22-23 Mart 2025] Nâzım’ın da Memleketimden İnsan Manzaraları’nı yazdığı 1940-41 yılında, reel anlamda böyle bir derdi yok zaten. Fırtınalı Sol Fütürist gençliğinin 1920’leriyle 30’larının başlarında olmuş olabilir. Ama artık değil; Şeyh Bedreddin Destanı’ndan (1936) sonra hiç değil. Sekter hırçınlıkları aşmış bir olgunluğu var, hem içerik hem biçim açısından. Dolayısıyla alternatif derken herhangi bir resmî, formel alternatifi (somut bir “o gitsin bu gelsin” önerisini) değil, çok daha geniş bir vizyon, program ve söylem meselesini kastediyorum.
Buralara nereden geldim? Uzun zamandır aklımdaydı aşağıdakileri yazmak, ama belki vakit, belki vesile bulamıyordum. Derken vesile, Mansur Yavaş’ın ikinci Saraçhane akşamında yaptığı konuşmayla doğdu. Nâzım’ın ünlü şiirini okudu ve aklım hemen ilk duyduğuma gitti. 1961 yılının bir İzmir akşamıydı. 14 yaşımdaydım. Ruhi Su gelmişti İzmir’e. Babamın 1951-52 TKP tevkifatından ve hapishane yıllarından arkadaşıydı. 27 Mayıs’la açılan yeni ortamda, ilk sahneye çıkışlarındandı. Konak’taki Elhamra Sineması’nda çaldı, söyledi. Konserden sonra galiba 20-25 kişi Alsancak’ta bir evde toplanıldı. Kimin eviydi, hatırlamıyorum. Katılanlar, dönemin yerel sol intelligentsia’sının küçük bir parçasıydı. Biraz yenildi, içildi. Ruhi Su tekrar başladı. Birkaç halk türküsünden sonra, Nâzım’ın Dâvet’iyle (tabii kendi bestesiyle) bitirdi.
Bilmiyordum. Yepyeniydi, taptazeydi. Nâzım 1951’de Türkiye’den kaçıp da vatandaşlıktan çıkarılalı beri, yani on yıldır yasaktı; serbestçe basılıp okunamıyordu. Sonraki yıllarda bu tabu (ilk defa Doğan Avcıoğlu ve Yön dergisi tarafından) kırıldı; ardından Nâzım baskıları çığ gibi çoğaldı ve Dâvet de 1960’lardan 80’lere, peşpeşe iki üç kuşağın dilinden düşmeyen, en sevilen şiirlerinden biri oldu. Benzersiz bir belâgati, tok bir vekarı vardı. 12 berceste mısra üstüste yığılmış, muzaffer bir edayla gürlüyordu: Dörtnala gelip Uzak Asya’dan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan / bu memleket bizim. // Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak / ve ipek bir halıya benzeyen toprak, / bu cehennem, bu cennet bizim. // Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, / yok edin insanın insana kulluğunu, / bu dâvet bizim. // Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine, / bu hasret bizim. Sonradan daha çok farkına varacağımız o acı tarihsel gerçekliği (hiçbir sosyalist ülkede el kapılarının da kapanmadığını, kardeşlik ormanlarının da kurulmadığını, kimsenin de bir ağaç gibi tek ve hür yaşamadığını) bir yana bırakırsak, komünizmin olabilecek en güzel, en günahsız, tertemiz amentüsü, ideal ilmihali, catechism’i gibiydi.
Fakat acaba bundan ibaret miydi her şey? Şairin, olmuş olabilir mi, bu ilk yüzeysel okumanın dışında ve ötesinde bir projesi? Ben böyle iki anlam katmanı daha görüyorum ve her ikisi de, söz konusu 12 satırınbütün içindeki yeri, nişi, konumuyla ilişkili. Zira müstakil, kendi başına bir şiir değil Dâvet; bir şiir-içinde-şiir, hattâ şiir-içinde-şiir-içinde-şiir. Asıl çerçeve, makro-büyüklük, Memleketimden İnsan Manzaraları (MİM). İkinci kademe, Kuvayı Milliye Destanı (KMD). 1941 Baharında, Haydarpaşa Garı’ndan bir 15:45 Katarı, bir de saat 19’da Anadolu Sürat Katarı kalkar. O ikinci trenin yemekli vagonunun mutfak bölümünde, Aşçıbaşı Mahmut Aşer, Garson Mustafa ve Metrdotel, buzlu camların ardında, hapisteki bir şairin yazdıklarını okur, dışarıya kaçırılmış sarı yapraklı bir defterden. Özgün şekliyle buradadır: Onlar, Karayılan, İstanbul’un Hâli, Erzurum ve Sivas Kongreleri, Kambur Kerim, Arhaveli İsmail, Nurettin Eşfak, Manastırlı Hamdi, Reşadiyeli Veli Oğlu Memet, Muharebeler, Kartallı Kâzım, Kağnılar, Kadınlarımız, 6 Ağustos Emri, Şoför Ahmet, 26 Ağustos Gecesinde Saatler… 1918-19’da başlayan akış buralardan geçer ve 9 Eylül 1922’de İzmir Rıhtımından Akdeniz’e Bakan Nefer’le noktalanır. Nâzım sonradan bunları alıp ayrı bir Kuvayı Milliye Destanı’nda toplar.
Öyle veya böyle; KMD’nin sonunda çıkagelir — Büyük Taarruz kazanılmış, İzmir’e girilmişken, Büyük Taarruz’un küçük kahramanlarından birinin, İzmirli Ali Onbaşı’nın zihninden geçenler biçiminde çıkagelir — o Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine dizeleri. Bağlam budur, önemli olan budur: Bağımsızlık zaferinin sonunda gelmesidir. Çünkü sonrasında ne olacağı, nasıl bir Türkiye kurulacağı ile ilgilidir. Bu da o çağın Marksizm-Leninizmiyle ilgili teorik bir meseledir. Dönemin Komintern Marksizmi, Batı dışı (gelişmiş kapitalist olmayan, “yarı-sömürge yarı-feodal” diye tarif edilen) ülkeler için iki aşamalı bir devrim süreci öngörüyordu. Önce emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine, komprador burjuvaziye ve toprak ağalarına karşı bir millî-demokratik devrim yapılacak, bunun için gerekli ittifaklar kurulacak; kurtuluştan sonra ise bu sefer millî burjuvazinin iktidarına karşı sosyalist devrim mücadelesi başlayacaktı. Nâzım’ın Dâvet şiirini KMD’nin sonuna yerleştirmesinin, genel bir sosyalizm övgüsünü aşan birinci spesifik anlamı işte budur. Şair bir yandan Millî Mücadeleyi alabildiğine güzellerken, diğer yandan şimdi sıra sosyalizmde, asıl kurtuluş sosyalizmle gelecek diyor. İmâ ediyor. Kemalist Devrimi sosyalizm taçlandıracak mesajı, çok basite indirgersek, parti çizgisinin gereği. Lâkin büyük, çok büyük şair. Önce “sosyalist realizme uygun” bir senaryo yazıp sonra bunu nasıl şiire çevirebilirim diye düşünmüyor. İdeolojisini tümüyle içselleştirmiş. Doğrudan şiir olarak düşünüyor. Bunu zerrece Jdanovcu şematizme, didaktizme kaçmadan, sanata sindirerek vermeyi başarıyor.
Ama kanımca bir anlam katmanı daha var ki, o da bu yazının başlığına çıkardığım fikirle ilgili. Ben gerçekten, Nâzım’ın Dâvet’i hem Kemalizmin sosyalist geleceği ve devamı niyetine, hem de İstiklâl Marşı’na felsefî bir alternatif niyetine yazmış olabileceği kanısındayım. Bunun da hem metin dışı zemini, toplumsal arkaplanı var, hem de doğrudan doğruya metin içinde kuvvetli işaretleri, itinayla döşenmiş yapıtaşları var. 20. yüzyılın başlarında (a) Mehmet Âkif’te dile gelen Müslüman yurtseverliği, (b) modernist Türk milliyetçiliği (önce İttihatçılık, sonra Kemalizm) ve (c) Marksist anti-emperyalizm, henüz birbirinden çok ayrışmış, çok zıtlaşmış değil. Büyük Patlama (Big Bang) sonrası sıcak plazma hali gibi bir karışım içinde. Uzaklaşıyorlar ama birbirlerinden çok etkileniyorlar da. Nâzım’ın üzerindeki Âkif etkisi son derece açık. Âkif Çanakkale Şehitlerine’deki anlatımının bir yerinde, Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller, / Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller. / Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere der. Neden bahsediyor? Kilit sözcükler, “zırh” ve “durmuş da.” Kara çarpışmaları sırasında kıyıdan açıkta durup Osmanlı-Türk siperlerini topa tutan zırhlıları kastediyor. O çağın Batı uygarlığı bir buhar ve çelik uygarlığı. Hegemonik teknolojisi de drednotlar. Beş yıl sonraki İstiklâl Marşı’nda, bu hafif muğlak tasvir çok daha yoğun bir imgeye dönüşüyor: Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar (devamı, Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var, ki o da Çanakkale Şehitlerine’den çıkma: Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat iman?).
Asıl söylemek istediğim şu ki, “çelik zırhlı duvar” güçlü ve çarpıcı bir metafor, 1875-1914 arasının İmparatorluk Çağı veya Yeni Emperyalizmi için. Nâzım’ı da çarpıyor ki, 1930’da yayımlanan 1 + 1 = 1 kitabındaki ilk şiirin çok uzun başlığı şöyle: “İzmir’den Akdeniz’e dökülen ve yakında Bombay’dan Hint Denizi’ne dökülecek olan emperyalizmin Şarkı saran duvarı hakkında yazılmıştır.” İçinde de sürekli tekrarlanıyor “duvar” sözcüğü: O duvarı / bizim için yaptılar. / (…) / O duvarın bir ucu: / tahta sabanlı sarı Çin’de; / öbür ucu: / çelikleri elektrikli New York’un içinde. / (…) / O duvar. / O duvar, o duvar.. / O duvarın dibinde / bizimkiler kurşunlanıyorlar! Ardından bir “Cevap” geliyor: O duvar / o duvarınız, / vız gelir bize vız! / (…) / Biz, / adımlarını tarihin akışına uyduran / temelleri çöken emperyalizme vuran, / yarını kuran / larız. Devrimciler, Marksistler, anti-emperyalistler, ezilen milletler açısından verilmiş bir cevap. Altındaki tarihten, 1930’da yayınlansa da her iki şiirin 1925’te yazılmış olduğunu anlıyoruz.
Fakat tabii hem anti-emperyalizmde buluşmak var, hem de sağ ile sol arasında bugün de devam eden büyük fark: din sorunu. Buradan tekrar Kuvâyı Milliye Destanı’na dönüyor ve biraz daha yakından bakmak istiyorum, Nâzım’ın Dâvet’e tam nasıl geldiğine. Bir Nurettin Eşfak tipi vardır KMD’de; ilk Dördüncü Bap’ta karşılaşırız: Nurettin Eşfak’ın Bir Mektubu ve Bir Şiiri. Öğreniyoruz ki öğretmendir (Türkçe öğretmeni), ama istifa etmiştir ve ihtiyat zabitliğiyle cepheye gitmektedir. Türk Köylüsü diye bir şiir yazmıştır, kardeşine yollamakta olduğu: Topraktan öğrenip / kitapsız bilendir. / Hoca Nasreddin gibi ağlayan / Bayburtlu Zihni gibi gülendir. / Ferhad’dır / Kerem’dir / ve Keloğlan’dır. / (…) / “Dağları yırtıp ayırır, / kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa…”
En azından sosyalizan bir aydın olduğunu bu kadarıyla da anlarız, bu ilerici ve halkçı yedek subayın. Bir kırk sayfa gideriz ve tekrar çıkar karşımıza, bu sefer Sekizinci Bap’ta: 26 Ağustos Gecesinde Saatler: İki Otuzdan Beş Otuza Kadar. Bir kere şunu söyleyeyim: bütünüyle tüyler ürpertici bir bölümdür; başlıbaşına bir kompozisyon şaheseridir. Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır / ne ağaç, ne kuş sesi, / ne toprak kokusu vardır. Böyle başlayıp bizi gezindirir Nâzım, Büyük Taarruz öncsinin karanlığında. Tempo adagio (yavaş), hattâ yer yer largo’dur (çok yavaş); Beethoven’ın âni patlamalar öncesindeki birikimlerini andırır. Aynen öyle, gerilimi çok hafif hafif tırmandırır Nâzım. Her bir saate bir kahramanını, düşüncelerini, gözlemlerini, hayallerini yerleştirir. 2:30 şayak kalpaklı nöbetçi. Akarçay. Düşman elinde kalan bütün nehirler. 3:00 Dağlarda tek / tek / ateşler yanıyordu. / (…) / birdenbire beş adım sağında onu gördü. / Paşalar onun arkasındaydılar. / O, saati sordu. / Paşalar: “Üç.” dediler. 3:30 İzmirli Ali Onbaşı / (kendisi tornacıdır) / karanlıkta gözyordamıyla / sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi / baktı manga efradına birer birer… Bu “tornacı”ya mim koyalım; işçi sınıfına aidiyet demek. Stanislavsky tiyatrosunda, eğer birinci perdede sahnede bir tabanca varsa, piyes bitmeden o tabanca mutlaka patlayacaktır (patlamalıdır) denir. Onun gibi, Nâzım Hikmet de herhangi bir karakterinin proleterliğine özel olarak dikkat çekerse, bunun bir sonucu olacaktır mutlaka. Geçelim. 4:00 Onikinci Piyade Fırkası. Tabur imamı / (…) / durdu boyun büküp / el kavuşturup / sabah namazına. 4:45 Sarkık, siyah bıyıklı süvari ve düşmanların belki çoktan kesip yediği horozu.
Ve derken geliriz, konumuz açısından en canalıcı noktaya: Saat beşe on var. / Kırk dakka sonra şafak / sökecek. / “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak.” Bu dolaysız Âkif alıntısıyladır ki Nâzım bizi tekrar buluşturur, Darülmuallimin mezunu / Nurettin Eşfak’la. Bir diğer ihtiyat zabitiyle konuşmaktadır; çok kritiktir bu pasaj: Bizim İstiklâl Marşı’nda aksıyan bir taraf var, / bilmem ki, nasıl anlatsam, / Âkif, inanmış adam, / fakat onun, ben, / inandıklarının hepsine inanmıyorum. / Meselâ, bakın: / “Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.” Hayır, / gelecek günler için / gökten âyet inmedi bize. / Onu biz, kendimiz / vaadettik kendimize. / Bir şarkı istiyorum / zaferden sonrasına dair. / “Kim bilir belki yarın…”
Âkif’in inancına yönelik saygılı eleştiri ile “Bir şarkı istiyorum / zaferden sonrasına dair” sözcüklerinin nereye gittiği, artık hayli açık olsa gerek. Devamında, gene Nurettin Eşfak bakar saatine: Beş otuz… / Ve başladı topçu ateşiyle / ve fecirle birlikte büyük taarruz… Nâzım’ın da temposu değişiverir ansızın. Çarpışmanın akışıyla birlikte Nâzım’ın anlatımı da çok hızlanır ve içeriği değişir; gerilimli birikimden, beklediğimiz patlamaya ve crescendo’ya geçer; muharebenin seyrini, artık fazla ayrıntı vermeksizin (çünkü bununla başa çıkılamaz) peşpeşe “sonra”larla, kesik kesik aktarmaya başlar: Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü. / (…) / Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyi külliyesi imha ve esir olundu. / (…) / Sonra, 31 Ağustos günü / ordularımız İzmir’e doğru yürürken / serseri bir kurşunla vurulan / Deli Erzurumluydu. Soluksuz, fırtına gibi bir ilerleyiştir: Ve kılıçların, / nalların, / ellerin / ve gözlerin pırıltısı / ardarda çakan aydınlık bir bütündü. Ali Onbaşı da bu hengâmenin içindedir. Kan içindeydi yüzü gözü. / Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala. / (…) / bir şimşek hızıyla düşündü / ve şu türküyü duydu…
Âkif ile Nâzım arasındaki “duvar” buluşması temelinde, Nurettin Eşfak’ın Âkif (İstiklâl Marşı) eleştirisinin ve “Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasina dair” demesinin ardından, İzmirli işçi (tornacı) Ali Onbaşı’nın duyduğu türkü, şiir-içindeki-şiir-içindeki-şiiridir Nâzım’ın. Nurettin Eşfak’ın istediği (sipariş ettiği), zaferden sonrasına dair şarkıdır. Çok ince ve dikkatli bir örgünün son noktasıdır. Şairin dünya görüşünce, olması gerekendir. Kemalizmin de, Âkif’in de teorik, paradigmatik alternatifidir. Kuvâyı Milliye’nin iç atmosferinin, kendi yarattığı senfonik gerçekliğin sel gibi çıkagelen epik doruğudur.