Tüm sportif mücadelelerde en kritik ‘ev ödevi’ rakibi tanımaktır. Hazırlık aşamasında fikirsel emeğin büyük kısmı buraya harcanır. Çünkü ancak rakibi iyi tanıyorsanız kendi yeteneklerinizi, avantajlarınızı etkin kullanabilirsiniz.
İyi tanımaktan kasıt ne yapacağını ve bunu nasıl yapacağını doğru tahmin etmek. Ancak iş bu noktada bir miktar karmaşıklaşır. Rakip neyi nasıl yapacağına karar verirken sizin neyi nasıl yapacağınızı gözden geçirecektir. Dolayısıyla ‘rakip bizi ne kadar iyi tanıyor’ diye de sormak durumundayız.
İkinci soru ise rakibin bizle ilgili bilgisinden hareketle nasıl bir strateji izleyeceğidir… Bunu deşifre etmek rakibin nasıl düşündüğünü öngörmeyi gerektirir. Diğer deyişle rakibin zihnini okumayı…
İçinden geçtiğimiz siyasi ortam herhangi bir spor karşılaşması öncesine benzetilebilir. Takımlar müsabaka anına, yani seçimlere hazırlanıyor. İktidar seçim tarihi konusunda daha etkili konumda olsa da önünde sonunda seçim olacak. Acaba söz konusu hazırlıkta hangi taraf daha avantajlı?
Görünen o ki bu avantaj iktidarda… İktidarın muhalefeti iyi tanıdığı konusunda herhalde kuşku yok. Hatta tek tek bütün muhalefet partilerini ‘içeriden’ tanıyacak kadar ehil olduğunu ve seçime kadar manipülatif denemelerde bulunabileceğini ileri sürebiliriz. Buna karşılık muhalefetin iktidarı iyi tanıdığı kuşkulu. O kadar ki muhalefetin iktidarı nasıl tanımladığı bile pek belli değil.
Acaba iktidar denen özne Erdoğan’ın kendisi ve yakın çevresi mi? Buna ilaveten veya tek başına AK Parti mi? MHP/Ak Parti koalisyonu mu? Bahçeli/Erdoğan iş birliği mi? Bahçeli’nin temsil ettiği bir arka plan söz konusu iktidarın parçası mı? Bu arka plan klasik bürokrasiyle mi sınırlı? Yoksa ideolojik devlet aygıtının bazı unsurlarını da mı içeriyor?
Müsabaka anı yaklaşıyor, hatta daha da yakınlaşsın diye çağrıda bulunuyorsunuz, ama rakibinizi hâlâ net şekilde tanımlamış değilsiniz. Bu durumda hangi rakibe göre hazırlık yapacaksınız? Attığınız adımın doğru olduğunu nereden bileceksiniz? Örneğin bir cumhurbaşkanı adayı arıyorsunuz, iyi de rakibin yukarda sayılanlardan hangisi olduğu konusunda kafalar karışıksa doğru aday seçiminden nasıl emin olabilirsiniz?
Olacak şey şudur: Rakibi tamamen unutur ya da olabildiğince dar ölçekte tanımlarsınız. Böylece kendi becerinize, iç farklılıklarınıza, korkularınıza veya hayallerinize dayanan, sonuçta partiler arası denge ve pazarlığı yansıtan bir aday çıkarırsınız. Sonuç ille kaybetme olmayabilir… Ama olursa zamanı geri sarma şansınız yoktur.
Muhalefetin sorunu bununla sınırlı değil. Rakibi bir ‘özne’ olarak tanımlayamadığınız zaman, o rakibin zihnine ‘girme’ şansınız da olmaz. Diğer değişle hangi mekanizma içinde ve nasıl düşündüğünü, hangi kriterleri öncelediğini, hangi bedelleri ödemeye hazır olduğunu, nasıl bir zaman perspektifiyle baktığını, nihayette ne türden bir strateji ile karşınıza çıkacağını öngöremezsiniz.
Bu durumda ‘insani’ bir kaçamak cazip hale gelir… Rakibi basitleştirmek, onu kendi becerinize uygun hale getirmek istersiniz. Böylece ‘iktidar eşittir Erdoğan’ denklemine sarılır, Erdoğan devrilirse her şeyin normalleşeceğini ‘öngörür’, kamuoyu anketlerindeki lehinize rakamları takip eder, ekonomideki yanlışların ‘tabii ki’ netice vereceğinden emin olursunuz.
Ne var ki Türkiye’ye tarihsel ve ideolojik bir çerçevede baktığımızda, böylesi bir yaklaşımın sonradan ‘aymazlık’ olarak adlandırılma ihtimali yüksek. Eğer Cumhuriyet’in başından 2015’e kadar apaçık şekilde gözümüzün önünde olan devlet 2016 itibariyle bir anda buharlaşmadıysa, iktidar denkleminin neresinde diye sormak durumundayız.
Basit soru şu: Acaba devlet adına düşünme ve tercih yapma konumunda olanlar Bahçeli/Erdoğan iktidarının ne denli arkasında?
Türkiye’de son beş yılda kurumlar yıprandı, formel hiyerarşik karar alma mekanizmaları kadük hale geldi. Ancak boşluğu tek başına Erdoğan doldurmadı. O bir diktatör değil… Bahçeli ile uyum içinde olmak zorunda. Bahçeli’nin temsil ettiği sosyopolitik kadrolaşmaların ideolojisine, taleplerine yanıt getirmek zorunda. Nitekim Bahçeli ön alıyor, inisiyatif kullanıyor ve Erdoğan’ın karar yelpazesini sınırlayıp şekillendiriyor.
Erdoğan ideolojik açıdan devlete uyum sağlıyor, devleti temsil edenler de yönetim pratiği açısından Cumhurbaşkanı’na uyum sağlıyor…
Geçmişte bu işi asker yaptığı için devleti ‘görüyorduk’. Şimdi görmek zorlaştı çünkü çok sayıda muhtemelen tandem çalışan ya da iç içe geçmiş ağ var. Geçmişte ordu manevi hiyerarşinin tepesindeydi. Sabit, yerleşik ve katı bir bürokratik silsile vardı ve devlet ideolojisi/stratejisi ondan soruluyordu. Şimdi hiyerarşi yok. Eş düzeyli, akışkan ve geçirgen bir paylaşım dinamiği var. Ancak ideolojik açıdan büyük farklılıklar bulunmuyor ve devlet ‘kendisi için’ iyi olanı zorlamaya devam ediyor.
Devletin homojen bir yapı olmadığı ne denli doğruysa, her dönem bu yapının bir bölümünün geri kalan üzerinde hegemonya oluşturduğu da o denli doğru. Bu hegemonyanın taşıyıcıları devlet için iyi olanın kendileri için de iyi olduğunu biliyor. Veya öyle bir özdeşleşme söz konusu ki, devlet adına davrananlar için iyi olan, artık devlet için de iyi…
Mesele sadece rant veya nemalanma değil… Nemalanma bir hak. Devlet adına davrananın devletin kalıcılığını sağlama gayreti karşılığında aldığı pay. İş tanımı açısından bakıldığında ‘asıl iş’ devletin bekası. Ancak belirli özellikleriyle, Cumhuriyet’in başında tasavvur edilmiş haliyle bekası.
Bu da demokrasiden olabildiğince uzak durmayı ama aynı anda demokrasinin şekil şartlarına olabildiğince uymayı gerektiriyor. Nitekim cumhurbaşkanlığı sistemi bu: Seçim yapılıyor, adayların önünde engel yok, mekanizma meşru, yetkiler kanunla belirlenmiş… Ancak büyük politika (milli menfaat) gerektirirse geçici olarak bunların dışına çıkılabileceğine dair gerçekçi bir duygumuz var.
Artık darbe yapmaya, bürokratik müdahaleye ihtiyaç yok. Cumhurbaşkanlığı sistemi bu ihtiyacı ortadan kaldırdı. Yeter ki devletle uyumlu bir Cumhurbaşkanı olsun. Bu da tesadüfe bırakılamayacak kadar kritik bir konu. Devlet kanadı bu sistemi sürdürmek, kendisiyle uyumlu bir cumhurbaşkanı çıkarmak, ya da aksi yönde bir tercihin olabildiğince kısa ömürlü olmasını sağlamak için elinden geleni yapacaktır.
Bunun yolu siyasi kriz, giderek kaos üretmek olabilir. Her halükârda amaç toplumu ‘devletini istiyor musun istemiyor musun’ sorusuyla karşı karşıya getirmek olacaktır.
Muhalefetin sorunu rakibi gerçek haliyle tanımlamaktan kaçınıyor olması. Güçlü bir rakibi yenemeyeceğinden korktuğu için, (kendisini güçlendirmek yerine) rakibi kendi tasavvurunda zayıflatmaya çalışan biri gibi…
Görmemiz gereken bir gerçek var: Erdoğan devlet için kıymetli. Devleti bu haliyle sürdürmek, demokrasi ‘tehdidinden’ korumak da Erdoğan için kıymetli.
Nitekim Katar dönüşü basın toplantısında şöyle dedi: “Biz, Avrupa Birliği’nin Kavala’yla, Demirtaş’la, şununla, bununla ilgili aldığı kararları tanımıyoruz. Olay bu kadar basit. ‘Yok’ farz ediyoruz. Bizim indimizde bunlar yok hükmündedir. Bunları kaç kez açıkladık. İster anlasınlar ister anlamasınlar. Bizim yargımızın vermiş olduğu kararın üzerinde biz, Avrupa Birliği kararı tanımıyoruz. Ne biliyorlarsa onu yapsınlar.”
Bu tavır Erdoğan’ın devletten bağımsız ideolojik tercihini yansıtıyor olabilir mi? Herhalde aklı başında her gözlemci bu sözlerin ardındaki güçlü devlet desteği ihtimaline işaret edecektir. İktidarın son birkaç yıla yayılan siyasi tasarruflarına bir bütün olarak baktığımızda büyük bir tutarlılıkla karşı karşıya olduğumuz açık. Bu tutarlılık bir ‘akıl’ ima ediyor… İktidarın insicamı ve bürokrasi ile ilişkisi ise söz konusu aklın içinde devletin de bulunduğunu söylüyor.
Türkiye’yi eksik demokrasinin normalleştiği uzun bir yeni döneme hazırlama isteği ile karşı karşıyayız. Her şey ‘az zamanda büyük işler başardık’ klişesinin ardına sığınılacak yeni bir dönem tahayyülüne işaret ediyor. Devletin kaygıları ile Erdoğan’ın ihtiraslarını bütünleştiren bir ülke tasavvuruna doğru itiliyoruz.
Eğer salt Erdoğan’ın ekonomiyi nasıl yönettiğine bakarsanız işiniz kolay. Böylesine teknik bir alanda bu kadar yanlış yapan biri iktidardan gider… Ama ya ekonomi siyasi tercihleri gölgeliyor ise? Ekonomi alanında yapılan işlerin akıldışılığının ardında bir ideolojik tercih yatıyorsa?
Garip bir muhakeme var… Ekonomide akıldışı davranıldığına göre bunun ardındaki siyasetin de akıldışı olduğuna dair. Ne var ki neyin akıllı ya da akıldışı olduğu genellikle teknik değil, ideolojik bir mesele. Neyin ‘akıllıca’ olduğunu zihinsel paradigmamız söyler. Akıllıca bir hamle yaptığınızı düşündüğünüzde bu ille de doğru demek değildir… Konunun gerektirdiği derinliğe sahip değilseniz, yanlışları da akıllıca bulabilirsiniz. Aynen şu an ekonomide olanlar gibi…
Kısacası bizim rasyonalitemiz devletin rasyonalitesi olmayabilir. Ekonomide yapılan yanlışlar devletin akılsız olduğunu değil, bizimkinden farklı bir akıl yürüttüğünü ve bu konuda yetersiz kaldığını söylüyor. Ne var ki o aklın başka alanlarda kullanıldığında başarısız olacağı konusunda emin olamayız.
Velhasıl rakibe yüzeysel bakıp, tam da o nedenle o rakipte derinlik görmemenin bedeli yüksek olabilir. Muhalefet neye ve kime muhalefet ediyor açığa kavuşturmalı. Erdoğan’a mı, yoksa belirli bir devlet/siyaset bütünleşmesine mi…
Acaba yaklaşan seçim tarihsel bir perspektiften bakıldığında neyin seçimi olacak? Siyasi iktidarın mı, yoksa devletin bu özellik ve nitelikleriyle devam edip etmemesinin mi? Muhalefet devletin bazı yönlerinin değişmesini istiyor mu, istiyorsa hangi yönde ve acaba bu değişimin riskleri ne?
Partiler arası iş birliğinin hangi derinlikte olması gerektiği veya cumhurbaşkanının kim olacağı gibi konularda doğru kararlar vermek, bu ve benzeri soruların cevaplanmasına, söz konusu ‘ev ödevinin’ doğru yapılmasına muhtaç. Aksi halde seçimleri yine de muhalefet büyük ihtimalle kazanır ama devleti yönetmekte zorlanabilir.
İktidar bu konuyu gündemin merkezine oturtmak için elinden geleni yapacaktır. Ve böylesi bir tedirginliğin toplumda uç salması halinde iktidarı devirmek garanti olmaktan çıkabileceği gibi, devrilse bile ülke bir yıl içinde yeniden seçim atmosferine sürüklenebilir…
O nedenle muhalefetin devleti tanıdığına, onu pürüzsüz şekilde yönetebileceğine dair yeterli güvenceyi verebilmesinde yarar var. Bu ise rakibin kim olduğuna karar vermesini, rakibin zihnini deşifre eden bir asgari stratejide anlaşmasını, nihayet toplumun (ve bürokrasinin) inandırıcı bulacağı (basit) bir gelecek tasavvurunda anlaşmasını gerektiriyor…