“Azınlığı çoğunluğun üstüne çıkaran idare tarzı, bir zümrenin sultasıdır. Düşünceleri etrafında çoğunluğu toplayamayıp azınlıkta kalanların haklarına razı olmamaları kendileri dışındakilere tahammül edememeleri kendilerini çoğunluktan daha muteber saymaları Türk demokrasisinin işlemesine önemli engel teşkil etmiş, memleketin ağır bedeller ödemesine sebep olmuş tek parti zihniyetinin ta kendisidir…
Türkiye’de kimse diktatör dikta ihtiyacı içinde değildir.”
Bu sözler, AK Parti kuruluş töreninde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ait olsaydı hiçbirimiz şaşırmazdık. Ama 45 yaşındaki Başbakan Demirel, 1969’da bu konuşmayı yaptığında Erdoğan henüz 15 yaşındaydı.
Peki, hafızalarda kalan son algısından çok farklı olan bu konuşmayı genç Demirel neden yapmıştı?
Uzun bir hikayesi var.
22 Mart 1962 günü 80 yaşındaki Celal Bayar, hastalığı nedeniyle tutuklu kaldığı Kayseri Cezaevi’nden tahliye edildi. Kayseri’den Ankara’ya girişinde 50 Adalet Partili milletvekili tarafından karşılandı. Ankara caddelerinden geçip evine gitmeye çalıştığı yol boyunca kalabalık hiç azalmadı, o kadar çok ”kurban” kesildi ki kirlenen beyaz arabasını değiştirmek zorunda kaldı.
Bayar’ın tahliyesi ve bu karşılama ertesi gün Ankara’yı karıştırdı. Yüksek Askerî Şûra bir bildiri yayınlayarak “27 Mayıs ruhunu ve milli birliği zedelemeye matuf bu olaylara karşı tedbir” istedi. Bayar’ı karşılayan 22 kişi tutuklandı, Bayar’la fotoğraf çektiren Meclis Muhafız Alayı’ndan 12 er hakkında 5 yıl hapis istemiyle dava açıldı. Bayar ziyaret edebilir korkusuyla Anıtkabir kapatıldı. İstanbul’da üniversiteli gençler toplanıp Bayar’ı okullarının önünden geçirmeyeceklerini, sabırları taşarsa 27 Mayıs’taki gibi ikinci kez isyan haklarını kullanacaklarını bildirdiler.
Ankara’da ise “Milli vicdanın, mahkum ettiği bedbahtlara karşı 27 Mayısı koru, bugün saat 17’de Zafer Meydanı’na gel” çağrısı yapan Fakülte Öğrenci Dernekleri ve 27 Mayıs Devrim Derneği’nin çağrısına uyan 5000 üniversite öğrencisi, “Sehpaya”, ”Mehmetçik geliyor” “Vatan haini” “Kayseri’ye” diye tempo tutarak Kızılay’da önce Adalet Partisi genel merkezini taşladı, sonra da Celal Bayar’ın evini.
Bayar’ın evinin balkon parmaklıkları koparıldı. Olaylar gece de sürdü, bina içindeki AP’lileri linçten asker zorlukla kurtardı.
Linççi kalabalığın sardığı AP Genel Merkezi’nden kaçan parti yöneticilerinden biri de, daha bir yıl önce siyasete girmiş, 39 yaşındaki eski DSİ genel Müdürü Süleyman Demirel’di.
O gün sadece Genel Başkan Gümüşpala’nın yönetimine kızıp istifa eden parti yöneticilerinden biri olmakla kalmamış, Türkiye’de demokrasinin geri geleceğine inancını kaybedip daha bir yıl olmadan siyaseti bırakma kararı da almıştı.
Süleyman Demirel’in ordu adlı fille dansı olarak özetlenecek siyasi hayatı aslında o gün başladı.
Demirel, ilk iktidar deneyimini darbecilerin gözetimindeki geçiş hükümetlerinde yaptı. 1965 seçimlerinde AP’yi, Türkiye seçim tarihinin en yüksek ikinci oy oranı olan yüzde 52.8’le tek başına iktidar yaptığında ise sadece 41 yaşında.
Ama bu bile iyi adam olmasına yetmedi. 1968 yılının 27 Mayıs Bayramı kutlamalarında kendi seçtirdiği Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay radyoya çıkıp zehir zemberek bir konuşmayla ona “demokrasi dersi” verdi:
“Modern demokrasi yalnız çoğunluğun hükmettiği bir rejim değil, aynı zamanda hukuk prensiplerinin her vatandaş için adaletle uygulandığı bir eşitlik rejimidir. Sadece çoğunluğa dayanan ve çoğunluğun arzularına göre yürütülen demokrasi, geçimsizliğe ve anarşiye yol açarak idareyi, neticede totaliter bir sisteme götürebilir. Bütün devirlerin tarihi, çoğunluğun bazen aldandığını gösteren acı ve ibret verici olaylarla doludur.”
Konuşmanın muhatabı Başbakan Demirel’di.
Daha sonra Başbakan Özal, Başbakan Erdoğan’ın da işiteceği sözlerdi bunlar.
Ve suçları da seçim kazanmaktan fazlası değildi.
Sunay, “çoğunluk diktatörlüğüne” karşı mücadelesinde yalnız da değildi. Yaşar Kemal’in kurucusu olduğu sol entelektüellerin Ant Dergisi aynı tarihlerde şu kapakla çıkmıştı: AP’nin hedefi: Çoğunluk Diktası.
“Çoğunluk diktası” lafının ortalığa çıkmasının sebebi malumdu.
1969’da seçime gidiliyordu. Adalet Partisi’nin sandıktan yine tek başına iktidar çıkması kesindi ama esas olarak Demirel aralarında Bayar’ın da olduğu eski DP’lilerin önündeki siyasi yasağını kaldırmak için anayasayı değiştirmekten bahsediyordu.
Bir yıl sonra İsmet İnönü ile birlikte anayasanın ilgili maddesini değiştirmek için attıkları adım yine başını belaya soktu.
21 Mayıs 1969 günü Ankara’nın sokaklarındaki tankları görenler şok olmuştu. Garnizon Komutanı 27 Mayıs provası için dese de herkes esas sebebi biliyordu.
Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Sunay başkanlığında toplanan komutanlar anayasanın değiştirilmemesi için 16 Mayıs muhtırasını vermiş, tasarı Meclis’ten Senato’ya gönderilmişti.
Demirel, seçimden sonraya topu atmak üzere Meclis ve Senato için tatil kararı alıp krizi atlattı. Ama aleyhindeki kampanya daha yeni başlamıştı.
Diktatörlük iddialarından sonra, önce yolsuzluk haberleri geldi. Yetmedi Haldun Simavi’nin sahibi olduğu Günaydın gazetesi, eşi Nazmiye Hanım’la ilişkisi olduğu için Ankaralı bir ayakkabıcının öldürüldüğünü yazdı.
İşte diktatörlükle suçlanan, gençlerin, aydınların, askerlerin nefret objesi Başbakan Demirel’in bütün bu iddialara, kendisine destek veren anaakım gazetede de pek olmadığı için Hakikat gazetesinden cevap verdi:
“Azınlığı çoğunluğun üstüne çıkaran idare tarzı, bir zümrenin sultasıdır. Düşünceleri etrafında çoğunluğu toplayamayıp azınlıkta kalanların haklarına razı olmamaları kendileri dışındakilere tahammül edememeleri kendilerini çoğunluktan daha muteber saymaları Türk demokrasisinin işlemesine önemli engel teşkil etmiş, memleketin ağır bedeller ödemesine sebep olmuş tek parti zihniyetinin ta kendisidir… Türkiye’de kimse diktatör dikta ihtiyacı içinde değildir.”
Kampanya işe yaramadı. 1969 seçimlerinden de Adalet Partisi tek başına iktidar olarak çıktı.
Ama operasyon sürdü. Önce parti içinden 41 vekil hükümet bütçesine red oyu verdi. İstifa eden hükümet daha sonra zor bela yeniden kuruldu. Ama bitmedi bu kez de sokaklar karıştı.
Gerisi malum.
Demirel’in 28 Şubat döneminde gençliğinde mücadele ettiği askeri vesayetle nasıl iş tuttuğu da.
Ama Türkiye’nin yarı askerî bir diktatörlük olduğu yarım asrın 40 yılında aktif siyasetin içinde olduğu unutularak Demirel hakkında bir hüküm vermek adil olmaz.
Tanıl Bora’nın Türkiye’nin fikri standartlarının bir hayli üstünde olan son kitabı Demirel’i okurken Demirel’in hikayesinin başlangıcındaki bu statüko muhalifliği kısmı biraz hızlı geçilmiş.
Halbuki hikâyenin tam da bu kısmı Demirel’in 40 yıl içinde siyaset yaptığı en son 28 Şubat’taki son versiyonunu yaratan da şartlardı.
Sadece Demirel değil esas olarak üzerinde Menderes’in idam edildiği urgan sallanan merkez sağ, bu şartlarda ortaya çıkmış bir ara formdu, bir aracılık pozisyonuydu.
Merkez sağ, halk ile rejim arasında bir tampon bölgede yer alıyordu. Bazen devletin resmi ideolojisinin halka karşı sözcüsü, bazen de halkın devlete karşı sözcüsü, bazen halkın rejim karşıtı taleplerinin deşarj olacağı meşru bir sibop, bazen de devletin katı uygulamaları karşısında halkı koruyan bir muhafız olarak iş görüyordu.
Merkez Sağ’dan beklenen, Batı ittifakının içinde olmak için geçilmiş parlamenter demokraside, muhafazakar halk kitlelerini rejimin kırmızı çizgileri içinde tutmak, sandıkta rejimin ideolojisine aykırı hata yapılma ihtimalini bertaraf etmekti.
Merkez sağ siyasetçiler dindar, muhafazakar halk gibi yaşamıyordu, neredeyse hiçbirinin eşi başörtülü değildi, onlar da ülkenin laik yönetici sınıfı gibi yaşıyordu ama dindar ve muhafazakar kitlelerin hassasiyetlerini gözeterek, bunları Ankara’da koruyarak, savunarak muhafazakar halk kitlelerinin “adamları” olmuşlardı.
Halkın gözünde devlet, ordu, CHP, aydınlar hükümranlığına karşı kahramanlaşmışlardı. Bir merkez sağ siyasetçinin cuma namazı kılması, Allah razı olsun demesi bile bu duygudaşlığın kurulması için yeterli olabiliyordu.
Ama merkez sağ siyasetçiler, bu rollerine kendilerini kaptırdıkça askerlerin ayaklarına bastıkça, kırmızı çizgileri ihlal ettikçe sert biçimde uyarılıyorlar, muhtıralar yiyorlardı. Seçimleri kazanmalarının her şey demek olmadığı onlara sık sık hatırlatılıyordu. Bu müdahaleler onları halkın gözünde daha da büyütüyordu.
Merkez sağ formu, askeri vesayet düzeninin çarpık bir sonucuydu. Ordu ile demokrasi arasındaki zor denge merkez sağ siyasetçilerin maharetleriyle korunuyordu. Aynı mahareti gösteremeyeceği düşünülen Erbakan, gerçek bir muhafazakar olmasına rağmen bu yüzden uzun yıllar bu hassas dengenin bozulmasından korkan muhafazakar kitlelerin tercihi olamadı.
Bu denge 2002’de AK Parti’nin iktidara gelmesiyle sarsıldı. AK Parti hem klasik merkez sağcılar gibi Batıcıydı, askerlerin ayağına basmıyor, kırmızı çizgileri zorlamıyordu hem de çoğunluğu sahiden büyük halk kitlelerine benzeyen muhafazakar insanlardan oluşuyordu.
AK Parti iktidarının askerlerle dansı 2007 Cumhurbaşkanlığı krizinde bitti, 2010’daki referandumunda asker-yargı bürokrasisi tasfiye olunca da kontrol tamamen AK Parti ve Erdoğan’a geçti.
Aynı yıllar içinde merkez sağ partileri neredeyse parodiye dönüşecek kadar küçülmesi de bir tesadüf değildi..
Çünkü artık asker ve halk arasında bir ara form, bir buffer zone olarak merkez sağcılara ihtiyaç kalmamıştı.
Geniş muhafazakar halk kitleleri Ankara’da temsil için artık aracılara ihtiyaç duymuyor., doğrudan kendisine benzeyen insanlar tarafından temsil ediliyordu.
Beklenti çıtası çok yükseldi. Merkez sağ seçmenin önemli bir kısmı bu uzun tek parti iktidarında daha fazla muhafazakarlaştı. Daha seküler ve şehirli olan merkez sağ seçmenler de CHP seçmenine dönüştü.
Artık arada, arayışta, ortada kimse kalmadı.
Bugün hala merkez sağda bir boşluk olduğunu düşünenler, tarihin bu kısmını kaçırıyor.
Merkez sağ tarihsel bir ihtiyacın sonucuydu. Artık öyle bir ihtiyaç kalmadı. Bundan sonra merkez sağ gibi bir pozisyon ancak halkın ya da halkın önemli bir kısmının yine temsil edilememesiyle, devlet ve halk arasında yeni çatışmalarla ortaya çıkabilir.
Mesela muhafazakar kesimde büyük bir hızla süren sekülerleşme öyle bir aşamaya gelebilir ki, artık AK Parti bu kesimler için fazla muhafazakar kalabilir.
AK Parti’nin devletle bütünleşmesi yeni bir statüko yaratabilir ve bu statüko toplumsal dinamikleri engellemeye başlayabilir. Doğal olarak büyük kitleler akacak başka bir mecra arayabilir.
Ama şimdilik buranın uzağındayız. Çünkü AK Parti de her ne kadar medyası, elitleri daha fazlasını istese de muhafazakarlaşmanın dozunu kıvamında tutuyor. Şehirli, sekülerleşen seçmenlerini de içermeye devam ediyor. Bunun için bu yaz AK Partili belediyelerin festivallerine bakmak yeterli.
Ayrıca sekülerleşen muhafazakar kitleler ve yeni nesil için hala gidecek bir yer yok. Onlar için muhafazakarlık-milliyetçilik hala bir siyasi kimlik. Laikler geniş muhafazakar kitleleri kapsamaktan uzakta, tarihsel öfke ve önyargılar çok güçlü ve o duvarın yıkılmasına yönelik çabalar da küçümseniyor ve dinamitleniyor. O yüzden insanlar evlerinde kalmayı tercih ediyorlar.
Ayrıca Etyen Mahçupyan’ın uzun süredir Serbestiyet’te yazdığı gibi muhafazakarlıkla milliyetçilik birleşti, devletle din iç içe geçti. Tanklara, SİHA’lara bayılan, laik muhalefeti vatan haini gibi gören yeni muhafazakarlık artık kendini parya değil ülkenin ebedi ve ezeli sahibi gibi görüyor.
AK Parti uzun süredir ama özellikle 15 Temmuz’dan bu yana artık sadece İslamcı ve muhafazakar kelimeleriyle tarif edilemez. MHP’ye ittifak ve Batı karşıtlığıyla 90’lı yılların ulusalcı argümanlarının en güçlü temsil edildiği yer artık AK Parti. Hulki Cevizoğlu’nun kendisini AK Parti milletvekili olarak bulması o yüzden sadece bir fırsatçılık hikayesi değil.
Nasıl ABD’de koca sağcı Cumhuriyetçi Parti, Trump’a yenildi, Avrupa’daki merkez sağ partiler daha sağa, merkez sol partiler sol popülizme kaydı, Soros bursiyeri liberal Orban, Soros düşmanı popülist Orban’a döndü. Türkiye’de de benzer bir süreç yaşandı.
Dünyanın pek çok demokrasisinde de olduğu gibi artık bir merkez sağdan bahsedemeyiz.
Yani özetle merkez sağda doldurulması beklenen büyük bir boşluk yok.
O boşluğu doldurmak için adam atan kendini bir boşlukta bulabilir.”