Depremlerin enkazı sadece felâketin büyüklüğüne değil yaşandığı ülkeye dair de çok şey anlatıyor. Şehirlerde, ilçelerde, köylerde yerle bir olan, geriye sadece moloz yığınları, kum tepecikleri bırakan “ev” görüntüleri o ülkeyle ilgili hiçbir fikri olmayana bile çok şey ifade ediyor olmalı.
Deprem bir dünya hâli ama manzaraları her ülkede aynı ya da benzer değil. Acısı, etkileri o enkazların altında kalan on binlerce insanın kaybolan hayatları, hatta yaşıyla başıyla henüz yaşayamadığı hikâyelerinin muhtemel başlıklarıyla zaten dayanılmaz. Benzersiz…
O cehennemden çıkarılanların, kurtulanların depremden sonra karşılaştıkları dünya, geçirdikleri günler de mahşerî… İnsanların yüzlerine, gözyaşlarına, titreyen ellerine/tüm bedenine sinen o topyekûn acıyı, çaresizliği çözümlemek, derinliğine ulaşmak çok zor. Hissetmek dersen, izlediğin/izleyebildiğin katlanılmaz görüntülere rağmen o da uzaktan.
Öyle ki… Açıkta, ev kıyafetiyle günlerce bekleyenleri sadece kışın, ayazın üşüttüğünü, titrettiğini düşünmek de sığ kalıyor. Her şeyini kaybeden, bir zamanlar hayatı olan o enkaz yığınlarının önünde aç susuz, bir süre sonra umutsuz, öylece bekleyen “insan”ın duygu âlemi nasıl anlaşılır, gerçek anlamıyla nasıl hissedilir? Hemen elini tutmak geçer içinden herhalde. Onu biraz anlayabilmek, o temasla da yaşadıklarını hissedebilmek için midir, biraz anladığını, ona bir an yalnız olmadığını hissettirmek için mi…
Kurgu gerektirmeyen sahneler
Evleriyle, insanlarıyla yerle bir olan hayatlara dair o sahneler kurgu gerektirmeden uzayıp gidiyor görüntülerde. Apaçık… Lâkin her boydan bazı yetkililer ilk andan, günden beri o apaçık anlatının, üzerlerine kaykılan o “mülk”ün, enkazın altında kalmama çabasında. Oysa artık iltisaklı suça dönüşen “Devlet nerede?” yakarışı da o koyu siste, her anlamıyla o mülksüzlükte yükseliyor.
Yaşanan büyük felâketle ilgili önceki üç yazıma da hep vurmuştu acıyı çaresizlikle, öfkeyle de koyulaştıran bu manzaralar… Sorumlulukları başta kader, farklı yerlere, önceki dönemlere fatura etmeye çabalamak, “kaçınılmazlığını” vurgulamak, uluslararası kıyaslarla onun en beter, en “inanılmaz” hâlini, maalesef müstesna, istisnai örneğini yaşadığımızın altını o niyetle çizmek, hemen her “resmi” açıklamaya/yansıtmaya sinen, sızan bir söylem.
Bu söylemin oradaki külliyen, her yönüyle “enkazzede millet”e bir faydası, tesellisi var mı… Yok. Eceliyle en yakınını kaybeden, o an, o acıyla kavrulan birine “Ölüm hepimizin başında…” demek kadar masum, hoşgörülebilir bir pot da sayılmaz.
Çıkarılan faturadaki vatandaş
Empatinin, onları en azından hissettiğini hissettirmenin, bir an elini tutmanın yolu da oradan, o dilden geçmiyor. O yol, başka bir yol. Kelimelerin, kadim vecizelerin, her devletlû yere asılı ezeli terânelerin o “insan”, o âlem, o felâket için mânâsı, kifayeti, tesellisi de zaten çok şüpheli.
Ötesi o yolda, o dilde, söylemde, o perişan vatandaşa bile pay çıkarılabiliyor. Onu depremde bile ezene değil o çok yönlü enkazın altında ezilene yani. Bu günlerin tarifsiz atmosferinde ayyuka çıkarılamasa da izini, imasını, girizgâhını gördük, görüyoruz ekranlarda.
Zira depremler, seller, heyelanlar, faturanın bir kısmını öyle evlerde oturan “bilinçsiz” halka çıkaran söylemlerin, kabahati, suçu enkaza dönüşen o dünyanın sorumlularından uzaklaştırarak, bizzat o enkazın altında kalanlara yüklemeye çalışan o bildik, usanmaz/utanmaz, ezeli hevesin, o minvaldeki bazen mahir, bazen pervasız imaların da önünü açıyor.
Çaresizliği ölçen cihaz yok
Çeyrek asır önce yaşanan felâketin genel adresi İstanbul’dan örneklerini sık görüyoruz ekranlarda. Dilim varmıyor ama… Uzun süredir bir bölümü neredeyse bir tür deprem magazini. Duvarları çatlamış, kolonu ufalanmış bir apartman… İçinde çoluk çocuk, genç ihtiyar oturanlar…
Fevkalâde bilinçli bir kısım muhabir, ardından öyle haberlerdeki bilincin fevkalâde fevkinde bazı yorumcuları, bilinçsiz maliklere, kiracılara esefle soruyor: “Hâlâ nasıl oturuyorsunuz burada?” Bir binanın depreme dayanıklılığını ölçmek mümkün ama o sorunun karşısındaki derin, koyu çaresizliği, belki mahcubiyeti saptayan, ölçen bir cihaz yok maalesef.
Fizikî haritaları unuttuk
Gidip elinden tutmadıkça, o sorunun altına/üstüne elini koymayınca çözümü de yılan hikâyesi. 1999 depreminin üstünden 23 yıl mı geçmiş, o kadar oldu mu sahiden? Çeyrek asırdır sürüp giden olası bir facianın temcidinden, canlandırılmasından ibaret haberlerin izdihamı dışında bir çözüm seferberliği gördük mü? Artık risk kelimesine bile sığmayan depreme ne ayrıldı, hazır kılındı onca zamanda…
Bugün felâketin yaşandığı o geniş, kıpkırmızı bölgenin haritaları ne zamandır asılı… İlkokuldaki fizikî haritaları unutturdu o kırmızı haritalar. Dağları, ovaları, yaylaları, gölleri, nehirleri gezen hayaller, yılardır fay hatlarına sıkıştı.
Paketlenmiş bilim mecrası
Çözüm bir yana… Apaçık ve hep yakın deprem tehdidine rağmen hâlâ, pervasızca “yapılanlar”ın, “edilenler”in seceresi “yapılmayanlar”la yarışıyor. Felaketlerde mesele çıkarılan faturalara gelince, ekranlarındaki her kuyruklu yalanın pejmürde inanılırlık kotasında o “bilinçsiz kitle”den medet umduklarını pek saklayamayan bazı medya aktörleri, yorumcuları, bu kez “bilinçsizlik parodileri”ne açıyorlar haberlerini.
“Bilim böyle söylüyor” diyor haritaların, grafiklerin, çizimlerin önünde uzun değneğiyle bekleyen, o ekranlara sabitlenen, orada yaşlanan her derdin uzmanı bazı bilimsel konuşmacılar. Çoğunun genel bilimi kendin(c)e… Makbul sayılan görüşüne, takılan gözlüğe uygun, o düzende paketlenmiş bilim.
Demek ki orada oturmamalıyız
Ekonomideki depremle, krizle birlikte penceresiz, her yanı dökülen, duvarları kendi çapında şelaleye dönüşen kiralık “ev”ler, orayı tutanlar da ekranların popüler konuğu. “Bu ‘ev’in kirası bile…” kalıbıyla kurulan cümlelerdeki rezil kira borsası, gözde magazin: “Yahu kim oturur, oturuyor bu evlerde?”
Milletimizin dünyaya bedel, ezelden fevkalâde vasıfları tartışılmaz ama insanımız biraz eğitimsiz, insanımız maalesef bilinçsiz. “Ne Olacak Bu Memleketi Hâli 4” yeni çevrilmiş versiyonu, devam serisiyle gösterimde.
Yaşanan depremin en sıcak saatlerinde bile bölgedeki perişanlığı bir yana bırakan, konuya dünyanın güneşin etrafında dönmesinden girip, saatlerce “Bkz. deprem nasıl olur?”a sabitlenen kanalları görüyoruz: “Bakınız şimdi bu lego, kolon…”
Demek ki… öyle evlerde asla oturmamalıyız. Ev ararken peyderpey zamzamlı maaşımızı kilime serip, önümüzdeki o geniş, uçsuz bucaksız seçenekler arasından depreme dayanıklı, kılığıyla “yeni”, sağlamlığı “yemin billah” binaları seçmeliyiz. O binalar affedilmiş katil, cinayete müteşebbis binalarsa, şans, talih, kader, kısmet.
Mülksüzleşmenin geniş anlamı
Bölgeden alev alev haberleri, yürek yakan, yuva yıkan, soy kurutan görüntüleri pas geçen kanalların yeni ev alacak vatandaşlara yönelik uyarı programları bile popüler. “Asılsız haber, asılsız bilgi” mihraklarının izdihamında “zararsız” tabii. Asıllı haber, asıllı bilgi, asıllı bilim… Her anlamda mülksüzleşmenin zaten yeni bir salgına dönüştüğü bu ülkede, bir felâketin ortasında o haberin alıcı kitlesi ne kadarsa…
Bu düzende, krizde başını sokacak bir “yuva” bulamayanların, sadece barınma değil her alandaki derin, yaygın mülksüzleşmenin, sıcak bir odayı, üç öğün yemeğini, neredeyse kalın bir derviş hırkasını bile “mülk” edinemeyen hayatın, bilgiyle, eğitimsizlikle, güvensizlikle, bilumum yoksunlukla ilişkisi teferruat. “Bilince hep aç/muhtaç” gençlik için “online eğitim”in damı, çatısı, telefonu, tableti, bilgisayarı, interneti, içeriği/eğitimi nasıl teferruatsa, öyle.
Eğitim şart değil sünnet
Ayrı bir beceri isteyen kapkara mizah, yıllardır kendinde bir dal bu ülkede. Tefrikası, dizisi her an haber saatlerinde… Uzun zamandır kara mizaha dönüşen “Eğitim şart” teranesi, bu ülkede eğitim nedir, nasıldır, nasıl olmalıdır, bu şartlarda içeriği, donanımı, kadrosuyla nicedir sorularını kolayca pas geçiyorsa… Eğitim adıyla zincir market bayisi gibi üniversiteler açılıyorsa, bazı öğretim üyeleri akademik değil o marketik biyografisi, siciliyle yükseliyorsa, eğitim tarihinin soyağacına yerleşmiş üniversitelerin, fakültelerin içi inatla, sebatla, pervasızca boşatılıyorsa… Her sıkıştığında tedrisat kaderse… Düşünce, eleştiri, hatta soru sorma bizatihi ağır kabahat, onu geçtik “suç”sa… Can Yücel’in farklı adresli dizelerini hatırlayarak, bu şartlarda eğitim şart değil olsa olsa “sünnet”. Ucundan azıcık…
Deprem sürecinde tek istifa
Yaşanan felâketin ortasında “eğitimdeki bildik deprem”e dair bir haber yayınlandı sosyal medyada. Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu, aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Muhittin Kapanşahin, Karabük Üniversitesi Mimarlık Fakültesi dekanlığına getirildi.
Artık sıradanlaşan bu uygulama eleştirilince Kapanşahin bir bakıma samimi bir açıklama yaptı: “Mimari ve şehircilik benim üzerinde kalem oynattığım, söz söylediğim, ders verdiğim bir alan ama ben mimarlık eğitimi almış ve mimar gibi bir bilgiye sahip kişi değilim.” Ardından da istifa etti. Deprem sürecindeki aranan tek istifa da yine konuyla doğrudan ilgisi olmamasına rağmen ondan geldi.
Sanki acı bir masal
Bütün bu manzaraların üstüne çöken, yaraya tuz değil biber eken depremin, enkazın da en hazin örneklerini gördük, görüyoruz. Söylemeye dilim varmasa da… Anlatanıyla/anlatılanıyla acı, sonunda serçenin hep donduğu bir masal sanki. Seyri öyle, cevri öyle, giderek sanki kıssası öyle…
O “dere tepe düz gidilen” masalda… Başparmak yıkılacak/yıkılan o evi yapmış, işaret parmağı ona bi güzel izin yahut af’iyet/mu’afiyet vermiş, “Yürü…” demiş, ortadaki parmak onları şan şöhretle pazarlamış, rengârenk reklamlarla, davul zurnayla satmış, fiyakalı yüzük parmağı da onlara oturmuş ama serçe parmak “Hani bana, hani bana” diyememiş. O da avucunu yalamış, gitmiş elde-avuçta kalan harabelere başını sokmuş. O parmakların her anlamıyla “kaidesi” el de keyfine bakmııış… Biz de ilişmiş, çıkmışız kerevetine.
Farkındalık yaman kelime
Böyle koşullarda “farkındalık” denilen o büyülü kelimenin alanı da daralıyor. O da kalıyor genel enkazın altında… Kuşatıldığın, mahkûm edildiğin, hapsedildiğin dünyanın, düzenin ne menem bir şey olduğunu bilmek, her gün bombardımanını yaşadığı onca yalanın arasında gerçeği ayıklamak, ona ulaşmak bir yana, farkındalığa, onun eleştirel hassasına, söz hakkına sahip olmak da bir tür taşınabilir “mülk”.
Büyümesini inşaata yaslayan bir inşaat ülkesinin karşısındaki bu enkaz, elde kalan o “mülk” de çok şey anlatıyor. Anlatıyor da yeniden yapılacak evler bir yana, inşa edilecek şehirlerde -hesabı nasıl, ne ara yapıldıysa- daha ilk anda tarih, süre, merci veriliyor da orada yaşayanların söz hakkından bahseden bir cümle bile yok. Oysa oraya kimliğini, kültürünü, aidiyetini kazandıranlar onlar, orası onların tarihi.
Varıyla, varsayılanıyla hayat
Böyle yoksul-yoksun bir âlemde “mülksüzleşme” dört duvar arasına yahut depremlerin, ekonominin enkazlarına sığan bir kelime, bir kavram değil. Sözlükte maldan mülke, memlekete, âleme, devlete, bir egemenlik, sahiplik alanına uzanıyor anlam yelpazesi. Yerinden yurdundan olmak, işini, gücünü, gelirini, var olan yahut varsayılan “hayat”ını yitirmek de onun haznesinde.
Bir güvenceye, bir temele sahip olmak ya da olamamak da anlamı dâhilinde… Sahip çıkmak da. Yokluğu koyu bir yoksunluğa, bilinmezliğe, güvensizliğe, her şeyi vuran öyle bir depremin, siyasetten ekonomiye öyle krizlerin korkunç metaforuna, döngüsüne hapsediyor insanları.
Demokratik hak da bir mülk
“Mülk âlemi”nin tasavvuftaki anlamına da yer veriyor sözlükler: “Beş duyu ile bilinen, hissedilen âlem.” Düşünceyi, zihniyeti de kapsayan bu geniş alanda demokratik haklar, söz hakkı da bir “mülk” olmalı. Yoksunluğu aklı fikri, tutumu davranışı, dünya(yı) görüşünü hapsediyor, ekseninden kaydırıyor. Üstelik farkındalığın bedeli de her alanda yüksek.
O mahut, kaderyan “bilinçsizlik”e dönersek… Sorumluluğu her konudaki, ekonomiden siyasete her alandaki böyle enkazların altında ezilene yüklemeye cüret etmek, ezeni müsebbibi olduğu o enkazdan uzaklaştırmaya çabalamak -imasıyla bile- vicdani tahrip.
Her şeyden öte kıyasıya adaletsiz. Her alanda olduğu gibi yine o suçun asıl failini aklamaya çalışmak, göz önünde bile olsa delilleri karartmak. Kabahat, suç, sorun ezilende değil o denklemde.
“Adalet mülkün temelidir”
Buradan o “dil”in bereketli, dar günlerde/koşullarda hazin bir kullanım alanına daha geliyoruz. Asıldığı yerle bile mânâlı vecizesine… “Adalet mülkün temelidir”e. Örnekleri göz kamaştırıp, akıl karıştırsa da o vecizedeki “mülk”ün bir saray, bir mâlikâne, köşk filan olmadığını biliyoruz. Pek yakışıyor oysa.
İşleyişte hep öyle gözükse de en azından kasıt o değil. O mülk devlet. Devletin nasıl bir kavram olduğu bu yazıdaki meramım değil. Ama o kutsal kelimeyi depremle birlikte “Devlet nerede?” çığlıkları da hatırlatıyor bize. Ve çoğu hatalı örnekte her şeyden öte sağlığın, sıhhatin, esenliğin, afiyetin kıymetine değil yine devletin afiyetine yorulan o ünlü dizeyle baş başa bırakıyor: “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi /Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi.”
Bu ülkede aslında adalet adına hep muallakta ya da o düzenin astığı yerde kalsa da bir hak-hukuk devletine işaret eden o “tabela”, mülksüzleşmenin, adaletsizliğin, yıkılan temellerin cümlesini, aynı üç kelimeyle yeniden kuruyor.
Çadır bile mülk oldu
Nâzım Hikmet’in oğlu “Memed’e Son Mektubu”nda “Dünyada kiracı gibi değil, /yazlığına gelmiş gibi de değil, /yaşa dünyada babanın evi gibi…” dizeleri insanın başını döndürse de, niyetim, haddim dünyaya, hayata “mülk”e dair kurgularla bakmak değil. Sözlü-yazılı kadim tabelalar üzerinden konuşuyoruz bir bakıma.
CHP Hatay Milletvekili Serkan Topal’ın depremin 15. gününde ekranda bölgeden yaptığı açıklama kulağımda: “Biz 15 gündür çadır diyoruz, çadır, çadır, çadır…” İşte o ilk günlerde olmayan, olanıyla hâlâ yetmeyen, hep bir hazırsızlığın altını çizen boş bir çadır bile bir “mülk”. Yokluğuyla yetersizliği arasındaki fark, böyle koşullarda nüans. Her anlamıyla mülksüzlük… Başka yerlere göçen, ilişenlerin açık ifadesi de o yoksunluk.
“Dil”in teşhiri de hayatî
Her şeye rağmen… Yaşadığımız büyük felaket ve insanların dayanışması, bu ülkeyi ısrarla ikiye ayıran “şey”lerin menzilini, “bir yere kadar”ını da düşündürüyor, gösteriyor belki. Belki o “şey”lerden daha kalabalık, daha derin, başka bir “şey”in varlığını, gücünü de en azından tahayyül ettiriyor.
O kadim, mahut dille, yerleşik söylemle o kirli avantaj, yeniden aynı güçte, kapsamda inşa edilebilir mi şüpheli. Böyle felâketlerde bile dolaşımdaki o söylemi, kabul gören yahut kabul göreceğini varsayan cüretiyle ortaya yuvarladığı “dil”ini, onun kırıntılarını bile reddetmek, o dile külliyen karşı çıkmak da hayatî önem taşıyor.
Ezenlerin dilinin bulduğu her fırsatta ezilenleri mahkûm etmeye, kul eylemeye çalışan söylemini, o kadim kibri, pervasızlığı teşhir etmek de hayatî… Zira o dili elindeki avucundaki tüm güce, iletişim kanallarına rağmen bir noktadan sonra “dilsiz”, kelimesiz, hatta geçmiş kılmak imkânsız değil. Tarihte yeni de değil.