Geçtiğimiz günlerde, uzun yıllar Türkiye’de de yaşamış Katolik rahip Alberto Fabio Ambrosio’nun Şubat 2025’te yayımlanan Tasavvuf ve Hristiyanlık* adlı kitabını okudum. Orhan Pamuk’un bir kitap okuyup hayatı değişen roman kahramanı gibi hissetmedim ama kitabı okuyup bitirdiğimde çok güzel bir his kapladı içimi. Bu his, birbirinin karşıtı (hatta sıklıkla düşmanı) olarak tarif edilen iki dünyadan birine mensup bir insanın ‘karşı’ dünyayı anlatırken takındığı ahlaki tutumdan kaynaklanıyordu. Göreceksiniz, bu yazıda bir kitabı dikkatinize sunacağım ama kitaptan tek bir alıntı bile yapmayacağım. Çünkü niyetim, kitabı vesile kılarak önceki cümlede ipucunu verdiğim bir tutum hakkında, bu tutumun günümüz Türkiye’si için ifade ettiği anlam hakkında kısa bir deneme yazmak…
35 yıllık Katolik rahibi Ambrosio 1991’de, 20 yaşındayken felsefe eğitimine başladı. Ardından Strasbourg’da (Fransa) Türkoloji okudu, eğitimi sırasında Arapça, Farsça ve Osmanlıca öğrendi. Yüksek lisans tezini Bektaşilik, doktorasını Paris Sorbonne Üniversitesi’nde 17. Yüzyılda yaşamış Mevlevi şeyhi ve düşünür İsmail Rusuhi Ankaravi üzerine yaptı. 2003-2014 yılları arasında Beyoğlu Galata’daki Sen Piyer Kilisesi ve Dominiken Manastırı’nda yaşayan Peder Ambrosio, halen Luxembourg School of Religion & Society’de teoloji ve dinler tarihi alanlarında dersler veriyor.
Doğrusu, Hristiyanlığın İslam tasavvufuna bakışı ya da bu iki mistik tasavvurun tarihteki karşılaşma anlarına dair bir kitap normal koşullarda fazla ilgimi çekmezdi. Fakat bir arkadaşım tavsiye edince iş değişti, okumaya başladım ve daha başlangıçta, yazarın konusuna nasıl yaklaştığını görünce, kitaptan özel bir tat alacağımı anladım: Bir inanca, bir ideolojiye ‘karşı taraf’ın dürüst insanlarının gözünden bakabilmenin tadı.
‘Bizim’ her şeyimizle iyi, ‘onların’ her şeyleriyle kötü olduğu (‘onlar’ açısından tersi doğru tabii) nüanssız bir dünyada (mesela günümüz Türkiye’sinde) sözü en değerli insanların, ‘karşı’ dünyadan ‘bizim’ dünyamıza dürüstçe bakabilmeyi beceren o insanlar olduğunu düşünüyorum. Ben, kitabını okuduktan sonra başkalarının dünyasını kendi dünyalarının dogmatiklerinin ‘ihanet’ suçlamalarından korkmadan anlamaya ve aktarmaya çalışan o insanlardan birinin de bu kitabın yazarı Alberto Fabio Ambrosio olduğuna kanaat getirdim.
Müsâdeme-i efkârdan müsâdemenin doğduğu bir dünyada hakikat arayışı
“Bârika-i hakikat müsâdeme-i efkârdan doğar” (Hakikat pırıltısı fikirlerin çarpışmasından doğar) demişti Namık Kemal…
Akla ilk gelen anlamıyla parlak fakat hakikatin göreli doğasını ıskaladığı için fazla da anlamı olmayan bir söz… Hakikat, doğuşundan bu yana her zaman göreli bir kavram olageldi, her zaman toplumsal ya da kişisel çıkarlar, bakış açıları tarafından tanımlandı, yani herkesin, her kesimin hakikati farklı oldu. Aslında bir sürü sorun ‘ortak hakikat’ (ortak çıkar, ortak bakış açısı) arayışı yüzünden ortaya çıkıyor ve kendi hakikatini öz-hakikat olarak kabul edenlerin bunu başkalarına kabul ettirme çabası da “hakikatin pırıltısı”na değil insanlar arası müsâdemeye yol açıyor. (Tabii şu da var: İnsan, topluluk ya da toplum halinde yaşayan bir canlı ve herkesin hakikatinin farklı olmasının aşırı yorumları ortak hayatı cehenneme de çevirebilir. İnsanın tarihi bir bakıma bu dengenin arayışının tarihi.)
Bu son rezervi de unutmadan belki şöyle diyebiliriz: Namık Kemal olağanüstü belagatini herkesi ortada buluşturmaya hizmet edecek bir hakikat arayışı yerine herkesin hakikatini anlamaya hizmet edecek bir tarzda kullansaydı belki bugün çok işimize yarayacak çok etkili bir özdeyişimiz olacaktı.
Namık Kemal’in özdeyişinin bu te’lifini fazla zorlama bulmuş olabilirsiniz, o halde bu özdeyişi herkesin kabul ettiği akla gelen ilk anlamıyla ele alalım. O zaman da günümüzde pratikte hiçbir işe yaramayan bir özdeyişle karşı karşıya kalıyoruz. Nedeni belli: Çünkü günümüzde kimse başkasının hakikatinin de anlamlı olabileceğini düşünmediği için “müsâdeme-i efkâr”dan “bârika-i hakikat” değil müsâdeme çıkıyor.
Mevzilendikleri cephelerden birbirlerine fikir diye taş atanların dünyasını onlar üzerinden anlamak imkânsız hale gelince, o dünyayı o dünyanın dışındaki dürüst insanların anlattıkları üzerinden anlamaya çalışmak sağaltıcı olabilir; ben bu kitaptan böyle bir duygu edindim.
Kitaptan alıntı yapmayacağımı söylemiştim ama sona gelince, bana çok çarpıcı gelen bir paragrafı dikkatinize sunmaya, yazıyı öyle sonlandırmaya karar verdim.
Hristiyan rahiplerin İslam tasavvufuyla en fazla buluştuğu Mevlana’nın şehri Konya’da bu buluşmalar 1927’de aniden durur. Çünkü (bir Assompsiyonist Cemaati pederinin 1927’de Konya’da tuttuğu notlardan):
“Dervişler kenti Konya’da artık göremediğimiz şey dervişlerin ta kendisi. Çarşıdaki dükkânların arkasına ne kadar bakarsam bakayım, gelip geçenlerin arasında ne kadar ararsam arayayım, camilerin ve türbelerin dış mahallelerine ne kadar gidersem gideyim, hükümet konağının koridorlarında ne kadar dolaşırsam dolaşayım tek bir derviş bile bulamıyorum. Eskiden her yerdeydiler. (…) 1908’deki devrime kadar Konya’nın neredeyse yarısına sahiptiler. Daha sonra Jön Türkler mallarının çoğunu ellerinden aldı ve şimdi tamamen yok oldular. (…) Mevlevi dervişlerini yitiren Konya, onlar olmadan tüm cazibesini yitirmiş, Anadolu’nun sıradan büyük kasabalarından birine dönüşmüş görünüyor.”
*(Tasavvuf ve Hıristiyanlık / Tarih ve Mistisizm Arasında, Alberto Fabio Ambrosio, çev. Ferda Balancar, Kitab-ı Mukaddes Şirketi).