7-9 Temmuz 2024 tarihlerinde Vaşington’da düzenlenen NATO’nun 75inci yıldönümü zirvesinde kabul edilen uzun Ortak Bildirinin 31 inci paragrafında ittifakın gerektiğinde Montrö Sözleşmesi vasıtasıyla Karadeniz bölgesinde güvenlik, emniyet, istikrar ve seyrüsefer hürriyetine yönelik müttefik gayretlerini desteklemeye devam etme kararlığı ifade edilmektedir. Cümle biraz karışık ama bu sanırım Montrö Sözleşmesinin bir NATO bildirisine ilk defa girişi olmuştur. Sözleşmenin uluslararası toplumun gündemine girdiğinin ilk işareti sayılmalıdır. Türkiye’nin de en azından kullanılan ifadelere karşı çıkmadığı anlaşılmaktadır. Karşı çıksaydı metin bu şekilde kabul edilemezdi. Her ne kadar ülkemizin NATO’daki konumu gerek dış politikasında ittifak hedeflerinden fiilen ayrılması gerek İsveç’in ittifaka katılması sürecinde çıkarıp arkasında duramadığı engellemeler nedeniyle zayıflamış olsa da kararların oydaşma ile alındığı göz önünde tutulduğunda bu kadar önemli bir konuda isteseydi herhalde Montrö’nün gündeme gelmesini engelleyebilirdi.
Aslında bu şaşırtıcı bir şey değildir. Rusya‘nın Ukrayna’ya saldırısının neticesinde Karadeniz bölgesi de İkinci Dünya Savaşından bu yana ilk defa bir savaş alanına dönüşmüştür. Montrö de hemen gündeme gelmiştir. Türkiye Sözleşmenin 19uncu maddesine dayanarak savaşan tarafların savaş gemilerine Boğazları kapattı. Aslında Rusya kendisi ile Ukrayna arasında bir savaş durumu olduğunu kabul etmemekte, istilasının özel bir harekattan ibaret olduğunu iddia etmektedir. Ülkemizin üçüncü ülke savaş gemilerine de Sözleşmede öngörülmemiş olmasına rağmen Boğazları kapattığı duyurulmuştu. Bu engellemenin devam edip etmediğine ilişkin bilgi duyurulmadı. En azından sahildar ülke ve NATO ile AB üyesi olan Bulgaristan ile Romanya ve ayrıca varsa Gürcistan savaş gemilerine Boğazların uzun süre kapatılmış olması şaşırtıcı olur.
Boğazların savaş gemilerine kapatılmış olmasından en fazla zarar görmüş olan ülke şüphesiz Rusya’dır. Elindeki modern silahlarla Ukrayna’nın Karadeniz’deki Rus donanmasının 2/3’ini devre dışı bıraktığı, bu surette de seyrüsefer güvenliğini yeniden tesis ettiği görülmektedir. Bu nedenledir ki savaşın ilk zamanlarında Türkiye’nin büyük bir başarısı olarak takdim edilen ve Rusya ile Ukrayna’nın tahıl ihracatına imkân veren Anlaşma sona erdiğinde yenilenmesine ihtiyaç kalmamıştır. Ancak Rusya’nın Boğazların savaş gemilerine kapatılmış olmasını ve bu surette Karadeniz’deki donanmasının takviyesinin tarafımızdan engellendiğini bir kenara yazdığına şüphe yoktur. Bu satırları kaleme aldığım sırada Ukrayna Rusya’nın bir denizaltısını batırmayı becerdi. Karadeniz’deki kalan Rus donanması en fazla ihtiyaç duyulan Kırım açıklarından Doğu Karadeniz’e çekilmek zorunda kaldı. Korkarım savaş bittiğinde Montrö’nün gözden geçirilmesi Rusya’nın önceliklerinden biri olacaktır..
Aslında Montrö’nün kabul edildiği 1936 yılından bu yana dünyada ve tabii özellikle bölgemizdeki şartların tamamen değiştiği bir gerçektir. Yürürlüğe girdiği tarihten kısa bir zaman sonra İkinci Dünya Savaşı patlamış ve ülkemiz yine 19uncu maddeyi işleterek Boğazları savaşan tarafların savaş gemilerine kapatmıştı. Ancak SSCB ile savaşan Nazi Almanya’sı Karadeniz’deki müttefikleri Romanya ile Bulgaristan’ın mevcudiyetinden de yararlanarak 1-2 savaş gemisini ticaret gemisi şeklinde kamufle ederek Boğazlardan geçirmeyi başarmıştı. Ülkemizin geçen gemileri denetleme hakkına sahip olmamasına rağmen, savaş sonrası dönemde bu geçişler SSCB’nin Boğazlarda üs talep etmesi ve bunun neticesinde ülkemizin Batı ittifakına girmesini sağlayan başlıca etkenlerin biri olmuştur.
Savaş sonrasındaki dönemde Karadeniz ülkemiz ile SSCB’nin paylaştığı bir alan olmuştur. Romanya ile Bulgaristan Sovyet uydusu haline geldikten sonra bir üçüncü ülkeye yer kalmamıştır. Soğuk Savaş döneminde ülkemizin başlıca amacı Karadeniz’in bir çatışma alanına dönüşmesini engellemekti. Bu amaçla da başta ABD olmak üzere NATO deniz kuvvetlerinin Karadeniz’e girişleri sıkı denetim altında tutulur, özellikle taşıdıkları silahların Sovyetleri tehdit edecek türden olmamasına itina gösterilirdi. Herhalde Birinci Dünya Savaşına sürüklenmemizin nedeni olan Osmanlı bayrağı çekmiş, ancak Alman komutası altındaki Yavuz ile Midilli’nin Rus limanlarını savaş ilanı olmaksızın bombaladığı unutulmamıştı.
Ancak Soğuk Savaşın bitmesi ve özellikle SSCB’nin dağılması neticesinde durum değişmiştir. Bir kere Montrö’nün imzacısı olan SSCB artık yok. Karadeniz’de sahildar olan Ukrayna ile Gürcistan’ın Montrö açısından statüsü meçhul. SSCB’nin halefleri olarak Montrö’ye taraf oldukları düşünülürse Ermenistan dahil diğer eski Sovyet cumhuriyetleri de halef sayılacak mıdır? Gerçi son zamanlarda bu ülke ile bir yumuşama işaretleri belirmeye başlamıştır ama bunun ne kadar kalıcı olacağı belli değildir. En azından sadece Gürcistan ile Ukrayna’nınki imzacı kabul edilip, diğer eski Sovyet Cumhuriyetlerinin dışlanması ancak imzacıların rızası ile olabilir. Bu konuda bir çalışma yapılmışsa kamuoyu ile paylaşılmamıştır. Avustralya ile Japonya’nın taraf olduğu Montrö’ye sahildar iki ülkenin taraf olmaması herhalde uzun vadede sürdürülebilecek bir durum olmasa gerek.
Diğer taraftan, gemi ve silah teknolojisi de 1936’dan bu yana tamamen değişmiştir. Savaş gemilerinin sınıflandırılması Sözleşmenin IInci Ekinde taşıdıkları topların çapına göre yapılmıştı. Oysa bugünkü devirde savaş gemileri top değil füze taşımaktadır. Bundan 50 yıl önce Dışişleri Bakanlığında genç memur iken Deniz Kuvvetleri Komutanlığının yardımı ile hangi füzenin hangi topa tekabül ettiğini olsa olsa metoduyla belirlemiş ve Boğazlardan geçen ABD ve İngiliz gemilerin bundan daha fazla silah taşımaması gerektiğini onlara tebliğ etmiştik. Bir ABD diplomatının sırf Karadeniz’e çıkabilecek silahlar taşıyan iki gemiyi envanterlerinde bu amaçla muhafaza ettiklerini söylediğini hatırlarım.
Tabii eskiden Varşova paktı üyesi ve dolayısıyla NATO açısından hasım ülke olan Romanya ile Bulgaristan’ın bugün hem NATO hem de AB üyesi olmaları da durumu değiştiren etkenlerin biri sayılmalı. Vaşington zirvesindeki ifadelerin onları da gözeterek kaleme alındığı kuvvetle muhtemeldir.
Dolayısıyla savaş bittiğinde Montrö’nün hem hukuki hem de teknik açıdan güncellenmesi gündeme gelebilir. Savaşı Rusya kazanırsa bu ihtimal daha da güçlenir. 19uncu Maddenin onun için yarattığı engelin kalkmasını ve en azından ülkemizin taraf olmadığı savaşlarda Rus savaş gemilerinin Boğazlardan serbestçe geçmesini istemesi şaşırtıcı olmaz. Savaşı Ukrayna kazanırsa batı ittifakına daha fazla yaklaşmak isteyecektir. NATO da Karadeniz’de daha güçlü bir mevcudiyet talep edecektir. Bu da Sözleşmenin tadilini gerektirecektir.
Ülkemizde özellikle ulusalcı emekli subaylar Atatürk ile ilgisi olan her şey gibi Montrö’yü dokunulmaz bir put haline getirmişlerdir. Oysa 28 ve 29uncu maddelerine göre, 20 yıllığına yapılan Sözleşme bu yirmi yılın sonunda beşer yıllık sürelerle otomatik olarak uzatılmaktadır. Dahası ilk yirmi yıllık sürenin sonuna iki yıl yıl kala, yani 1954 yılında, herhangi bir taraf sözleşmenin feshi ihbarında bulunabilecekti. Bu yapılmadı. Ancak her beş yılın sona ermesine üç ay kala taraflardan herhangi biri duruma göre bir veya iki başka tarafın da desteği ile Sözleşmenin değiştirilmesi için yazılı talepte bulunabiliyor. Bu demek oluyor ki Atatürk ve Sözleşmenin müzakerecisi ve imzacısı olan zamanın Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras Sözleşmenin ilelebet devam etmesini beklemiyorlardı. Onların bir tabu olarak görmedikleri Sözleşmenin değişmesinin bugün tabu haline getirilmesinin nedenlerini bence ülkenin Atatürk’ten gittikçe uzaklaşmasına karşı bazı çevrelerin duyduğu tepkide aramak daha doğru olur.
Aslında Sözleşmenin değişmesinden bu kadar da korkmamak gerekir. Montrö’nün ülkemize getirdiği en büyük kazanım Lozan’da bize dayatılmış olan İstanbul ve Marmara denizi dahil Boğazlar bölgesinin silahlandırılmasını engelleyen ve ayrıca Boğazlardaki seyrüseferin düzenlemesini bir uluslararası komisyona bırakan 1923 Boğazlar Sözleşmesinin yerine geçmiş olmasıdır. Montrö değişecek olsa 1923 sözleşmesine dönmek söz konusu olmayacaktır. Olabilecek olan şey Sözleşmenin bugünün siyasi, hukuki ve teknik şartlarına uyarlanmasıdır. Buna karşı çıkmanın da mantıki bir izahı olamaz. Kafamızı kuma sokmayalım. Korkunun ecele faydası olmadığını hatırlayarak şimdiden çalışmalarımızı başlatalım ve 2026 ilk baharında gelebilecek olan Montrö’nün tadili taleplerinin neler olabileceğini belirleyelim ve hazırlıklarımızı ona göre yapalım.