Ocak 2016’da kaleme aldığım, Serbestiyet’te üç bölüm halinde yayımlanan “Temel saflaşmanın ekseni değişiyor: Laiklik yerine ‘millî’lik” başlıklı yazı dizisinin benim için özel bir yeri var. Çünkü o dizide öne sürdüğüm ve o gün için “yok canım” dedirten bir tespit defalarca doğrulandı ve nihayet son seçimlerde iktidarın kampanyasında oynadığı başat rol üzerinden ete kemiğe büründü.
O yazılarda, Türkiye’de kabaca 1990-2015 arasındaki çeyrek asrın temel olarak laik-seküler kesimlerle dindar-muhafazakârlar arasındaki mücadeleyle geçtiğini, şimdi ise temel saflaşmanın iktidarın ihtiyaçları ve yönlendirmesi doğrultusunda ‘laiklik’ eksenine göre değil, ‘millîlik’ eksenine göre belirlendiği yeni bir durumun doğmakta olduğunu söylüyordum:
“Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 1 Kasım 2015 seçimleri öncesinde, seçmenlerden ‘Meclis’e 550 millî ve yerli aday göndermelerini’ istemesi (20 Eylül 2015), o günlerde gürültülü bir tartışmanın konusunu oluşturmuştu. (…) Peki, Erdoğan ne demek istemişti ‘550 millî ve yerli milletvekili’ çağrısıyla? Erdoğan bu sözlerle, aslında epeydir, nispeten daha az vurgulu cümlelerle dile getirdiği ayrımın Türkiye’de artık temel bir ayrım ve saflaşma ekseni haline geldiğini anlatıyordu: ‘Millî bir çizgi izleyenler’ ve ‘millî bir çizgi izlemeyenler…’”
Bu ‘çizgi’nin hangi iç ve dış çerçevelemelere oturtulduğunu burada anlatmayacağım, dileyen o yazılara müracaatla bunları görebilir. Fakat, böyle bir ‘çizgi’ ilanının yol açacağı kaçınılmaz sonuçlar hakkında yazdıklarımı burada bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Şöyle demiştim:
“Bir ülkenin doğrudan işgalini saymazsak, ‘ülkenin beka sorunuyla karşı karşıya olduğu’ tespiti, karşısında her zaman şu itirazı bulur: ‘Böyle bir beka sorunu yoktur, uydurulmuş ve abartılmıştır. Amaç, bu tespiti yapanların iktidarlarını sürdürebilmek ve bu tespite katılmayanlar üzerinde baskı oluşturabilmektir.’
“[Fakat] öyle ya da böyle, doğru ya da yanlış, ‘beka’ tespiti ve onu izleyen ‘millî çizgiye davet’ her zaman otoriterleşme lehine ve başta ifade özgürlüğü olmak üzere özgürlükler aleyhine işleyen sonuçlar doğurur. Türkiye’de bir süredir böyle bir süreç yaşanıyor.”
Aradan geçen yedi yılda bunların hepsi oldu, fakat daha fazlası da oldu: İktidar, ‘yerli ve milli davası’nı kendi destekçileri için rıza, karşıtları için sindirme aracı olarak kullandı, bu dava üzerinden yeni seçimler kazandı.
Son seçimler, ‘yerli ve millî davası’ üzerine kurulan siyasetin akla gelebilecek bütün olumsuzlukları perdeleyebilecek, onları ikincil kılabilecek bir güce sahip olduğunu göstererek, muhalefeti bundan sonrası için derin bir nihilizmin içine itti.
İlaveten: Seçimin kazanılmış olmasının uluslararası planda yarattığı etki, ‘yerli ve millî davası’nın etrafındaki hâleyi daha da parlattı ve iktidarın eline bundan sonrası için çok daha etkili, ikna gücü çok daha yüksek bir âlet vermiş oldu.
Herhangi bir ülkede muhalefetin, iktidarın kullandığı, etki gücü ispatlanmış bir siyasi ‘dava’yı etkisizleştirebilmesinin önünde teorik olarak başlıca üç imkân vardır: a) ’Dava’nın sahte ya da abartılı olduğunu ispat ederek onu iktidar için kullanışsız hale getirmek, b) ‘dava’yı kendisinin daha iyi sahiplenebileceğini göstererek iktidarın elinden almak, c) o ‘dava’dan daha etkili alternatif bir ‘dava’nın sahibi olarak ortaya çıkmak.
Muhalefet, bu ‘imkân’ların hiçbirini kullanamadı.
Birinciyi kullanamadı, çünkü böyle bir çabaya girişmesi durumunda (Etyen Mahçupyan’ın cümleleriyle) “yakın tarihte hakkı yenmiş, Batılı ülkeler tarafından önü kesilmiş, bağımsızlığı engellenmiş” bir ülkenin çocuklarının tutunmak istediği manevi çıpanın gazabına uğramaktan korktu. Böylece, iktidar, “Yaşanan sıkıntıların farklı şekilde anlamlandırılmasını teşvik eden, kabullenilmesini, hatta sahiplenilmesini sağlayan hikâye”sini maksimum etki yaratacak şekilde kullanabildi.
Muhalefet ikinci imkânı da kullanamadı çünkü yapısı buna uygun değildi, inandırıcı olamazdı. Nitekim, 14 Mayıs’ın ardından dümeni milliyetçiliğe kırınca ortaya çıkan şey karikatürden başka bir şey olmadı. Böylece bir kez daha anlaşıldı ki, ‘takipçilik’ siyasetçiler ve siyasi hareketler için mutlak surette sakınılması gereken bir pratiktir.
Muhalefet üçüncü imkânı da kullanamadı, çünkü alternatif bir ‘hikâye’yi iki yıl boyunca geliştiremedi. Alternatif bir ‘hikâye’ye en çok benzeyen şey ‘güçlendirilmiş parlamenter sistem’ vaadiydi ki, onu gerçekleştirebilecek meclis çoğunluğunun imkânsız olduğunun ortaya çıkmasından sonra o da sulara gömüldü.
Geldik başlıktaki soruya: Mevcut koşullarda ‘yerli ve millî’ (ya da ‘Türkiye Yüzyılı’) dışında kitlesel etki yaratacak başka ‘dava’ var mı?
Bu sorunun cevabını bilmiyorum, bildiğim, bugüne kadar bulunamadığı…
Bu seçimlerin dersinden sonra artık bir şeyi daha biliyorum: Bu ülkede toplumun bütün kesimlerine (bazılarına az bazılarına çok) hitap eden ortak bir ‘manevi güdü’ye dayanmadan seçim kazanmak çok zor.
Etyen Mahçupya’nın şerhlerinin ışığında ‘dava siyaseti’nin encamı
Okumakta olduğunuz, ‘dava siyaseti’ hakkında peşpeşe kaleme aldığım üçüncü yazı…
İlk yazıda ‘dava siyaseti’nin Türkiye toplumunun mevcut gelişmişlik aşamasında işlemeyeceğine dair artık geçersizleşmiş görüşümü revize etmiş, ‘dava siyaseti’nin Türkiye’de iki yüzyıllık bir tarihinin olduğunu ela aldığım ikinci yazıda ise bu siyaset tarzına dair bazı tespitlerde bulunmuştum.
Etyen Mahçupyan, ‘İkinci Cumhuriyet’: İttihatçı bir ‘dava siyaseti’ başlıklı yazısında (14 Haziran) ‘dava siyaseti’nin unsurlarına ve etki mekanizmasına dair bazı ‘şerhler’ öne sürdü. Benim konu hakkında yazma iştahımı kabartan, çok önemli bulduğum bu şerhleri burada kısaca bir daha hatırlatmak istiyorum.
Bu şerhlerden ilki, “Cumhur İttifakı ile ortaya çıkan ‘dava’”nın niteliğine, onun “herhangi bir dava” olmadığına dair:
“Örneğin Turan davası gibi afaki bir idealizmden, ya da İslami kesimin kullandığı şekliyle ümmetin hakimiyetini hedefleyen bir ortak duygunun dışavurumundan farklı. Burada bütün gücü elinde tutan ve devletle bütünleşmiş gözüken bir iktidar var. Değiştiriyor, yıkıyor, yeniden tanımlıyor ve hayata geçiriyor. Diğer deyişle diğer davalar belirsiz bir geleceğe yönelik salt bir umut ve idealizm taşırken, bugünün iktidarının ‘davası’ umut ve idealizmi ‘bugün ve burada’ hayata geçirerek ilerliyor. Dolayısıyla sahiplenilen dava aynı zamanda ‘kurucu’ bir işleve sahip. Takipçilerini ‘gerçekçi’ bir maceranın neferleri haline getiriyor, çünkü hayal edilenler iktidar gücüyle ‘gerçekten de’ var oluyor.”
İkinci şerh, benim ‘mevcut gerçeklik’ tanımıma dair… (Tam burada Mahçupyan’ın atıf yaptığı yazımın başlığını hatırlamak yerinde olur: ‘Dava siyaseti’ ya da “mevcut gerçeklik ile iletişimi asgarî düzeye indirgeyerek” seçim kazanma sanatı). Mahçupyan buna da şu şerhi koyuyor:
“Belki de ‘gerçeklik’ sadece gündelik hayatımızı doğrudan etkileyen unsurlardan oluşmuyor. Ekonomiden adalete bütün bozukluklar gerçekliğimizin bir bölümü… Ancak devletle barışma, kendimizle gurur duyma, eziklikten kurtulma duygumuz da ‘gerçekliğin’ parçası. Hatta belki de maddi sıkıntılar bu ‘manevi’ gerçekliğin yanında önemsiz kalıyor.”
Ve nihayet Mahçupyan, seçimin ‘davasız’ olarak da kazanılmasının çok zor fakat imkânsız olmadığına dair yaklaşımım için “Açıkçası benim şüphem var” diyor.
Bu şerhler benim nispeten soyut ‘dava siyaseti’ çerçevelememi somut bir plana indirgiyor ve şu anda hangi ‘dava siyaseti’ni tartıştığımızı belirliyor.
Konuyla bağlantılı olduğunu düşündüğüm somut gelişmeler olduğunda ‘dava siyaseti’ meselesine yeniden döneceğim. Hatta muhtemelen tekrar tekrar döneceğim.