Normal bir şekilde ve demokratik usullere göre yönetilen ülkelerde iktidarlar düzenli aralıklarla değişir, yeni gelen iktidarlar seleflerinden farklı politikalar benimser ve uygulamaya koyar. Bizde ise 21 seneden beri tek parti ve tek adam iktidarı ülkeye hâkim. Bunun değişeceğine ilişkin herhangi bir işaret de yok. Tersine muhalefetin içine düştüğü duruma bakınca, iktidarın yerel seçimleri de kazanabileceği ve o zaman da hakimiyetini iyice pekiştireceğine ilişkin beklenti gittikçe artmaktadır.
Böyle bir durumda iktidar kendi muhalefetini yaratıyor gibi geliyor. Ekonomi başta olmak üzere birçok alanda 180 derece dönüşlere şahit oluyoruz. Böyle dönüşlerin normal şartlarda sadece iktidar değişiklikleriyle gerçekleşmesi beklenir. Devam eden iktidarların her alanda fıldır fıldır politika değiştirmeleri pek rastlanan bir uygulama değil. Bununla birlikte en azından iktidarın yürümeyen politikalara saplanmayıp pragmatizm gerektiğinde bunu göstermesi memnuniyetle karşılanmalıdır. Tabii bu kadar sık yön değiştiren bir iktidarın bir sonraki değişikliği ne zaman yapacağı belli olmadığı için benimsenen politikaların kalıcılığı hakkında tereddütlerin yaygın olması çok şaşırtıcı değildir.
Bu arada değişmeyen bir şey varsa, o da iktidarın ülkeyi seküler değerlerden uzaklaştırıp gittikçe İslamlaştırma yolunda gösterdiği sebat. Bu gidişle 1-2 nesil sonra Türkiye artık Cumhuriyetin kuruluş değerlerini tamamen terk etmiş bir İslam devleti olması kuvvetle muhtemeldir. Yeniden gündeme gelen yeni anayasa projesinin bu yolda geriye dönüşü olmayan bir adım teşkil etmesine hazırlıklı olmakta fayda var. Siyasi yelpazeye bakınca da buna karşı çıkacak parti olmayabilir bile. Nihayet laiklik üzerine bina edilmiş olan CHP bile son yıllarda Aya Sofya’nın müze statüsü gibi Atatürk’ün erken Cumhuriyet devrimlerinin en çarpıcılarından birinin arkasında durmaya cesaret etmedikten sonra ülkenin bir İslam Cumhuriyetine dönüştürülmesine karşı çıkacağı şüphelidir. Karşı çıksa dahi bunda başarılı olacağına güvenmek mümkün değil maalesef.
Gelelim dış politikaya. İktidarın kendi muhalefetini yarattığı en bariz alanlardan biri de belki odur. Hatırlayalım: son seçimlerden önceki yıllarda Türkiye’nin dış politikası keskin dönüşlere sahne oluyordu. İlk önce takip edilen ve alay konusuna dönüşmüş “komşularla sıfır sorun” politikasından sonra herkesle kavga bir erdem haline getirilmişti. Özellikle ülkemizdeki demokratik yapı ve hukukun üstünlüğü ilkesinin erozyona uğradığını iktidarın yüzüne vurmaktan çekinmeyen Avrupalı liderlere hakaret yağdırıldı. Örneğin Almanya’nın o zamanki Şansölyesine “Nazi”, Fransa Cumhurbaşkanına psikiyatrik tedaviye muhtaç olduğu sataşmalarında bulunulmuş, İsrail’in saygın Cumhurbaşkanına bebek katili denmişti. Bu tür üslup sadece Batı ülkelerine karşı kullanılmıyordu. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır gibi ülkelerin liderleri de farklı nedenlerle de olsa iktidarın hışmına uğruyorlardı. İşin ilginç yönü kamuoyu, muhalefet ve medya da bundan herhangi bir rahatsızlık duymuyor, tam tersine ulusalcı/milliyetçi damarlar okşandığı için bu tavır ve üslup genelde alkışlanıyordu.
İktidarın hışmına o tarihlerde uğramayan -Orta Doğu şeyhlerinin bazılarını bir yana bırakırsak- Rusya, Belarus, Orta Asya gibi demokrasiyle uzaktan veya yakından ilgisi olmayan ülkelerin otoriter liderleriydi. ABD’nin o dönemlerdeki başkanı Trump de otoriter liderlerden hoşlandığını gizlememekle beraber iktidarı layık gördüğü aşağılayıcı dile rağmen Avrupalı liderlere reva görülen hakaret yağmurundan muaf tutuluyordu.
Mayıs seçimlerinden sonra her şey yine ters yüz oldu. İktidar değişmediği için yeni politika kendi ürettiği muhalefetin başa geçmesiyle yerine oturtuldu. İktidarın başı değişmedi ama nerede ise tüm uygulayıcılar yerlerini terk etmek durumunda kaldılar. Düz milletvekilliği dışında bir sıfatları olmadığı için piyasadan kayboldular. İktidar dışındaki muhalefet ve medya yine seyirci kaldı.
Seçimlerden sonra gerçekten tavır ve üslupta önemli bir değişiklik oldu. Batı ile ilişkiler normalleştirilmeye çalışıldı. Bunda ekonomik durumun vahameti ve ihtiyaç duyulan ciddi miktardaki sermaye akımının ancak Batıdan gelebileceğinin bilinci, sermayenin de Batı ile kavgalı bir ülkeye akmayacağı gerçeğinin rolü muhakkak ki olmuştur.
Neticede bu sefer muhatapların duymak istediği şeyler söylenmeye başladı. Temmuz ayındaki NATO zirvesinden önce Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelensky savaş başladıktan sonra ilk defa olmak üzere ülkemize davet edilmiş, ülkesinin NATO’ya adaylığının desteklendiği, Kırım’ın Rusya tarafından işgalinin tanınmadığı tekrar söylenmiş, en önemlisi esir değişimi çerçevesinde Türkiye’de bulunan ve savaş bitmeden ülkelerine dönmeyeceği Rusya’ya taahhüt edilen beş komutan Zelensky’nin uçağıyla geri gönderilmişti. Bunu yaparken haliyle Rus diktatör Putin’in kızması göze alınmıştı.
Arkadan İsveç’in NATO üyeliğine uygulanan vetonun kalktığı NATO zirvesinde ilan edilmiş ve bu sayede Cumhurbaşkanı aksi takdirde zirvede karşılaşacağı baskılardan kurtulmuştu. Tabii verdiği sözün ne ölçüde arkasında duracağı önümüzdeki haftalardan sonra TBMM tekrar toplandığında gerekli protokolün süratle onaylanıp onaylanmadığında görülecektir.
Avrupa Birliğine (AB) de ilişkilerin tekrar normalleşmesini istediğimiz mesajı verilmiştir. Bu da en azından uzun bir süredir buzdolabında olan ilişkilerin ne şekilde canlandırılabileceği konusunda AB yöneticilerini düşünmeye zorlamıştır. Bu düşüncenin meyvelerini sonbaharda göreceğiz. Ancak ilk işaretlere bakılırsa tam üyelik gündeme gelmeyecek, gümrük birliğinin derinleştirilmesi, vize kolaylığı, enerji, çevre, dijital ekonomi gibi alanlarda çalışmalar yapılması düşünülecek ancak bunlar tabii kimisi siyasi olan şartlara bağlı olacaktır. Zamanı gelince bu konuya geri döneriz.
Son aylarda gittikçe artan ölçüde nabza göre şerbet halini alan bu politikanın son iki örneğini Cumhurbaşkanının Soçi ziyaretinde ve Dışişleri Bakanının Yunan meslektaşıyla Ankara’da yaptığı görüşmede gördük.
Soçi ziyaretinden önce Putin’i Türkiye’ye davet etmek konusunda büyük uğraş verildiği ancak savaş başladığından bu yana ülkesinden pek çıkmayan adı geçenin Cumhurbaşkanını yine ayağına getirttiği görüldü. Üstelik yarısı baş başa geçen 3 saatlik görüşmeye Kabinenin yarısı da götürülmüştü. Dahası ziyaret öncesinde kabul edilen ortak bildiride ülkemizin NATO, Birleşmiş Milletler, geçen yılki G20 zirvesi gibi forum ve ortamlarda kabul ettiği metinlerden farklı olarak Ukrayna savaşından bahsedilirken Rusya’nın saldırısına atıfta bulunulmaksızın “Ukrayna krizinden” bahsedilmişti. Rusya’nın kabul edeceği bir metinde kendisini suçlayan ifadelere yer verilmesini beklemek abes olurdu tabii. Bunu son olarak Yeni Delhi’de yapılan G20 zirvesinin sonuç bildirisinde de gördük. Ancak böyle bir bildiriyi Türkiye’nin kabul etmesi de kanaatimce yanlış olmuştur. Rusya’nın hoşuna gideceğine şüphe yok. Ancak bu defa Ukrayna ve onu destekleyen Batı ülkeleri kızdırılmış ve iktidara zaten azalmış olan güven bir miktar daha sarsılmıştır. Ziyaretin amacına ulaşmadığı Putin’in tahıl koridorunu açmak gibi bir niyeti olmadığı, zira esas hedefinin Ukrayna’nın ihracatını engellemek suretiyle ülke ekonomisini batırmak ve o şekilde Rusya’nın emellerini yansıtacak bir barışı kabul etmeye zorlamak olduğu açıktır.
İktidarın tahıl anlaşmasını canlandırma konusundaki ısrarının gerisinde ülkemizin stratejik önemine vurgu yapmak ve bu önemi öne çıkararak Batı ülkelerinden gelen insan hakları, demokrasi ve hukuk konularındaki eksikliklerimize yönelik eleştirileri devre dışı bırakmaya çalışmak olduğu açıktır. Ancak Rusya’nın hoşuna gidecek şeyler yapmak ne yazık ki Batının gözünde Türkiye’nin önemini arttırmamaktadır.
Nabza göre şerbet politikasının bir örneğini daha Dışişleri Bakanının Ankara’da yeni Yunan karşıtıyla yaptığı görüşmeden sonra yapılan açıklamalarda gördük. Hatırlanacağı üzere bundan bir süre önce Cumhurbaşkanı Erdoğan Yunanistan Başbakanı Mitsotakis’e kızmış ve onunla artık görüşmeyeceğini ilan etmişti. Bu tavırdan da vazgeçilmiş ve sanki Mayıs seçimlerinde yeni bir Cumhurbaşkanı seçilmiş gibi Mitsotakis ile 18 Eylül’de BM Genel Kurulunda bir ikili görüşme yapılması konusunda anlaşmaya varılmıştır.
Dahası Yunanistan ile yeni bir sayfa açılması yönünde kararlar alınmış ve yıllardan bu yana dondurulmuş olan ikili müzakere ve istişarelere yeniden başlanacağı ilan edilmiştir. Ancak görülebildiği kadar yeni bir yol haritası belirlenmiş, ulaştırma, enerji, turizm gibi alanlarda iş birliğinin geliştirilmesi üzerinde durulmuş ve iki ülke arasındaki siyasi ihtilafların önkoşulsuz bir şekilde ele alınacağı açıklanmıştır. Bu da haliyle Yunanistan’ın işine gelecek bir formattır. Ekonomik alanda iş birliğinin geliştirilmesi Ege sorunlarının çözümlenmesine bağlı olmayacaksa, ülkemizin Lozan’ın iki ülke tarafından farklı şekillerde yorumlanmasından kaynaklanan bazı adaların silahsızlandırılması, bazılarının aidiyeti gibi çözümü kolay olmayan sorunları kenara bıraktığı anlamı ortaya çıkmaktadır. Şahsen böyle bir yola gidilmesinden memnuniyet duyarım. Zira müzakere yoluyla çözümü imkânsız bazı sorunları ilişkilerin geliştirilmesi için bir engel haline sokmak bu ilişkilerin gelişmesini önlemek anlamına gelmektedir. Son zamanlara kadar Yunanistan’la takip edilen politika buydu. Bundan gerçekten dönülüyorsa alkışlarım. Üstelik Rusya ve Ukrayna ile ilişkilerimizdeki yalpalanmalardan farklı olarak Yunanistan’la ilan edildiği gibi “pozitif gündem” çerçevesinde hareket edilecekse buna ülkemizdeki ulusalcı/milliyetçi/avrasyacı çevreler dışında kimse itiraz etmeyecektir. Tersine pozitif gündem sonuç verir de ilişkiler yumuşarsa diğer sorunlara uzlaşı çerçevesinde çözüm bulmak kolaylaşır.
Bu arada iktidar ve temsilcileri muhataplarıyla görüşürken nabza göre şerbet dökmelerine karşın, muhataplarının bunu yapmadığına da dikkat çekmekte fayda var. Örneğin AB Genişleme ve Komşuluk Komiseri Varelyi geçtiğimiz hafta Ankara’ya yaptığı ziyaret sırasında iktidarın ister göründüğü, katılma müzakerelerin yeniden başlaması, gümrük birliğinin modernizasyonu gibi konularda teşvik edici dil kullanmaktan dikkatle kaçındığı da görülmüştür. Bakalım benim nabza göre şerbet dökmek olarak tanımladığım her gördüğünüze duymak istediği şeyleri söyleme politikası ne kadar sürecek ve herhangi bir sonuç verecek mi. Önümüzdeki aylarda hep birlikte buna şahit olacağız.