Netflix’te gösterime giren “The Greatest Night in Pop” belgeseli, gerçekten de pop müziğinin en efsanevi gecesini anlatıyor.
Michael Jackson, Bob Dylan, Bruce Springsteen, Tina Turner, Stevie Wonder, Lionel Richie, Diana Ross, Cyndi Lauper, Kenny Rogers gibi isimlerin aralarında olduğu 40’ı aşkın efsanevi isim bir gece sabaha kadar bir kayıt stüdyosunda toplandı ve 1985 yılında bütün dünyayı sallayan meşhur “Weare the World” şarkısını yaptı.
“Sabah 07.30 olduğunda artık bir aile olmuştuk” diye anlatıyor projenin mimarlarından Lionel Richie.
Belgeselde o kayıt gecesinin tüm görüntüleri var.
Ama belgesel sadece nostalji duygusunu tatmin etmiyor.
“We Are the World” tüm dünyanın dikkatini Afrika’daki açlığa çekmiş, yardım kampanyalarının ateşleyicisi olmuştu.
Şarkı bütün dünyada müthiş bir küresel seferberlik başlatmıştı.
Küreselleşmenin başlangıç yıllarıydı. İnsanlığın ortak bir hikayesi ve kaderi olduğuna dair inançların güçlü olduğu zamanlardı.
“We Are the World” sözünün ikna edici bir karşılığı olduğu, Sovyetler’deVictor Tsoi’ye “Peremen”i ( Değişim), Scorpions’a Wind of Change’ı(Değişimin Rüzgarı) yaptıran değişim dalgasının yükseldiği, Tarihin Sonu’nun geldiğini söyleyenlere kulak kabartılan zamanlardan 40 yıl sonra hikayenin buraya geleceğini herhalde kimse düşünmezdi.
Türkiye, düşük bir profili bir siyasi atmosferde yerel seçimlere doğru giderken dünyada 64 ülke bu yıl önlerine gelecek sandıklarda kritik kararlar vermeye hazırlanıyor.
En kritik seçimi Kasım ayında ABD yapacak.
Cumhuriyetçilerin adayı olmaya son sürat giden Trump, en son Kuzey Karolina’da burada iki dönem valilik yapmış olan Hint asıllı, aşırı İsrail yanlısı ama analistlere göre ılımlı aday Nikki Haley’i neredeyse ikiye katladı.
Trump’ın nasıl bir etki yarattığını devam eden Amerikan Muhafazakarların yıllık Davos toplantısı CPAC zirvesindeki Trumpçıların hallerinden görmek mümkün.
Trump dövmeli, tshirtli, şapkalı binlerce insan, dualar ederek, bağırarak burdan bakınca tam olarak ne bulduklarını anlayamadığımız bu zengin şımarık adama sevgilerini gösteriyor. Neredeyse ruhani bir kişiliğe dönmüş durumda Trump.
CPAC zirveleri artık sadece Amerikalı muhafazakarların buluşma mekanıdeğil.
Geçen yıl Macaristan Başbakanı Orban zirvede etkili bir konuşma yapmıştı, bu yıl zirvenin yıldızları testereli, İsrail bayraklı Arjantin’in yeni devlet başkanı Javier Milei ve ülkesinde mafyayı hukuku bir kenara alarak bitiren El Salvador’un lideri Nayib Bukele’ydi.
İspanyol aşırı sağcı partisi VOX’un lideri Santiago Abascal, İngiliz aşırı sağcı lider Nigel Farage, eski muhafazakar İngiliz Başbakanı Liz Truss da zirvedeydi.
Tabii bu ulusal muhafazakar fikriyatın ideologlarından Steve Bannon daoradaydı.
Amerikalı aşırı sağcı yorumcu Jack Posebiec’in konuşması ise viral oldu:
“Demokrasinin sonuna hoş geldiniz – onu tamamen yıkmak için buradayız. Demokrasiyi tamamen ortadan kaldırmak için buradayız. 6 Ocak’ta oraya kadar gelemedik ama ondan kurtulmaya ve yerine bunu koymaya çalışacağız. Çünkü tüm zafer hükümetin değil – tüm zafer Tanrı’nındır.”
Sonradan muhafazakarları böyle suçlayanlarla dalga geçtiğini söyledi ama aldığı alkışlar pek de mizaha değil gibiydi.
İlk kez bu CPAC zirvesinde Amerika’da Neo-Nazi grupların temsilcileri de yer aldılar, Nazi olmadıkları söyleyerek bol bol Amerikalıların “N-words” dediği “Zenci”li cümleler kurdular.
Orban’ı 2022’de CPAC zirvesinde konuşmuş “Küreselcilerin hepsi cehenneme gidebilir; ben Teksas’a geldim” demişti. Sonra Orban, kurduğu think tanklerle Amerikan sağcılarıla ortak konferanslar yapmaya başladı.
2022’de Budapeşte’de Orban’ın evsahipliğinde yapılan zirveye Avrupa’daki diğer aşırı sağ liderler katıldılar.
O liderlerden Mussolinici kökenli İtalya’nın Kardeşleri’nin lideri Meloni, 2022’de İtalya’da iktidara geldi.
Popülistler, aşırı sağcılar denen bu fikriyatın artık kendi kullandıkları bir adı da var: Ulusalcı Muhafazakarlık.
Tam olarak her konuda hemfikir olmasalar da küreselcilere karşı küresel bir ittifak kurmakta hem fikir görünüyor.
Şimdiden Batı demokrasilerde kaleleri birbir düşürüyorlar.
Avrupa Birliği’nin en kalabalık beş ülkesinin (Almanya, Fransa, İtalya, İspanya ve Polonya) dördünde aşırı sağcı partiler ya hükümette ya da %20ve üzeri oy oranına sahip. (İspanya hariç).
İsveç Demokrat Partisi ve Fin Partisi gibi bir zamanlar koalisyon hükümetlerinden dışlanan sağ popülistler, artık bir kenara atılamayacak kadar popüler hale gelmiş durumda.
Hollanda’daki koalisyon görüşmelerinden Geert Wilders başbakan olarak çıkabilir.
Marine Le Pen, Fransa’da 2027’de yapılacak bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimleri için yapılan ilk anketlerde önde görünüyor.
Almanya’da AfD’ye verilen destek %20’ye gerilediği için liberal ve solcu Almanlar çok mutlu.
Ama kapatma davaları, sokak gösteriyle baskılar arttıkça AfD güçlenecek.En son Katolik Kilisesi’ne bağlı papazlar bir bildiri yayınlayıp neredeyse “AfD’ye oy vermek haramdır” demeye getirdi.
Dananın kuyruğu ABD başkanlık seçimlerinin hemen öncesinde Haziran 2024 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde kopacak.
Anketlere göre popülist radikal sağ partiler bu seçimde büyük bir patlama yapacaklar.
Avrupa karşıtı popülistlerin dokuz üye ülkede (Avusturya, Belçika, Çek Cumhuriyeti, Fransa, Macaristan, İtalya, Hollanda, Polonya ve Slovakya) sandıktan birinci çıkması, diğer dokuz ülkede ise (Bulgaristan, Estonya, Finlandiya, Almanya, Letonya, Portekiz, Romanya, İspanya ve İsveç) ikinci veya üçüncü olması bekleniyor.
AP’de sandalyelerin neredeyse yarısını bu aşırı partilerden siyasetçiler dolduracak.
Yani 2024 yılında dünyada bambaşka bir yer haline gelebilir.
Batı ve Avrupa dediğimizde bugün anladığımızdan bambaşka bir referans karşımıza çıkabilir.
Zaten Gazze’deki katliama verilen tepkiyle Batılı devletler artık insan hakları, demokrasi için en azından bizim bölgemizde bir referans, bir çıpa olma vasıflarını kaybettiler.
Demokrasi ve hukukta bizden daha ileride olmaları bu gerçeği değiştirmiyor, Batı referansıyla Türkiye’de ve bu referansa ihtiyaç duyan dünyanın çok geniş bir kesiminde artık insan hakları ve demokrasiyi savunmak ikna edici olmayan hatta damgalanıp suçlanmanıza neden olacak beyhude bir çaba.
Batılı ülkelerdeki insan hakları savunucuları, demokratlar, solcular ve liberaller için de bu geçerli.
Artık kimsenin elinde tutacak bir dal kalmadı.
Küreselleşme ile toplumlar melezleşti, dünya küçüldü ama küreselleşme insanları etrafında toplayan kimlikler, değerler yaratamadı. Küreselleşmenin itici gücü We are the Wolrd şarkısını söyleyen siyahi popçuların yardım seferberlikleri değil, kendilerini dünya zanneden bembeyaz Davos elitleri.
Günün sonunda küreselleşme karşıtları küreselleşti.
Aslında bizim yerli ve milli zannettiğimiz meselelerin pek çoğu bu küresel yeni dalgaların kıyılarımıza vurmasından ibaret.
Türkiye de küreselleşmenin altın yıllarını Özal ile yakaladı, o dalga üzerinden 90’ların özel televizyonları açıldı, çok sesli fikir ortamı oluştu, öncü entelektüeller tabuları devirdi, AK Parti iktidara geldi, reformlarla Türkiye AB kapısının eşiğine kadar geldi.
Küreselleşme direnen çevreler, her reformun, demokrasi, AB, Kürt sorununda çözüm için atılan adımın karşısında duran ordu siyaseten tasfiye oldu.
Küreselleşmenin dalgalarıyla önce demir perde yıkıldı, sonra renkli devrimlerle Batı’daki otoriter rejimler sarsıldı sonra Arap Baharı ile Ortadoğu diktatörlükleri devrilmeye başladı.
Ama tam da bu tarihlerde 2008 kriziyle sarsılan dünya ekonomisi, Çin’in yükselişi, ABD’nin güç kaybı, Putin’in bu boşluğu iyi görmesi, küreselleşen cihatçı terörün tetiklediği korkular, küresel iletişim ve ulaşımın kolaylaşmasıyla büyüyen göç dalgalarıyla dalga tersine dönmeye başladı.
Çin’e karşı gümrük duvarları yükselmeye başladı, küresel finans akışına karşı ekonomiler kapandı, teröre karşı güvenlik kaygıları arttı, göçmenlere karşı sınırlar yükseldi, ulusalcı korumacı hisler kuvvetlendi, kültürel ve dini kimlikler tetiklendi.
AK Parti küreselci dalgayla sörf ederken liberallerle ittifak yaptı, anti-küreselleşmeci dalga yükselirken ise milliyetçilerle.
Muhtemelen bu küresel büyük resmi görmeden, hissi kablel vuku tercihlerdi bunlar.
Bu yüzden siyaset fikirlerin önünden koştu. Bu savrulmalarda nefes nefese kalan kanaat önderleri, gazeteciler ellerinde yerlilik millilik mezurasıyla dolaşan, Ceviz Kabuğu’na telefonla bağlanan ulusalcı komplocu araştırmacı yazarlara dönüştü. Hatta bazıları hızını alamayıp “Kürtçe tabii konuş ama evinde konuş” gibi şarampole yuvarlandı.
Yani AK Parti iktidarının içe kapanması, hukuk, demokrasi, insan haklarının gerilemesi sadece Türkiye’nin kendine özgü şartları içinde olmadı.
1930’ların tek parti rejimi, o günkü dünya şartları içinde değerlendiriliyorsa, muhtemelen bugünlerdeki AK Parti iktidarı dünyanın 2020’lerdeki şartları içinde değerlendirilecek.
Tabii dünyadaki mevcut durum ne 1930’lardaki tek parti dönemini meşrulaştırabilir ne de bugünleri.
Biz tarihin içinde yaşadığımız için rüzgarın nereden estiğiyle haklı olarak ilgilenmiyoruz.
Ama o rüzgarlar ve dalgalar bizim kıyılarımıza da vuruyor.
Gazze’nin olabildiği bir dünyada bugün “We are the World” şarkısı insana güzellik yarışmalarındaki barış mesajları gibi geliyor.
Yine de çocukluğu, gençliği 80’lerde geçmiş, yabancı müziğe aşina olanlar için “The Greatest Night in Pop” eski güzel günleri yad etmek için güzel bir vesile.