Şimdiye dek size sorulmadı, biliyorum alışık değilsiniz, nitekim siz de şimdiye kadar ‘niye bizlere sorulmuyor’ demediniz ama artık küresel dünyanın parçası ve modernlikten az çok nasiplenmiş kişiler olarak bu tür soruların muhatabı olmanız gerektiğinin farkındasınız. Bugüne dek bu tür kararları ‘büyüklere’ bırakmış olduğunuz için belki fazlaca çocuk kalmış ve o büyükler de sizlere çocuk muamelesi yapmaktan çekinmemişti.
Ama artık bu tür konulara sizlerin de dahli olabilir. Ne de olsa vatandaşsınız… Bu ülkenin ve devletin herkesle eşit ortak sahiplerisiniz. ‘Nasıl bir ordu istiyoruz’ sorusunu tüm toplum olarak tartışmanın zamanı gelmiş olabilir ve kim bilir bu tartışma beki de kendimizi daha iyi hissetmemize, kamusal alanın parçası olmamıza, ülkeyi sahiplenmemize yol açar.
Acaba tüm elemanları aynı ve tek bir ideolojiye sahip, sosyolojik olarak olabildiğince homojenleştirilmiş, toplumun ‘ötesinde’ bir tür cemaatsal yapı oluşturmuş, halka önderlik etmek ve gerektiğinde onu hizaya getirmek üzere tasarlanmış, ülke kaynakları üzerinde doğal hak iddia eden, bu kaynakları toplumsal denetime tabi olmadan kendi tasavvuru gereği kullanan ve paylaştıran bir ordu mu isterdiniz?
Yoksa elemanları toplumsal heterojenliği yansıtan ve onu mesleğe taşıyan, ideolojik olarak her farklılığın kendisini bir alt cemaat gibi şekillendirebileceği, farklı iktidarlar altında ancak belirgin iç dönüşümlerle adapte olabilen, bu adaptasyon uğruna her seferinde yeniden kurgulanan, toplumsal dinamiklerin peşinden giderken kendisine nemalanma yolları açan bir ordu mu isterdiniz?
Seçeneklerimiz tabi ki bunlarla sınırlı değil ama şu an için gerçekçilik adına sadece bu iki seçenek varmış gibi düşünelim. Çünkü ‘bu ülkede’ geleneksel olarak (zihniyet yapısı nedeniyle) toplumsal tasavvurumuz bu iki şık arasında gidip geliyor.
Birinci şıkkı Kemalizm altında yaşadık. ‘Milli’ yaftası asılabilecek tüm konularda ordu tek yetkili merciydi. Ülkenin ve toplumsal fikriyatın ideolojik sınırlarını çizdi, kırmızı çizgiler koyarak makbul kimliğin, makbul düşüncenin ve makbul siyasi duruşun tanımını yaparak bunları sahiplendi. Bu bağlamda tarihe el koydu, işine gelmeyen belgeleri arşive kaldırdı, işine gelmeyen olay ve anlatıları yasakladı. Sivil bürokrasi ve özellikle yargı ile neredeyse organik ilişkiler kurdu. Öyle ki sivil iktidarlar kendi yönettikleri bakanlıkların bile kimi tasarrufları üzerinde söz sahibi olamadı. Nihayet bu tedbirlerin işe yaramadığı noktada medya ve üniversiteleri de kullanarak siyaseti manipüle etti, yetmeyince ültimatom verdi, darbe yaptı…
Bütün bunlar kaçınılmaz mıydı diye soracaksak cevap her zaman ‘tabii ki değildi’ olacaktır. Ama gerçekçi bakacaksak şu kuralı akılda tutmakta yarar var: Belirli bir zihniyet altında bazı hareket alanlarının genişletilmesi mümkün ve kolaysa, büyük ihtimalle o hareket alanları söz konusu zihniyet tarafından er geç domine edilecek ve yapılabilecek olanların sınırına kadar gidilecek, en azından gidilmek istenecektir.
Bugün Kemalizm devlet aklına yeniden hakim olsa ve orduyu ‘reforme’ etme girişiminde bulunsa, çok muhtemelen yine aynı hedeflere sahip olacak ve aynı yöntemleri uygulamaya heves edecektir. Ne var ki dünya (gerçeklik) bir yandan değişmekte olduğu için, böyle bir gelişmenin devletle toplum arasında geçmişte görülmemiş bir sürtüşme, gerilim ve giderek çatışma üretebileceğini öngörmek durumundayız.
Velhasıl, özellikle 28 Şubat sürecinde ordunun yaşadığı fiyaskodan, yirmi küsur yıllık AK Parti iktidarından ve Gülencilerin kimi Kemalist unsurları da yanlarında tutarak yaptıkları darbe girişiminden sonra, ordunun birinci seçenekte anlatıldığı üzere dizayn edilmesi artık sadece tehlikeli değil, gerçekçi de gözükmüyor.
Böylece kalıyoruz ikinci seçeneğe… Bu aslında İttihatçıların 1912 sonrası geliştirdiği melez modelin günümüze uyarlanmış hali. Yani topluma önderlik etmeye devam, hatta onu keyfi hale getirmeye, idealize etmeye eğilimli bir bakış, ancak aynı zamanda toplumun ‘ötesinde’ değil ‘içinde(n)’ bir yaklaşım. Müslümanlığın askerliğin psikolojik zeminini oluşturması, Türklüğün buna uygun bir ideolojik ve modern zırh gibi oturtulması, halkla arasında kendi içinde akışkan, kaygan, sınırları (belki kasten) iyi çizilmemiş bir aidiyet ilişkisi… Çoğulculuğu veri alan ancak çoğunluk üzerinden bu çoğulculuğun ‘handikaplarını’ aşan bir cemaatçi kurumlaşma örneği.
Böyle bir ordu yapılanmasında toplumda var olan ayrışma, bölünme ve çatışmaların ordunun içine nüfuz etmesi beklenir. Nitekim öyle de oluyor. Teğmenler ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ diyor, siyasi iktidar ve devlet ortağı sert mukabelede bulunuyor, soruşturma açılıyor, birileri istifa ediyor…
Ama mesele ortadan yok olmuyor. Çünkü bu sadece bir disiplin ihlali değil. Ordunun yeni halindeki kimlikleşmenin parçalı bir sosyolojiye ve dolayısıyla ideolojik bakışa alan açması nedeniyle yaşanıyor. Söz konusu protestolar yapılmasa bile, söz konusu hassasiyetler mevcut olmaya devam edecek. Bu durum farklı alt cemaat yapılanmaları için orduyu müsait ve cazip kılacak. Bir süre sonra ideolojik olarak yönetilmesi mümkün olmayan, dalgalar halinde subay tasfiye etmek zorunda kalan, dolayısıyla mesleğin sürekliliğini ve gelişmesini sağlayacak dinamiklerden yoksun bir ordumuz olacak.
Kemalizm öncesi belki bu modelin ayakta kalması mümkündü. Ama aradan bir Kemalist dönem ve eksiği gediğiyle yüz yıllık bir modernleşme deneyimi geçti. Dolayısıyla ikinci seçeneğin de hem tehlikeli olduğunun hem de gerçekçi olmadığının altını çizmek gerek.
Böylece okuyucunun (yani vatandaşın) gerçekten ilgilenmesi ve düşünmesi gereken bir noktaya geldik: Elimizde zihniyet yapımızın elverdiği ve teşvik ettiği, kolaycılık adına bugüne dek kullandığımız, ancak her ikisi de toplumsal dengelerin ihyası, barış ve birlikte yaşama açısından son derece tehlikeli, üstelik zorlayarak kalıcı kılınması pek mümkün olmayan iki ordu modeli var.
Çözüm yeni bir zihniyet arayışının toplumsal hareketlenme ve etkileme ile devlete de sirayet etmesidir. Kolay değil. Çünkü bizler otoriter (birinci seçenek) ve ataerkil (ikinci seçenek) zihniyetlere sahibiz. Bu topluma adapte olabilmek için doğumdan itibaren bu iki zihniyetin normları ve kalıpları ile şekilleniyor, onları öğreniyor ve de onları becerdiğimizde kendimizi ‘iyi’ (başarılı) hissediyoruz.
Ama artık birçoğumuz şöyle bir ordu hayaline de uzak değiliz umarım… Toplumun farklı sosyolojik gruplarından elemanlarla oluşmuş, sivil siyaset karşısında şeffaf ve hesap verir konumunda olup aynı zamanda kurumsal kültür açısından kendi özerk alanına sahip, bu özerk alanı ideolojik baskıdan uzak tutarak mesleki gelişme kriterleri üzerinde konumlandıran, hiyerarşi mesafeleri kısalmış, kararların birden fazla rütbe seviyesi barındıran bir paylaşma mekanizması içinde alınabildiği, fikirsel alış verişin hiyerarşilerce baskı altında tutulmadığı, farklı bakışların özendirildiği, mesleki liyakatin belirleyici olduğu bir ordu…
Yani demokrat zihniyette bir ordu. Askerliğin demokratlıkla bağdaşmadığını öne sürenler çıkabilir. Nedeni bunu söyleyenlerin otoriter ve ataerkil zihniyette olmaları. Demokrat zihniyete doğru adım attığımızda nasıl aileyi farklı bir perspektif içinde algılamaya başlıyorsak, orduyu da öyle değerlendirmeye başlarız.
Nihayette mesele (basitleştirilerek) bir subayın üstünün söylediğini ona güvenerek ve inanarak yapmasıysa, şunu düşünelim: Acaba bir ast hangi üst subayına güvenir, inanır ve peşinden gider? Onu rütbesi ile ezen veya keyfiliğe dayanan bir ilişkiyi ona dayatan subayın mı?
Ast üstün güvenini birlikte deneyimlenen karar mekanizmaları süzgecinde kazanmışsa ve aynı süreçte üstün de kendisine güvendiğini deneyimlemişse, bu ilişkinin askerlik mesleğinin her türlü sınavında daha başarılı olacağı açıktır.
(Batı orduları bu yönde çok yol kat etti. Beklendiği üzere kara kuvvetleri halen biraz daha geri kalsa da… İyi bir başlangıç için meraklısı örneğin 1980’lerin başında ABD Hava Taktik Kuvvetlerinin başındaki Wilbur Creech’in sosyal psikoloji ve zihniyet literatürü açısından ilham verici uygulamalarına bakabilir.)
Sözü uzatmaya gerek yok. Bu ülkede ordu (ama giderek devletin tümü) orta vadede ayakta kalması zor, toplumla ilişki kurmakta zorlanacağı, kendi içinde parçalanma tehlikesi içeren bir dinamiğe adım atmış gözüküyor. Geçmişimizde ve geleneğimizde ‘kurtarıcı’ ya da ‘şifa verici’ bir birikimimiz yok. Ne ideolojilerimiz buna uygun ne de hakim kültürümüz.
Ama umut verici ‘kıvılcımlar’ var. Toplumun her kesimde karşılaştığımız sağduyu, her gelen neslin özgürlük tanımında izlenen kapsam genişlemesi… Bu küçük etkenlerin birey ve aile hayatına geriye dönüşü olmayan şekilde adım adım damga vurması.
Diyorum ki, belki bir sivil inisiyatifin de vaktidir. Sorumluluk sahibi vatandaşlar arasından kendilerini ‘sorumlu’ hissedenlerin, toplumsal çeşitliliği içeren bir kurumsallaşma çerçevesinde bu ülkede devleti ve orduyu tartışmaya açmaları, ‘nasıl bir ordu (devlet) istiyoruz’ sorusunu aleni olarak sormaları ve kendi cevaplarını genişleyen bir toplumsal zemin üzerinde geliştirmeleri için…