Modern ve mahrem

İkinci Mahmut ve Mustafa Kemal’in takip ettikleri projeden sonra zihinlerde uyanan soru şudur: “Batı-dışı modernleşme mümkün mü?” Ernest Gellner’e sorarsınz, batı modernitesi biriciktir, taklid edilemez, aktarılamaz, uyarlanamaz Nilüfer Göle, belki de bu durum tespitini göz önüne alarak bu soruyu sordu, üzerinde çalıştı, başkasının da bu soruyu bu kadar net sorduğuna muttali olmadım. Bu açıdan soru değerliydi, Ahmet Çiğdem neden bu soruyu küçümsüyor, anlayamadım.

Ahmet Çiğdem’in Nilüfer Göle’yle ilgili yazdıklarım üzerine kaleme aldığı yazı üzerine

bu konuyu bir daha ele alma lüzumunu hissettim.

Nilüfer Göle, 1992 yılında yayınladığı “Modern ve Mahrem” adlı kitabında, bir kavram ortaya atmıştı: “Batı-dışı modernleşme.” Nilüfer Göle’nin öne çıkardığı bu kavramı, ne İslami kesim ne Kemalistler önemsedi. Önemsenmeliydi, zira bugün tartıştığımız önemli bir dizi konu hakkında en azından asgari seviyede dahi olsa sosyolojinin imkanları çerçevesinde bize konuşma fırsatını verebilirdi.  Benim o zamanlar Birikim Dergisi’nde yazdığım yazıda “modern mahrem”in yanlış, doğru olanın “modern ve mahrem” olduğunu savunmuştum, hala aynı kanaatteyim. İkisi arasına bir “ve” koymak gerekirdi.

Batı-dışı modernleşme ve modern mahrem tezinden neyi anlıyordum, itirazım neye idi?

Modern olanı moderniteye, mahrem olanı İslam’a ve geleneğe atfetmek gerekirse –sahih gelenekten adet ve töreyi değil, örf’ü anlıyorum-, modern mahremden sadra şifa bir yol haritası çıkmazdı, ikisi aynı potaya atılacak olsa, biri diğerini dönüştürmeye kalkışacaktı ki, bundan çoğulculuk veya çokkültürlülük  değil, yine birinin diğeri üzerinde kurduğu hegemonya çıkardı. “Modern ve mahrem” ise özünde ve tasavvurunda çoğulcudur, ikisi ve hatta varsa daha fazlasını nasıl bir arada yaşatabiliriz, sorusu üzerinde yoğunlaşmak gerekirdi. Benim de 1990’dan bana üzerinde odaklandığım konu budur.

Türkiye ve Müslüman dünyanın farklı alanlarda yaşanan krizlere çözümler aranırken, asıl soru görmezlikten geliniyor. Sorun modernleşmedir. Son iki yüz senedir bilebildiğimiz tek modernleşme teorisi batılılaşma olarak tanımlanmıştır. Batılılaşma Kemalizm’le zirve yaptı lakin otokrat, jakoben ve resmi toplumun mühendisliğinin ötesine geçmedi, geçemezdi, bundan sonra da geçemeyecek.

İkinci Mahmut ve Mustafa Kemal’in takip ettikleri projeden sonra zihinlerde uyanan soru şudur: “Batı-dışı modernleşme mümkün mü?” Ernest Gellner’e sorarsınız, batı modernitesi biriciktir, taklit edilemez, aktarılamaz, uyarlanamaz Nilüfer Göle, belki de bu durum tespitini göz önüne alarak bu soruyu sordu, üzerinde çalıştı, başkasının da bu soruyu bu kadar net sorduğuna muttali olmadım. Bu açıdan soru değerliydi, Ahmet Çiğdem neden bu soruyu küçümsüyor, anlayamadım.

Belirtmek gerekir ki “modernlik” küresel düzeyde beşeri hayat faaliyetlerini domine edici rolü oynamaya devam ediyor. En azından işlemekte olan süreci, modernliğe karşı alınan tutum esas alınarak tespit ediyoruz, anti modern tepkilerde de belirleyici faktör yine modernleşmedir ve bunun modern dünyanın kalbinde bolca örnekleri ve çeşitleri mevcuttur.

Bu böyledir, çünkü ilkin, karşı olsak da hayranlık duysak da beşer olarak “modern bir durum”dayız. “Modern durum”da olmak, modernite, modernleşme, modernizasyon ve modernizm’le ilişkili olduğu halde yine de ayrı bir olguya işaret eder.

Modern durumda olmaklık “ibnü’l vakt” olmayı gerektirmez, belki “ebu’l vakt” olmayı gerektirir. Bununla şunu demek istiyorum, modernlik “tarihsel ve toplumsal durum”dur ve kavramsallaştırmada “vakt”e karşılık düşer. Burada vakte yani modern durum’a karşı iki tutum takınmak mümkün, vaktin çocuğu olmak veya vaktin babası olmak. Vaktin çocuğu vakte uyar, kendini intibak ettirir, aşırı iştaha sahipse Tanzimatçılar gibi “asrileşir”, zamane çocuğu olur. Vaktin babası olabilirse zaman/durum onun kaderi olmaz aksine iradesine göre şekil ve anlam değiştirir. İbnü’l vakt Tanzimatçılar ve Cumhuriyetçiler gibi asrileşir, Ebu’l vakt asrının şahidi muasır olur.

Modernite de zamanı ve durumları köklü bir değişim iradesiyle ortaya çıkmadı mı?

Bu manada modernite, Aydınlanma’nın temel felsefi varsayımlarına göre yeni bir insan, yeni bir toplum, yeni bir iktidar, yeni bir dünya ve yeni bir evren icad ve inşa etme projesidir; bir tasavvur, bir kurgu ve bir iddiadır. Modernleşme, modernitenin felsefi iddia ve öngörülerine göre bir süreci içine girmek ve takip etmek; modernizasyon, modernleşme sürecinde takip edilecek politikalar, modernizm ise tümüyle bir ideoloji iken, “modernlik” harici, mekanik ve ister açık-kaba ister dolaylı ve rafine yollarla modernitenin temel varsayımlarına göre tek tek kişilerin ve toplumların sürece dahil edilmesini hedefler; bu Aristo’nun fizikteki temel yasasına, harekete tamı tamına tekabül eder. Fiziki hareket haricidir, mekaniktir ve icbaridir.

Hiçbir toplum kendi rızası ile modern duruma dahil edilmiş değildir. Modernite ile din arasında en temel çelişki, birinin zorlayıcı/icbari, diğerinin ihtiyari olmasıdır: “Dinde zorlama yoktur” (2-256.) Binaenaleyh, biz de zorlayıcı yol ve araçlarla sürece dahil edilmiş bulunuyoruz, modern durumu bizim  içinde bulunmakta olduğumuz olguyu ifade eder.

Entelektüel veya felsefi olarak istediğimiz düzeyde modernliği tartışalım, sonuçta geniş halk kitleleri kendilerine özgü geliştirdikleri mecrada bu modern durum içinde mesafe alıyorlar. Avamın modernlikten anladığı ile havasın anladıkları aynı değildir, avam için modern olan “yeni” olandır, modern olmayan eski “köhnemiş”, iş ve işlev göremez hale gelmiştir,

(Haşiye: 1, Bir keresinde annem babama, gaz lambası siparişi verirken şöyle tembih etmişti:

-Dikkat et, Avrupaî olsun, yerli olmasın” Ona Avrupai ile yerli arasındaki farkı sordum, şöyle dedi:

-Avrupai sağlam, Müslüman işidir, yerli sahte, çürük, kısa zamanda bozular.

Fatih Fevzi Paşa caddesinin kaldırımlarında dünyanın en meşhur ve pahalı giyim markaları satılır, çok ucuz. Mağazadakiler Avrupai, kaldırımdakiler yerli (ve milli)dir.”

Avam düzeyinde düşünen birçok aydın da aynı algıya sahiptir. Bu durumda benim “Batı-dışı modernleşme”den anladığım bir ölçüde betimsel olarak toplumun kendine özgü var ettiği mecrasında modern durum içinde katettiği yoldur. Yani ortada “olması gereken”den ayrı bir “olan” vardır ve biz en azından sosyolojik olarak zaten bu “olan”la bir şekilde ilgilenmek zorundayız. 

Açıkça ifade etmek gerekirse, salt bir teori veya bir ütopya olsa bile “Müslüman Doğu” açısından Batı-dışı modernleşme mümkün fakat Batı açısından bunu söylemek zor, hatta zor olmaktan da öte imkansız gibi. 1990’larda ve 2000’li yılların başında bu konuda bir umuttan söz ediliyordu. Geldiğimiz noktada bunu söylemek artık kolay değil,. Sebebi açık; Batı, “etno-santrik”tir yani “Batı merkezli” bir dünya fikrini bir türlü terketmiyor, kendi dışındakileri “öteki” kabul etmekle kalmıyor aynı zamanda da ötekileştiriyor. Hepimiz için bir öteki var ve elbette öteki bir gerçek, ama “ötekiyi” ötekileştirip şeytanlaştırdığımız zaman onunla ilişkimiz, sadece, çatışma, onu imha veya arındırma ilişkisi üzerine kuruluyor. Karşılıklı ihtiram zemininde birlikte varolma şansı yok oluyor.  Geçen yüzyılın ortalarından itibaren Amerika’da “çoğulculuk”, Avrupa’da “çokkültürlülük”  çokça konuşuluyordu, her iki batılı havzada artık çoğulculuk da, çokkültürlülük de gündemde değil, aksine popülist ya da yabancı düşmanı ırkçı siyasetçiler demokrasiyi tehdit ediyor.

Modern durum buyken, hala “batı dışı modernleşme”den konuşmak ne kadar anlamlı?

- Advertisment -