda şöyle bir tablo çıkacaktır karşınıza (artık hayatta olmayanlardan başlarsak): Samuel Noah Kramer (1897-1990), Thorkild Jacobsen (1904-1993), H. W. F. Saggs (1920–2005), Paul Garelli (1924–2006), Åke W. Sjöberg (1924–2014), Miguel Civil (1926–2019), Bendt Alster (1946-2012). Sonra emekliler ve halen aktif olanlar: Simo Parpola, Irving Finkel, Andrew R. George, Marc Van De Mieroop, Karen Radner, Cécile Michel, Stephanie Dalley, Denise Schmandt-Besserat ve daha niceleri.
(5) ARALARINDA MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ VAR MI? Boşuna aramayın. “Şeyh uçmaz, müritleri uçurur.” Hürriyet, Yeni Şafak, Anadolu Ajansı, ya da ulusalcı, neo-Atatürkçü, neo-TTT’ci Kaynak Yayınları’nın kendi web sitesi (özetle, “millî ve yerli” medya) dışında, bulamayacaksınız, ünlü bir bilim insanı, dünya çapında bir Sümerolog vb diye adının geçtiğini. Basit bir nedenle: akademik kariyeri yok, alanın önde gelen dergilerinde herhangi bir yayınına rastlanmıyor. Nitekim yukarıda sözünü ettiğim ETCSL bibliyografyasında yalnız iki girdi var, “Çig, M” veya “Çig, Muazzez” için. Her ikisi de kendi başına değil; başkalarıyla birlikte. Her ikisi de 1976 tarihli (yani artık Arkeoloji Müzesi’nden emekli olup memuriyeti sona ererken). Ve her ikisi de uluslararası değil ulusal yayın kategorisinde. (a) Bir makale: S. N. Kramer ve M. Çığ, “The Ideal Mother: A Sumerian Portrait.” Belleten 40 (1976): 413-421. (b) Bir kitap: Samuel Noah Kramer, Hatice Kızılyay ve Muazzez Çığ, Sümer Edebî Tablet ve Parçaları, İstanbul 1976. Hatice Kızılyay kim derseniz, o da bir müze memuru; Muazzez İlmiye Çığ’ın hem DTCF’den sınıf, hem Arkeoloji Müzesi’nden çalışma arkadaşı. Durum açık olsa gerek. Burada tâyin edici olan, alanın herhalde gelmiş geçmiş en büyüğü sayabileceğimiz Samuel Noah Kramer’in varlığı. Kramer yazıyor; Çığ ve Kızılyay, Arkeoloji Müzesi’nin koleksiyonları üzerinden yardım ediyor Kramer’a. O da kadirşinaslik gösterip onları ortak yazarlığa dahil ediyor.
(5a) Bütün bunlar, Muazzez İlmiye Çığ’ın yeteneksizliği anlamına gelmiyor kuşkusuz (benim asıl derdim, kendisiyle değil, daha çok onu uçuranlarla). Problem şu ki, DTCF’den 1940’ta mezun olduktan sonra akademiye değil müzeciliğe yönelmiş. Belki üniversiteye asistan girse böyle olmayacak. Ama muhtemelen memurlukta köreliyor. Öğrenciliğinde öğrendiklerinin dışına çıkamıyor. Tarihi ırklar üzerinden düşünmek. Üstün Alman ırkı. Üstün Türk ırkı. Türk Tarih Tezi. Sümercnin Türkçe, Sümerlerin Türk olduğu. — Devir böyle bir devir. Bunları görmüş Alman hocalarından. Atatürk’ün kurdurduğu bir fakülte ve bölümde, Atatürk’ün kişisel müdahalesiyle okuyan bir genç kadının, orada edindiği inanç ve zihniyet çerçevesinin dışına çıkması çok zor. Atatürk’ün ölümünden sonra, İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığında Güneş Dil Teorisi derhal terkedildi. Türk Tarih Tezi’nin ise ilk ağızda büyük çaplı promosyonundan, uluslararasılaştırılması gayretlerinden, yüksek öğrenime monolitik biçimde dayatılmasından vazgeçildi. Muazzez İlmiye Çığ üniversitede kalsaydı ve 1945 sonrasında doktora, doçentlik, profesörlük basamaklarını çıksaydı, dünya bilimiyle daha fazla temas içinde değişebilir, ufkunu genişletebilirdi belki. En azından, böyle düşünmek iyi geliyor insana.
(5b) Memuriyetin — velev Arkeoloji Müzesi’nda memuriyetin — görece kapalı ve devlete çok yakından bağlı dünyası, bu açıdan daha olumsuz bir zemin olmuş olmalı. İnsan olarak, iyi ve sıcak bir insan. Yardımsever; elinden geldiğince önünü açıyor gençlerin (Veysel Donbaz gibi). Yaşlılığında çok üretken, ama ne ürettiğine de bakmalı. Bir, popüler kitaplar yazıyor Mezopotamya’ya, Sümerlere, Hititlere, Kutsal Kitaplara dair. Uygarlığın Kökeni Sümerliler-1; Uygarlığın Kökeni Sümerliler-2; Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni; Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği; İnanna’nın Aşkı. Olası TTT ve sair Atatürkçülük izlerine (bu arada, İslâmofobik vurgulara) karşı uyanıksanız, eh, hepsi okunabilir. Ama madalyonun diğer yüzünde, hiçbiri orijinal araştırma değil. Hepsi devşirme; Kramer, Sjöberg, Alster ve dünya çapındaki diğer bilim insanların eserlerinin özeti ve tekrarından ibaret. Hele Uygarlığın Kökeni Sümerliler-1 ve Uygarlığın Kökeni Sümerliler-2, Samuel Noah Kramer’ın çığır açan 1924 tarihli History Begins at Sumer’inin (Tarih Sümer’de Başlar) Türkçe uyarlaması gibi. Gene de bunlarla kalsa iyiymiş. Ama iki, maalesef doğrudan TTT vaazı da veriyor bir yandan: Sumerliler Türklerin Bir Koludur: Sumer-Türk Kültür Bağları; Sumerlilerde Tufan, Tufan’da Türkler; Atatürk ve Sumerliler. Hepsi yanlış, uyduruk, bilim dışı. Ve üç, güncel ideo-politik tercihlerini seslendiriyor: Uyanın Artık, Vatandaşlık Tepkilerim, Atatürk Düşünüyor. Anlamakta gerçekten çok zorlanıyorum; bunlardan “dünyanın en önemli sümerologu” çıkıyor mu, ya da sizce nasıl çıkıyor?
(6) MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ TÜRKİYE’DE, TÜRK BİLİM DÜNYASINDA NEREDE DURUYOR? “Türkiye’nin ilk ve dünyanın en önemli sümerologu…”Bu cümlenin ikinci kısmı çok saçma ve alabildiğine cahilce, ama orasını hallettim sanırım. Öte yandan, itiraf edeyim ki beni en çok üzen, kızdırmaktan çok üzen, ifadenin ilk kısmı. Bir, Muazzez İlmiye Çığ sadece DTCF’den mezuniyet yılı itibariyle belki “ilk” olabilir, ama orada da lisansının Sümeroloji değil Hititoloji olması çıkıyor karşımıza. İki, Muazzez İlmiye Çığ’ı yüceltme yarışı içinde, çok ciddî bilim insanlarının hakkı yeniyor. Türkiye’de Eskiçağ tarihi ve arkeolojisi, Asuroloji, Sümeroloji ve Hititoloji deyince, akla öncelikle Sedat Alp (1913-2006), Kemal Balkan (1915-1976), Tahsin Özgüç (1916-2005), Halet Çambel (1916-2014), Emin Bilgiç (1916-1996), ardından Mebrure Tosun, Kadriye Yalvaç, Muhibbe Darga, Veysel Donbaz ve Salih Çeçen gibi isimler gelmeli. Birçoğu 1914 doğumlu Muazzez İlmiye Çığ ile aynı kuşaktan (1913, 1915, 1916 doğumluları görüyorsunuz). Lisanslarını 1940 dolayında almış, doktoralarını 1945-46 civarında tamamlamışlar. Zamanın Atatürkçülüğü tabii onlarda da kuvvetle var. Yer yer, Türk Tarih Tezi deformasyonunun doğum lekeleri de var. Ama görece sınırlı. Resmî ideolojiye uymuş olabilirler, ama gürültücü kamusal militanı olmamışlar. Çünkü ortak özellikleri, popülarite peşinde koşmamış, sadece akademik ölçüler içinde çalışıp yayın yapmış olmaları. O çerçevede önemli eserler vermişler. Kendileri gibi uzmanlar, profesyoneller biliyor ve anlıyor.
* * *
Bitiriyorum. Kolay değil, Türkiye’de bilim yapmak. Bilimin üzerine sürekli bilim-dışının gölgesi düşüyor. Kâh ideoloji oluyor bu gölge; militanlığı bilim için bilimin önüne çıkarıyor (benim de gençliğimde yaşadığım gibi). Kâh devlet oluyor; yasaklar, kutsallıklar ve tabularla çıkageliyor. Kâh siyaset oluyor; demagojik saldırılarla çıkageliyor. Kâh sokak oluyor; 70’ler ve 80’lerde olduğu gibi şiddet ve terörle, cinayetlerle çıkageliyor. Kâh ağzı kalabalık bir amatörlük oluyor; cehaletle çıkageliyor.
Medya hakkındaki kanaatim zaten olumsuzdu; son olayla iyice doruğa çıktı. Şu sürekli bağıran bilgiç ve geveze gazeteciler nesli, kuyunun dibinde yaşayan kurbağayı hatırlatıyor bana. Bir ara yukarı bakacak olmuş; meğer gökyüzü kuyunun ağzı kadarmış demiş.