Sir Isaiah Berlin, 1909’da Riga’da (Letonya) Yahudi bir ailenin çocuğu olarak doğar, 1997’de Oxford’da (İngiltere) 20’nci yüzyılın önde gelen düşünce tarihçisi ve siyasi düşünürlerinden bir olarak ölür. Ölümünden 10 yıl kadar önce İranlı felsefeci Ramin Jahanbegloo, onunla bir söyleşi yapar. Söyleşinin ilgiyle karşılanması üzerine Jahanbegloo ve Berlin birkaç kez daha bir araya gelirler ve uzun uzun sohbetler ederler.
İkilinin ufuk açıcı sohbetleri daha sonra bir kitap olarak yayınlanır. Isaiah Berlin’le Konuşmalar* adını taşıyan kitap sayesinde biz hem Berlin’in hem hayatındaki duraklara uğrar hem de düşünceleri arasında dolaşırız. Jahanbegloo, merak ettiği konuları ve düşünürleri -biraz da kışkırtıcı bir üslupla- Berlin’e yöneltir. O da açık yüreklilikle kendini ifade eder.
Daha önce bu kitap üzerinde ayrıntılı bir şekilde durmuştum**; bu yazıda Jahanbegloo’nun Holokost, Yahudi kimliği ve Siyonizm’e dair sorularına Berlin’in verdiği cevaplara değineceğim.
10 yaşındayken ailesi İngiltere’ye taşınan Berlin, Oxford’da burslu okur. İkinci Dünya Savaşı’nı İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın bir çalışanı olarak Washington ve Moskova’da geçirir. Avrupa’nın ateş çemberinden geçtiği bir dönemde Amerika’nın başkenti, onun belleğinde “utanç verecek ölçüde konforlu” bir şehir olarak kalır.
Berlin, iktidara geldiği ilk andan itibaren Hitler’in Yahudilere cehennemi yaşatmaya niyetli olduğunu düşünmekle beraber olan bitenler hakkında ayrıntılı bir bilgiye sahip olmaz. Mesela 1944’ten önce sistematik yok etme -gaz odaları- hakkında hiçbir şey bilmediğini söyler. Elçilikteki aşırı rahat ve güvenli ortamının etkisiyle soykırımın dehşetini geç keşfeder, bu nedenle bir ömür boyu utanç duyar.
“Şerrin banalliğini yutmaya hazır değilim”
İki dedesi, amcası, halası ve üç kuzeni Riga’da Naziler tarafından katledilen Berlin, Yahudi soykırımı hakkında kalem oynatmaz. Jahanbegloo, ona bu facia hakkında ne düşündüğünü sorduğunda tepkisi “Böylesine büyük bir felaket hakkında ne denilebilir?” olur. Ona göre bu katliam, asimilasyonun umutsuz bir vaka olduğunu ispat ediyordu. Zira kendini yaşadığı ülkenin bir parçası olarak hissetmek, hatta o ülkenin kimliğini mensuplarından daha fazla üstüne geçirmek Yahudileri kurtaramamıştı.
Fransız Yahudileri ciddi biçimde Fransız olmuşlardı. Köklü bir Alman vatanseverlikleri olan Alman Yahudileri ise Almanlardan daha Almandılar. Ama Fransızlar ve Almanlar onları Fransız ve Alman olarak görmediler. Berlin, bu noktada, “Siyonizm’in kurucusu” Moses Hess’e atıf yapar; onun Alman Yahudilerine hoşlanmadıkları şeyler söylediğini belirtir.
“(Mess) şuna benzer bir şey söyledi: Hatırlayabildiğim kadarıyla aktarıyorum. ‘Almanlar neden sizi sevmiyor? Dininizi, yazılarınızı veya ekonomik davranışınızı sevmediklerinden değil. Gerçekten sevmedikleri şey, sizin burunlarınız, sizin kıvırcık saçlarınızdır, çünkü sizin Alman olduğunu iddia ettiğiniz bu şeylerin, Alman olmadığını düşünür onlar. Bunu siz değiştiremezsiniz.” (s. 125-126)
Hülasa, bir Yahudi asla tam bir Alman olarak kabul edilmez. Gönüllü olarak asimile olmayı son raddeye kadar vardırmalarına rağmen katliama tabi tutulmaktan kurtulamamalarının ardında bu yatar.
Hannah Arendt’in hem genel fikri duruşuna hem de soykırım hakkındaki düşüncelerine karşı soğuk bir tavır alır Berlin. 1941’de New York’ta “ateşli bir Siyonist” olarak tanır Arendt’i. 10 yıl sonra ikinci karşılaşmalarında Arendt’i bu kez İsrail karşıtı bir pozisyonda bulur. Berlin, onun ciddi felsefi veya tarihi hiçbir tez ortaya koymadığı iddiasındadır. Ona göre Arendt düşüncesi “tamamen rastgele bir araya getirilmiş metafizik bir yığındır.”
“Bu hanımefendinin fikirlerine pek saygı duymadığımı kabul ediyorum. Birçok önemli kişi, onun çalışmalarını takdir eder. Ben etmem.” (s. 92)
Berlin, Arendt’in Nazi soykırımına ilişkin olarak ileri sürdüğü “kötülüğün sıradanlığı” görüşünü reddeder. Ona göre, Naziler hiç de Arendt’in düşündüğü gibi banal, sıradan insanlar değillerdi. Eichman, yaptığı şeye içtenlikle bağlıydı; bunun, varlığının özünde olduğunu kabul etmişti. Dolayısıyla “onun şerrin banalliği fikrini yutmaya hazır değilim. Bunun yanlış olduğunu düşünüyorum.” (s. 94).
“Filistinlilerle uzlaşmaya varılmalıdır”
Berlin, kendisini “kesinlikle” Siyonist olarak görür. Annesi ve babası Siyonist değildir; o ise, Yahudilerin her yerde azınlık olduğunu erken yaşta fark ettiği için, Siyonizm’e herhangi bir telkin ya da zorlama olmadan tamamen doğal bir biçimde kaydığını belirtir.
“Bana öyle geliyordu ki, dünyada, bir dereceye kadar, toplumsal açıdan rahatsızlık hissetmeyen hiçbir Yahudi yoktu. Yahudiler iyi muamele gördüklerinde, hatta gerçekten entegre edildiklerinde ve her yerde arkadaşları olduğunda bile kendilerini rahat hissetmezler. Her zaman biraz toplumsal rahatsızlık duygusu kalır. Yahudilerin, kendilerini tamamen güvende hissedebilecekleri, ‘Başkalarına nasıl görünüyorum? Benim hakkımda ne düşünüyorlar?’ diye sormadıkları bir ülke olduğunu sanmıyorum.” (s. 95)
Siyonizm onun gözünde; Yahudilerin tedirginliğe zorlanmayacakları, yerli kültürle bütünleşme ve ona katkılarını vurgulama ihtiyacı hissetmeyecekleri, gözetim altında olmadan hayatlarını yürütebilecekleri bir yerin olması gerektiğini savunan bir düşünceye denk düşer. Yunanlıların Yunanistan’a, Almanların Almanya’ya sahip olması gibi, Yahudiler de Filistin’de, Kudüs’te bir anavatana sahip olmalılar ki, o anavatana kök salabilsinler.
Ezcümle Berlin’e göre Siyonizm, Yahudilerin kendilerini azınlık görmekten kaynaklanan rahatsızlıklarına son verecek ve onların diğer milletler gibi bir millet olarak yaşayacakları şartların meydana getirilmesini anlatır. Siyonizm’in gayesi, bu meyanda, bir normalleşmenin sağlanmasıdır.
Peki, bu tasavvur içinde Filistinliler nereye düşer? Onlarla nasıl bir ilişki kurulmalı, onlara nasıl davranılmalıdır? Berlin, çıkışın uzlaşmada olduğu kanısındadır.
“(Filistinlilerle) uzlaşmaya varılmalıdır, üstelik bu konuda kararlı adımlar atılmalıdır. Bize karşı çıkan insanları anlamak, Herder’in bize öğrettiği şeydir.” (s. 97)
“Milliyetçilik her şey için bir tehlikedir”
Ancak Siyonizm zaman içinde olumsuz bir değişime uğrar. Medeni bir kökeni olan bu düşünce, giderek milliyetçi bir karakter kazanır. Siyonizm’i başlatan; Yahudilerin bir topluluk olarak, zulüm ve ayrımcılık korkusu olmadan özgürce gelişebilecekleri bir alana sahip olma isteğiydi. Fakat “bugün Siyonizm maalesef milliyetçi bir safha geliştirdi.” (s. 112) Milliyetçilik ise günümüz dünyasına bir tehdit oluşturur.
“Milliyetçilik her şey için bir tehlikedir; basitçe şu anlama gelir: Biz kendimize, hiç kimsenin bizim kadar iyi olmadığını, belli şeyleri yapmaya sırf Alman veya Fransız olduğumuz için hakkımız olduğunu söyleriz. Bir kez millet gibi, yanılmaz gayri şahsi bir otoriteye (bu, parti veya sınıf veya Kilise’yi de kapsar) başvurulduğu takdirde, bu yol sonra baskıya kapı aralar.” (s. 111)
Milliyetçi Siyonizm; kimseyi anlamak ve kimseyle uzlaşmak gibi bir dert taşımıyor, doğruluğundan zerre şüphe duymuyor ve düşman gördüğüne her kötülüğü yapma hakkını kendinde buluyor.
İşte dünya tam bir aydır, bu milliyetçi Siyonizm’in ne kadar büyük bir felakete yol açtığını tecrübe ediyor.
* Isaiah Berlin; Isaiah Berlin’le Konuşmalar. Söyleşi: Ramin Jahanbegloo. Çeviri: Zeynel Kılınç. Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2009.
** https://www.independentturkish.com/node/73901/türkiyeden-sesler/berlin-ile-konuşmalar-1-zalim-bir-yetenek