“İnsan” avatarıyla internetin içine girip çıkacak ve orada yaşayacak. Mevzu kısaca buydu, geçen hafta. Avatarlarımız ‘sanal’ mı olacak ‘üç boyutlu gerçek robot’ mu bunu hep birlikte göreceğiz demiştim. Üreticiler ve tüketiciler on yıl içinde acaba neye karar verecekler? Benim tahminim nihayetinde metaverse aleminde sadece beynimizle (düşünce gücümüzle) yaşayacağımız yönünde.
Peki’ sadece beynimizle (düşünce gücümüzle) yaşayınca ne olacak?
Kafesinden kaçıp kurtulabilmiş kuş gibi bedenin sınırlarından ve Tanrı’nın iradesinden kaçıp azade olacağız. Tam anlamıyla özgürleşeceğiz: Hüdaverse’den metaverse’e geçeceğiz. Beynimizi yaşatabildiğimiz müddetçe. Bunu da bu yazı dizisinin son bölümünde ele alıp konuyu bitireceğim.
Bu durumu yeni bir bireyselleşme süreci olarak görüyorum. Yaşanacak olansa Dijital Rönesans. Dijital bireyselleşme ve yeni bir özgürlük. Arzulara ve bu arzuları gerçekleştirmeye dur durak yok.
Rönesans diyorum da tabii herkes bu kadar sofistike düşünmüyor. Üç beş bin TL ile gözlük, eldiven, yüz maskesi alıp metaverse’e girecek ve gerçek hayatta yapamadığı basit şeyleri orada yapma peşinde koşacak, küçük adam.
Küçük adam gerçek hayatında Eiffel manzaralı Parisienne bir roof barda Fransız bir kızla hiç öpüşememiş ki; bunu ancak sanal alemde yapmayı hayal ediyor. Yapamamış ya, bu kadar süfli ve ucuz hayaller peşinde koşuyor, küçük adam.
İyi de sonra ne olacak?
Dünyadan sıkılacağız!
Küçük adam gibi önce ucuz alet-edevat vasıtasıyla sanal alemde oyunlarla, sanal alışverişlerle metaverse’ün içine gireceğiz. Sanal alemden çıkıp da bulunduğumuz odanın gerçekliğine dönünce önce gerçeklikten şüphe edeceğiz, “Acaba hala oyunun içinde miyim? sanal alemden çıkamadım mı?” diye durumumuzu sorgulayacağız. Sonra hatırlayacağız ki gerçek alemdeyiz. Bu adım adım gerçek-sanal ayrımının silinmesine sebep olacak. Gerçeklik algımız gitgide büyük oranda zedelenecek.
Daha sonraki aşamada tadına vardık ya bir kere, koşarak gidip daha gelişmiş ve daha pahalı alet-edevat satın alacağız. Bu sefer sanal alem -gerçeklik orada arttırılmış (AR) olduğu için- gerçek alemden daha tatlı, daha iyi, daha zevkli gelecek. Sanal alemden çıkıp gerçek odamızdaki yaşama döndüğümüzde elimizi masaya değdirince elimiz masanın içine sanal alemdeki gibi giremeyecek, geçemeyecek. Gerisini siz hayal edin! Gerçek alemden sıkılmanın başlangıcını idrak edeceğiz ve tedricen kendimizi daha fazla sanal alemde vakit geçirirken bulacağız.
İşte metaverse’ün yapacağı etki bu. Yapacağı dediğime bakmayın; bu etkiyi yaşayan bir sürü insan var artık.
Sadece düşünce gücüyle bir hayat mümkün mü?
Metaverse’de hala şimdiki bedenlerimizi kullanıyoruz ve bu alemde (acı ve zevk) algı eşiklerine tabiyiz. Yukarıda da söylediğim gibi belli bir süre sonra bu, bize yetmeyecek. Akın akın neurolink’e geçmeye başlayacağız. ABD’li Elon Musk (1971-) benzer bir isimle şirketini kurdu bile: Neuralink! Yaptırdığı deneylerle sonuçlar almaya başladı. Örneğin yakın zamanda gördük ki çip takılmış maymun, joystick olmadan ve ekrana dokunmadan sadece beynini kullanarak mindpong oynamaya başladı (https://www.youtube.com/watch?v=rsCul1sp4hQ). Yine üretilen beyin hücrelerine mindpong oynamayı öğretebildik. Hem de bu üretilmiş beyin hücreleri yapay zekadan daha hızlı öğreniyor ve daha hızlı tepki verip daha hızlı oynuyor (https://www.dailymail.co.uk/sciencetech/article-10322247/Human-brain-cells-grown-petri-dish-learn-play-Pong-faster-AII.html).
Sayıları az da olsa bazı kimseler neuralink’e çoktan geçtiler. Beyin dışındaki organlarını asgari oranda kullanmaya başladılar. Bu yüzden bedenlerini artık bir yük olarak gördüklerini söylüyorlar. Bedenlerini beslemek ve bozulmasını, çürümesini engellemek için ona bakım yapmak zorunda kalmak canlarını sıkıyormuş.
Bu sorunu aşmak için düşünülen çare beyni yerinde bırakıp, sınırlı algı sinyalleri üreten gerçek organlar yerine sinyali doğrudan beyne vermek. Bilimsel olarak bu mümkün.
Hiç siren sesi duymamış birinin beynine doğru elektro manyetik dalgayı (beyinde oluşturduğumuz elektrik akımı/transcranial magneticstimulation) kulakları kapalı da olsa, kulakları olmasa da gönderdiğimizde (yani doğrudan beyin nöronlarına bağlandığımızda) siren sesini işitmektedir. Çün ki işitme kulakta olmaz. Dalgalar, sinir sinyalleri vasıtasıyla beyinde çeşitli bölgelerde işlenir. Sonra bunlar birleştirilir ve işitme bilinçte gerçekleşir. Aynen rüyada da işitmenin gerçekleşmesi gibi. Görme de böyle, tad da böyle. Çün ki koku, şekil, renk gibi her şey elektro manyetik spektrumun farklı dalga boylarıdır. Siren sesi de, kedi sesi de, baklavanın tadı da dalga boyundan ibarettir.
Qualia
Burada önemli bir mesele var: qualia. Kısaca deneyimlerin birey için ifade ettikleri. Örneğin cappuccino[1] içtim. Böylelikle cappuccino içmeyi deneyimlemiş oldum. Buna cappuccino tadı quale’si diyoruz.
Qualia’ya dair iki tür yaklaşım mevcut: Birinci yaklaşıma göre deneyimler beynin farklı durumlarına indirgenemez yapılardır. İkinci yaklaşıma göre deneyimler beynin farklı durumlarına indirgenebilir yapılardır. Kısaca ‘beyin faaliyetlerini anlarsak bu deneyimleri de anlarız’ derler. Yani cappuccino tadı quale’sini biri cappuccino içmese de aynen yakalar.
Gerçekten cappuccino içmeden tadının nasıl bir şey olduğunu tam olarak bilebilir miyiz? Üreteceğimiz yerinde dalga boylarıyla bunu birebir deneyimleyebileceğimiz kuramsal olarak kesin. Dikkat edin kuramsal olarak diyorum. Uygulamada henüz tam netice alamadık. Nitekim insanın rüyada hiç bilmediği deneyimleri yaşadığından haberdarız.
Acaba beyne dalga boyu göndererek değil de sözle anlatarak insan cappuccino tadını deneyimleyebilir mi? Bunu da araştırıyoruz. Ama Türkler çoktandır bunu deniyorlar: “Cappuccino” dersin, karşındaki “Aa hiç içmedim, söylesene neyle ne arasında?” diye sorar. Böylece anlamaya, tadını deneyimlemeye çalışır. Anlattıklarından sonra “Hımm! Anladım enfes bir şey!” diyerek keyifli bakışlarına şahit oluruz. Hakikaten sizce de cappuccino neyle ne arasında?
Yukarıdaki paragrafın ilk cümlesine dikkatlerinizi çekerim, “tam olarak” tabirini kullandım. Tam olarak ne demek? San ki hepimizin quale’si aynı mı, bir mi? Aynıdır diye ümit ediyor, düşünüyoruz. Ama değil. İnsanlar arasında elde edilen deneyimler birbirinden farklıdır. Herkes muz yer ama aynı deneyimi yaşa(ya)maz. Bir örnek vereyim phenyl-thiourea bazı insanlara acı gelir, bazılarınaysa su gibi tatsız. Sebebi insanların bilişselliklerinin (cognition: maddi-manevi cihazat bütünlüklerinin) farklı olmasıyla ilgilidir. Bir kişinin bilişselliği de durağan değil değişkendir. Yenilenir ve değişir. Oysa ki ben elli senedir hayattayım ve aynı kişi olarak yaşadığımı sanıyorum, düşünüyorum, farz ediyorum ve inanıyorum. İşte buna da benlik deriz. Aslında sürekli değişen bilişselliğimle bazen hızlı bazen yavaş da olsa değişim geçiriyorum. Benlik bel ki de hafızadaki an kırıntılarından beslenen anlık farkındalıktan ibarettir.
Bu konuyu fazla uzatmak istemiyorum. Ama ben dediğim hafızam, bilincim ve görüntümden oluşur. Hepsi de sabit değildir değişime uğrar. O halde büyük bir ameliyatla başka bir görüntüye sahip olsam da ben, ben olduğumu yine bilirim. İsterseniz bu başka görüntüyle sanal alemde var olayım ben yine, ben olduğumu bilirim. Hafızam da değişiyor, bozuluyor, siliniyor, tahrip ve tahrif oluyor. Yaşamadıklarımı mesela yaşadım sanıyorum. Başkalarının yaptıklarını sahipleniyorum. Bu arada bana kendi hafızamın yanında başkalarının hafızasını da yükleseniz (ki tarih bunu yapar, kişilere başkalarının hafızalarını yükler) ben yine ben olduğumu bileceğim. Ama daha zengin bir hafızaya sahip olacağım. Peki’ benin üçüncü unsuru olan bilinç? Bilincim de değişiyor. Güçleniyor ya da zayıflıyor. Farkındalığım artıyor ya da azalıyor. Bel ki de ben, bana ben diyorsam sadece bilincim sayesinde bunu söylüyorum. Hafızamı tamamen silip başkasınınkini yüklediğinizde ben o yeni anılarla yine ben olacağım. Eskilerini hatırlamadığıma göre başka da çarem olmayacak!
O halde nedir bilinç ve bilinçle sanal alem arasındaki ilişki?
Gelecek yazımızda bunun üzerinde duracağım.
[1] Kapuçino diye okunur. İtalyanca kapüşoncuk demektir. Cappuccini tarikatındakilerin bu renkteki kapüşon takmalarından türetilmiştir.