İktidarın dış politikasının hedef, vizyon ve sağduyudan mahrum olduğu defalarca yazıldı ve söylendi. Gerçekten de bazen 180, bazen de hatta 360 derece baş döndürücü değişiklikler hem kamuoyunu hem de dışarıdan ülkemizi izleyenleri ve yapılanlara anlam vermeye çalışanları şaşırtıp duruyor. Özellikle son zamanlarda bu fırıldak gittikçe hızlı dönmeye başladı. Genellikle bu durum ekonomik şartların gittikçe bozulmasına karşılık olarak iktidarın dışarıdan maddi destek aramasına bağlanıyor.
İktidarın özellikle son yıllarda komşularla ilişkiler başta olmak üzere nerede ise tüm muhataplarımızla kavgaya tutuşma politikası iflas etmiş, inandırıcılığını kaybetmiş ve gelecek sene yapılacak seçimlerde iktidar değişikliği halinde Türkiye’de nelerin değişip değişmeyeceği hakkında fikir üretme safhasına geçilmiştir. Ancak yapılacak tahminlerde kullanılmak üzere gereken malzeme maalesef pek sınırlı. İktidar değişirse yeni iktidarın ne gibi hedefleri olacağı hakkında somut bir veri bulunduğunu söylemek zor.
Aslında dış politika kararlarının seçim neticelerini etkilemediği sık sık dile getirilen bir husustur. Gerçekten de AKP iktidarı kuruluncaya kadar geçen Cumhuriyetin ilk seksen yıllık döneminde her türlü görüşten esinlenen siyasi partiler ve hükümetler ülkeyi yönetmiş, ancak dış politikada büyük bir istikrar muhafaza edilmiş, gelip giden hükümetler aynı çizgiyi sürdürmüştü.
Bu istikrar AKP’nin ilk yıllarında da devam etti. Hem askeri cenahın ilk yıllarda hala bir siyasi gücü olması, hem o zamanki Cumhurbaşkanı Sezer’in klasik devlet kurumlarını sahiplenmesi ve devlete mal edilen dış politikanın muhafazakâr bir şekilde sürdürülmesi konusundaki yaklaşımları ciddi sapmaları engellemişti. Sonradan gelen Abdullah Gül de AKP kökenine rağmen ülkeyi macera ve ideolojik saplantı kökenli kararlardan bir ölçüde uzak tutmaya çalışmıştı.
Sonraki dönemde ise arabanın frenleri boşaldı. Ülke hızla Batı’dan uzaklaşmaya başladı, İslamcı çizgiye yöneldi, laiklik ilkesi kenara bırakılarak Türkiye Sünni İslam dünyasının lideri konumuna getirilmek istendi. Oysa varsa öyle bir dünya, lider arayışında bulunduğu söylenemez. S400 gibi pahalı hatalar yapıldı, komşulara karşı saldırgan ifadeler kullanıldı, yaptırımlar üzerine geri adımlar atıldı, Batı’dan uzaklaşırken Rusya’ya yanaşıldı, Esad ile anlaşılırken sonra kavga edildi, sonra tekrar anlaşma yoluna başvuruldu vs vs. Yazımızın konusu iktidarın dış politika hataları olmadığı için bu konuda daha fazla ayrıntıya girmeyeceğim.
Bütün bu hatalar üst üste yapılırken, ülkenin geleneksel çizgisinden uzaklaşılırken ve maceralara doğru sürüklenilirken muhalefet partilerinin suskunluğu çok çarpıcı olmuştur. Kendileri de büyük ölçüde Batı düşmanlığı içinde yoğrulmuş oldukları için olsa gerek, ses çıkarmaktan çekinmişlerdir. Batı ile ilişkilerimizde bir dönüm noktası teşkil ettiği söylenebilecek olan S400 faciası sırasında bile muhalefet partileri bu füzelerin hangi tehlikeye karşı satın alındığını sormaya çekinmişler, teslim edildikleri tarihten bu yana geçen dönem içinde aktive edilmemiş olmasını kamuoyunun dikkatine getirmeye gerek görmemişler, aynı şekilde iktidar nerede ise tüm dünya ile bozuşurken onu eleştirmekten kaçınmışlardı. Bu sessizliğin pasif destek olarak yorumlanması kaçınılmaz olmuştur.
İktidara geldikleri takdirde ülkeyi tekrar bir hukuk devleti haline sokacaklarını ve demokrasiyi ihya edeceklerini vaat ediyorlar ancak fazla bir ayrıntıya girmiyorlar. 22 Ağustos tarihinde yapılan 6’lı masa toplantısı sonrasında yayınlanan açıklamada bu tür hedefler genel ifadelerle ve ayrıntıya girmeksizin dile getirilmekte ve onunla yetinilmektedir. Bazen de doğru yapılan işler, sırf İslamcı seçmeni gıdıklamak amacıyla eleştiriliyor. Örneğin İsrail ile Büyükelçi teatisi yapılacağı açıklandığında, CHP milletvekilinin biri bu adımı eleştirmekten ve iktidarı Filistin davasını satmakla suçlamaktan geri kalmamıştır.
Oysa malum şeytan ayrıntıdadır tabiri çok yerindedir. Gerçi muhalefet partileri ülkenin belli başlı sorunları arasında yer alan ekonomik felaket, Kürt sorunu vs gibi birçok alanda da ortak bir pozisyon ilan etmemektedir. Belki de birbirlerinden çok farklı paydaşlar arasında somut hedefler belirlemenin güçlüğü karşısında gerekli adımları atmaktan çekiniyor olabilirler. Bir başka ihtimal olarak mevcut iktidara karşı olan herkesi toplama düşüncesiyle ayrıntılı hedefler öne sürmek suretiyle bazı potansiyel seçmenleri ürkütme endişesinden de bahsedilebilir. Tabii sadece anti-AKP olarak seçim kazanmanın mümkün olup olmadığını en geç bir yıl içinde göreceğiz. Bir de dış politikada iktidardan farklı çizgiler benimsemeleri ve onu güçlü şekilde eleştirdikleri takdirde kendilerini Batı’ya satmış olma eleştirisiyle karşılaşacakları endişesini duydukları kuvvetle muhtemeldir.
Tabii muhalefetin şimdiki halde AKP karşıtlığı dışında çok fazla ortak yönü olmayan 6 farklı partiden oluşan bir grup şeklini almış olması da şüphesiz işi güçleştiriyor. Örneğin masadaki çoğunluk İstanbul Sözleşmesi’ne tekrar katılmayı önerirken Saadet Partisi buna karşı çıkıyor. Masada birkaç parti Suriye politikasının tersine çevrilip Esad ile müzakereye oturulmasını önerirken ülkenin Suriye bataklığına sürüklenmesinin baş sorumlusu olan Ahmet Davutoğlu verdiği demeçlerde hatalarını kabul etmemekte ısrar ediyor.
Kanaatimce şimdiye kadar izlenen çizgi önümüzdeki dönemde sürdürülebilir değildir. Muhalefetin bir koalisyon olarak iktidarı devralmak gibi bir hedefi varsa, Türkiye’nin dış politika dahil belli başlı sorunsalı ile makul, akılcı hedefler belirlemekte gecikmemesi gerektiğini düşünmek tabiidir. Bunun çok zor olduğunun farkındayım. Özellikle son 10 yıl içinde iktidar ve onun kontrol ettiği medya amansız bir beyin yıkama operasyonuyla seçmeni her türlü makul fikirden uzaklaştırmış, en iptidai, en ölçüsüz çizgilere sevk etmiştir. Her alanda olduğu gibi bu alanda da AKP’nin yarattığı tahribatı düzeltmek kolay olmayacaktır. Ancak, muhalefet bunu yapmayacaksa ve özellikle iktidarın tepkisinden çekindiği için cesur ama gerekli adımları atmayacaksa maalesef ülkeyi düzlüğe çıkaramayacak ve görevini ihmal etmiş olacaktır.
Yukarıda belirttiğim gibi başlangıç çok parlak olmadı. Nedenleri de aşağıya yukarı belli. Onları da tahmin ettiğim kadar özetlemeye çalıştım. Bu arada muhalefetin eline geçen bazı fırsatları da kaçırdığına dikkat çekmek gerektiğini düşünüyorum.
Seçimlerin yaklaşmakta ve iktidarın değişme ihtimalinin mevcut olduğu ortamda, yabancı ülkelerin temsilcilerinin muhalefet partileriyle temasa geçme arzusunda oldukları malum. İktidarın da bu temaslardan rahatsız olduğu ortada. Nitekim geçen kış zamanın Birleşik Krallık Büyükelçisinin İBB Başkanı Sayın İmamoğlu ile yemek yemesi büyük olay olmuş, arkasından da sadece totaliter ülkelerde görünen bir şekilde Büyükelçiliklerin Belediyeler ve belki başka kurumlarla görüşmelerinin bundan sonra izne tabi olduğu açıklanmıştır. Bu kısıtlamanın geçerli olup olmadığı, takibinin yapılıp yapılmadığı meçhuldür. Ancak kendi meslek hayatımda örneğin İsveç ve Kore’de Büyükelçilik yaptığım dönemlerde her iki ülkede muhalefet partileriyle temas etmesem kendimi görevimi yapmamış sayardım. Hatta o tarihlerde Başbakan olan Sayın Erdoğan Kore’ye resmi ziyaret yaptığında o zamanki muhalefetin lideri ve sonradan Cumhurbaşkanı olan Seul Büyükşehir Belediye Başkanı Lee Myun-Bak’ı makamında ziyaret telkinim üzerine programa dahil edilmişti. Kore makamlarından bunun için izin almak gerekmediği gibi, Başbakanlık kaynakları da muhalefet liderini ziyaret etmenin uygun olmayacağını söylememişler ve Erdoğan ile Lee arasında güzel bir görüşme gerçekleşmiş, Lee ülkemizi hem Belediye Başkanı hem de Cumhurbaşkanı sıfatıyla iki defa ziyaret etmişti. Yolsuzluk suçlamaları üzerine yargılandığını ve şimdi hapiste olduğunu bu vesileyle hatırlatalım.
Bu hatıramı şu nedenle paylaştım: Bundan birkaç hafta önce Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock ülkemizi ziyaret etmiş ve son zamanlarda alışılmışın dışında TBMM’de temsil edilen en büyük muhalefet partilerinin liderleriyle ayrı ayrı görüşme arzusunu dile getirmiştir. Bu davete sadece HDP eş-başkanları olumlu cevap vermiş, CHP ve İyi Parti ise Baerbock ile daha düşük seviyede görüşmüştür. Bence bu CHP ve İyi Parti açısından büyük bir hata teşkil etmiştir. Her iki siyasi parti lider partisi olmayıp da parti içi demokrasinin geçerli olduğu, liderin başka ülkelerde olduğu gibi eşitler arasında birinci olduğu kurumlar olsaydı, bunun pek önemi olmazdı. Ancak maalesef her iki siyasi parti de Cumhuriyet kurulduğundan bu yana olduğu şekilde lider sultası altında yaşamaktadır.
Böyle bir durumda özellikle yabancılar için liderin söyledikleri dışındaki sözlerin çok fazla bir önemi yok. Hem Sayın Kılıçdaroğlu hem Sayın Akşener Bayan Baerbock’a vakit ayırabilmiş olsalardı, Almanya gibi AB’nin en önemli ülkesinin Dışişleri Bakanı onların ağzından dış politika hedeflerinin ne olduğunu öğrenmiş olacak ve bu bilgileri diğer AB ülkelerindeki bakanlarla ilk ağızdan paylaşabilecekti. Bu kaçırılmış önemli bir fırsattır. Umarım ki görüşmeden çekinmiş olmalarının nedeni söyleyecek bir şeylerinin olmaması değildir.
Son zamanlarda birçok yorumcu 2023 seçimlerinin muhalefet için çantada keklik olmadığını gittikçe sık bir şekilde tekrarlamaktadır. Erdoğan’a karşı olmanın seçim kazanmak için yeterli olmayacağı, muhalefetin somut politikalara ihtiyaç olduğu dile getiriliyor. Somut önerilere ihtiyaç olan alanlardan birisi de şüphesiz dış politikadır.