Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIMustafa Kutlu ve ezanı beklerken

Mustafa Kutlu ve ezanı beklerken

Mustafa Kutlu sürekli bir arayışta ve bir şeyleri gösterme ihtiyacındadır. Nedir peki bu ihtiyaç? Basitçe söylemek gerekirse gerçek bir dindarlık arayışındadır ve bunu bugünde ve İstanbul’da bir türlü bulamamaktadır. Abdülaziz hocaya şöyle söyletir: “Müslüman benim diyen çok. Daha mühimi ‘günümüzde İslam’ nasıl yaşanacak? İş burada çatallanıyor.”

Bir süredir Mustafa Kutlu üzerine yazmak istiyordum. Ezanı Beklerken (Dergâh) adlı yeni çıkan kitabı
nihayet buna vesile oldu. Ezanı Beklerken onun bir yazar olarak kendisini ve günün meselelerini fazlaca
işin içine dahil ettiği bir kitap olduğundan aynı anda esere ve yazarına bakma imkânı veren bir metin.
Mustafa Kutlu ismi benim açımdan önemlidir. Her şeyden önce, başka türlü bir hikâyecidir. Hikâye onun
için bitmiş bir olayın ya da durumun anlatılması, bir ilginçlik, keyifli bir okuma değil bitmeyen bir arayışın,
kendi olma çabasının, kaybolup giden hakiki bir dünyayı kayıt altına alma ihtiyacının zorlamasıdır. En
keyifli kısımları bile hüzünle yüklü, en ilginç yerleri bile fazlasıyla sıradan, en girift olay örgüsü bile
oldukça tanıdık ve bizdendir. Evet kesinlikle, bu bizim hikayemizdir!


Diğer yandan, onun Nurettin Topçu’nun yakınında bulunmuş, rahleyi tedrisinden geçmiş ve ondan gerçek
anlamda feyz almış olması özel bir dikkat göstermem için fazlasıyla yeterli. O ve bir grup insanın bugün
hâlâ Nurettin Topçu düşüncesini -ve de ahlakını- yaşatıyor oluşuna büyük bir saygım var. Bu insanların,
uzaktan uzağa, müdanasız, eyvallahsız, hiçbir çıkar için kendinden vazgeçmeyen bir ruh huzuruyla
yaşadıklarını görmek ve hissetmek başlı başına büyük bir güç ve kuvvet kaynağı. Hâkim rüzgarlara göre
değişmeyen ve ikbal kapılarında eğleşmeyen bir duruş, herkesin harcı değil elbette. Hele ki bu dönemde!

Mustafa Kutlu kitapta ne yapmaya çalışıyor ve ana meselesi nedir diye bakınca Nurettin Topçu’nun
fazlasıyla etkisinde olduğunu ve dahası bu etkiden büyük bir memnuniyet duyduğunu görmek zor değil.
Belli ki kitapta eylem adamı diye tanımladığı Erzurumlu emekli imam Abdülaziz Öncü (Aziz Hoca),
Topçu’nun hayatında önemli bir yeri olan Abdülaziz Bekkine’yi anıyor. Aynı şekilde yer yer kendini
gösteren isyan, hareket, ahlak, hareket adamı, Munzur Çayı temaları, yayınevi kurma ve dergi çıkarma
çabaları, kapitalizm ve tüketim karşıtlığı, Yahya Kemal’in Mehlika Sultan şiirinden ilhamla yarattığı
Batı’ya aşık aktris karakteri Mehlika Deniz İnci’nin kendi halkını tanıma çabası (“Asım! Ben ne ülkemi ne
insanımızı tanıyorum. Bundan utanıyorum.” S.171), onun “hasta mıyım?” sorusuna yazarın “hepimiz
hastayız” cevabı, ona Anadolu’yu uzaktan duyarak dinleyerek değil ancak gidip bizatihi o yaşamı, oradaki
insanların arasına katılarak, samimiyetle içine girerek tanıyabileceği düşüncesi gibi pek çok unsurun Topçu
etkisiyle olduğu çok açık. Bunun yanı sıra yer yer görülen, “taşkala”, “yumulmak”, “ezim ezim ezilmek”,
“gek gek gülmek”, “boşa kürek çekmek”, “şeytanın yattığı yeri bilmek”, “kerata”, “allem edip kallem etmek”
gibi kelimeler tam da Anadolu’nun cami bahçelerinde ezanı beklerken kullanılan söyleyiş biçimleri olduğu
için bir tür İstanbul dışına çıkma biletleridir. Bu bunaltıcı yerden çıkmak her zaman ona iyi gelmektedir.

Ezanı Beklerken’de Topçu’nun hikâyelerinden oluşan Taşralı kitabından da çok şey var. Büyük şehre gelen
küçük kasabalı saf köylülerin acımasız, şımarık, maskeli, kurnazlıklar ve tuzaklarla dolu dünya karşısındaki
tutunma çabaları, toprağına ve kendi ruhuna uzak yaşamaktan kaynaklanan boşa geçirilmiş bir ömür
duygusunun yarattığı pişmanlıklar, ya da yitip gidenin ne olduğunu bir türlü bulamayan insanların
çıkmazları gibi meseleler ortak konulardır. Fakat Topçu’da farklı olarak henüz her şeyi geri çevirebilecek
bir güç ve irade hissediliyor, tam da bu nedenle hikâye yazmak Topçu açısından belki de bir gerileme.
Taşralı onun tek hikâye kitabı ve en karamsar olanıdır. Oysa, Kutlu’da mücadelenin kaybedildiği kabul
edilmiş gibidir. Artık buradan geri dönüş mümkün değildir. O nedenle, yazdıkları geçmiş özlemiyle,
Anadolu’nun derinlerinde yaşanmış olan saf hayatların tatlı hatıralarıyla yüklüdür. Bir daha geri
gelmeyecek olana yazılmış bir methiye ve ağıttır. Topçu, hiçbir zaman İstanbul’dan Anadolu’ya bakmaz,
her zaman için Anadolu’dan İstanbul’a bakar. En sert eleştirilerini İslam’ı siyaset için kullananlara -İslam’ı
sömüren siyasete!- yapar. Kutlu ise İstanbul’dan bakmaktadır artık ve tam da bu nedenle, kendine dönen
bir eleştiriden uzaklaşmaktadır. İktidarda bir sorun görmemektedir. Gazete yazıları, meselelerle yüklü olsa
da sorunu hep dışarılarda aramaktadır. Kendine yani kendi mahallesine, bugünün iktidar sahiplerine, ikbal,
servet ve şöhret düşkünü bugünün yeni Müslümanlarına herhangi bir eleştirisi duyulmamaktadır. Fazla
tedbirlidir. Topçu’daki çağıldayan gür ses burada olabildiğince kısılmış, kurumuş bir dere yatağı gibi yeni
duruma doğallıkla adapte olmuştur.

Mustafa Kutlu sürekli bir arayışta ve bir şeyleri gösterme ihtiyacındadır. Nedir peki bu ihtiyaç? Basitçe
söylemek gerekirse gerçek bir dindarlık arayışındadır ve bunu bugünde ve İstanbul’da bir türlü
bulamamaktadır. Abdülaziz hocaya şöyle söyletir: “Müslüman benim diyen çok. Daha mühimi ‘günümüzde
İslam’ nasıl yaşanacak? İş burada çatallanıyor.” (s.130). İstanbul Müslümanlığı ile başı fena halde
derttedir. İroniye bakın ki çoğunluk okurları da büyük olasılıkla bu insanlar arasındadır. Onun kitapları,
temsilini İstanbul’da bulan yeni dindar tipinin dindarlığı siyasetten ayrı görmemesine, güç gösterisine, bunu
bir bilme ve başkasına benzememe işi zannetmesine, ötekine duyulan kin ve öfkeden beslenen hareket
enerjisine ve Anadolu’nun din anlayışını kibirli bir yerden basitleştirmesine kuvvetli bir itirazdır.


Hayır, din bir daha çok bilme ve başkasına benzememe işi değildir ve Kutlu bunu çok iyi bilmektedir. Din,
kin ve düşmanlık meselesi de değildir. Hiçbir düşmanlık bizi Allah’a yaklaştıramaz, zira! Yazarın baş
düşmanı küresel kapitalizmdir, sınır tanımayan tüketimdir, ahlaksız kazanca teslim olanlardır, zulümdür,
adaletsizliktir vs.; asla somut olarak bütün bunları yapanların kimler olduğu, neden öyle yaptıkları, hangi
acı sebeplerin sonuçları olduğu hiçbir şekilde belli değildir. Okula kahvaltısız giden çocuklardır sorun ama
bu konunun nasıl bu hale geldiği kapsam dışıdır. Düşman soyut olunca anlaşılan her şey daha kolay
mücadele edilir hale gelmektedir! Mesele bir çürüme meselesidir, çürümeye neden olanlar meselesi değil!
“Özünden uzaklaşıp bilinmeze, derin uçurumlara ilerleyen bir çürüme meselesi bu. Tartışacaksak bunu
tartışalım, gerisi lafügüzaf.” (s.196).


Dolayısıyla, aramaktadır Mustafa Kutlu. Bu yüzden İstanbul dışına çıkmak zorunda hissetmektedir kendini,
orada bulamadığı dindarlığı ve hayatı aramaktadır. Huzursuzluğunu dindirmek için yazmaktadır. Onun
yazılarının, iyi bakıldığında birer ağıt olduğu görülür. Kitaptaki neşeli, kendini istihzayla araya katan ve
hafifleştirici satırlar, derinlerdeki acıyı ve ıstırabı azaltma gayretleridir. Anadolu insanı onun için dinin
sessizce ve kendine hiçbir paye atfetmeksizin eyleme geçmiş, yaşanmış hali gibidir. Ne kadar bozulmuş
olsa da hâlâ içindeki saflığı hissedebildiği için fazlasıyla mutlu olduğu yerdir. Düşüncesi ve hayali bile çok
güzeldir. İstanbul’un debdebesi, şatafatlı hayhuyu karşısında kaçıp kurtulma ihtiyacı hissedince aklına ilk
gelen sahne belki de uzak bir yerdeki hayali bir mescit bahçesinde ezanı sükût içinde bekleyen üç beş kişinin
kendi arlarındaki tatlı sohbetidir. Mütevazi bir cami avlusunda, belki bir salkımsöğüt veya bir çınar altında
bütün hırslarından bir süreliğine uzaklaşmış olarak ezanı bekleyen, her defasında hayatlarını gözden geçiren
basit ve sıradan insanlar yeryüzünün en dindarlarıdır çünkü.

Tedbirsiz ve çıkarsızdırlar. O an için bud ünyanın dışındadırlar ve din din diye bağırmamaktadırlar. Onlar, dinin toprağa teslim oluşla ve bilgiden çok acı ve ıstırap karşısındaki güçle ilgili olduğunu bilirler. Dindarlığın asıl göstergesi, büyük makamlar,
çok sayıda takipçi, siyasetten övgü alma, devlet sahiplerinden itibar görme değil acıya karşı dayanıklı
olmadadır. Haksızlığa ve adaletsizliğe karşı bedeli ne olursa olsun, çıkarını düşünmeden sesini kısmamadır.

O nedenle, Ezanı Beklerken’i elime aldığımda açılış cümleleri beni biraz şaşırttı. Tam da Mustafa Kutlu’yu
eleştirdiğim yerlere dokunan göndermeleri vardı. Günümüz Türkiye’sinin güncel pek çok konusu ve
tartışması da satır aralarında sürekli olarak kendini belli ediyordu. Şöyle başlıyordu kitap: “Yazıları,
kitapları ve bilhassa çıkardığı dergi ile tanınan bir ağabeyimiz vardı. Rejime, iktidara muhalefeti, daha
ziyade haksızlığa isyanı ile meşhurdu. Bu sebeple sık sık başı derde girer, yargılanır, uzun olmayan
sürelerle hapse girerdi.” (s.5). Böyle başlayınca, evet işte beklediğim kendine ve kendi mahallesine dönen
eleştirel kitap geliyor herhalde dedim ama hemen sonrasında konu bambaşka, karikatürize bir hal aldı.

Parçalı bir olay örgüsü, bütünlükten uzak bir anlatımla memleketten insan manzaralarına döndü. Hikâye
inandırıcılıktan uzaktı ama bunun nedeni, Kutlu’nun kitabın bir yerinde değindiği gibi Şarki anlatma
biçiminde var olan gerçeküstücülükten değil üstlendiği temayı gerçek bir mesele haline getirip başa
çıkabilecek gücü gösterememesi nedeniyle istihzaya ve karikatüre düşmesinden dolayıydı. Bir yerde,
günümüz ödüllerine gönderme olduğu açık biçimde yılın oyuncusu ödülünü alır Mehlika Deniz İnci ve
devrime ihanet ettiği için suçlanır. “O ödülü almayacaktın. Aldın ve devrime ihanet ettin. İktidarın adamı
oldun. Ortada ihanet edilecek bir devrim yoktu. O hikâye çoktan bitmişti. Bir serabın ardından koşmuş ve
aldanmışlardı. Ödülü bana değil beni linç edenlere verselerdi, hepsi seve seve alırdı. Reddemezlerdi.”
(s.152-153). Burada bir kere daha hikâye, yazarın kendi hikâyesine dönüyor belli ki! Oldukça da ham bir
biçimde ve de.


Kitabın hikâyesine gelecek olursak, yetmiş yaşlarındaki Hadi Akbaş’ın otelindeki ilginç karakterlerin
yaşları ne olursa olsun kendilerini ayakta tutan, yaşama gücü veren hayallerini kurmaktan vazgeçmedikleri
ve bu hayaller etrafındaki ilişkilerini konu alıyor. Yeni Hayal Oteli, birbirine benzemeyen ancak hepsinin
ortak yanı, sönmemiş hayallere sahip oluşları olan bu tutunamamış ve büyük ölçüde hayat karşısında
kaybetmiş hüzünlü insanların iç hallerine ve Anadolu’yla -Anadolu insanıyla- kurdukları ilişkilere
odaklanıyor. Kimsenin hayaline sınır konulmayan bir yer burası. Dahası, hayal burada karın doyuruyor:
“[Hayal] gerekir elbet. Hayal karın doyurmaz; lakin unutmayalım burası Yeni Hayal Oteli. Burada
kimsenin hayaline yasak konulamaz. Hayal dediğin de bir düşünce biçimidir.” (s.49). Yazar için hayal
kurmaktan vazgeçmemek bir kurtuluş ümidinin varlığına işaret etmektedir. Hayal kurmak, aklın ölçülerini
aşmak olarak tam da gerçeğe, hakikate ulaşmak için gerekli olan şeydir. Kitabın adı Ezanı Beklerken değil
de Yeni Hayal Oteli olsaymış keşke dedirtiyor.


Hayal kurmak güzeldir elbette ve insanı inançlı tutar. Ne var ki bu bir gerçeklikten kaçış olduğunda
gerçeküstücülük, gerçeğin altında kalarak ezilme riski barındırır ve insanı en çok da kendine bakamaz
kılarak kırık hikâyesiyle baş başa bırakır!

- Advertisment -