Bir zamanlar Ertuğrul Özkök savunurdu 12 Eylül’ü… Şimdi savunuyor mu bilmem ama onun dışında savunan kimseyi hatırlamıyorum. 12 Eylül, Cumhuriyet tarihimizin “demokrasi mi otoriterleşme mi” sorusuna verilmiş bir cevaptı. 12 Eylülcülük “devlet her şeydir, yurttaş bir şey değildir” felsefesinin sembolü.
12 Eylül darbesi, toplumsal kamplaşmanın zirveye çıktığı anda bir tür kurtarıcı görünümünde geldi. 12 Eylül öncesi süreçte, eli silahlı sağcı ya da solcu gruplar, belli alanlarda silahlı hakimiyet kurmuş, devlet otoritesinin yerini almaya başlamışlardı. Aslında silahlı mahalle hegemonyasının yaygınlaşmasını devlet içindeki bazı güçlerin kurguladığına ilişkin pek çok ipucu da vardı.
Taraflar “bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” usulü, olayların peşine takılmış gidiyorlardı. Kimse durup, “biraz düşünelim, bu işin sonu nereye varacak” demiyordu. Hayalcilik güçlüydü. Devrimin kıyısına geldiğini sananların, ülkücü iktidarların kurulmasını bekleyenlerin, sayısı artıyordu.
12 Eylül’ü iki bölüm halinde incelemek daha yararlı olur diye düşünüyorum. Önce, göz göre göre nasıl darbeye gittik, bunu düşünüp tartışmak şart. Nasıl oldu da bu kadar açıktan gelen darbeye karşı bir tepki, bir engelleme çabası içine girilmedi? 12 Eylül günü öğleyin aynı uçakla gözaltına alınan Bülent Ecevit’le Süleyman Demirel’in havaalanında birbirlerine selam vermeyişleri… Bu gibi dramatik kareleri yeterince yorumlayabilmiş değiliz. Darbeci subaylar, iki liderin kavgasını, Meclis’in cumhurbaşkanı seçmeme ısrarını, darbenin en önemli iki gerekçesi olarak kullanırken bile iki liderin nefretle birbirlerine bakışı… İnanılmaz… İkinci kısma gelirsek…
Darbe geldikten sonraki yıllarda, maalesef gereken uyanıklık gösterilmedi. Darbenin ardından hazırlanan 1982 Anayasası tam anlamıyla bir despotik devlet öngörüyordu. Öte yandan, baskı ortamında yapılan referandumun yüzde 92’lik bir destek sağlamasını yalnızca korku ile açıklamak mümkün değil.
Siyasiler istese o anayasanın bu kadar büyük bir destekle çıkmasına engel olabilirdi.
Örneğin o tarihten 20 yıl önceki seçimleri hatırlayalım. 1961 genel seçimleri, Adnan Menderes ve arkadaşlarının idamından 20 gün sonraya gelmişti. Ancak bu, seçmeni korkutmadı. O ortamda bile bu ülkenin seçmenleri oylarının yüzde 50’sini Menderes yanlısı partilere vermekten çekinmedi. Bugüne gelirsek… 12 Eylül artık kurumlaştı. Her ne kadar askerin siyaset üzerindeki ağırlığı kalkmış olsa da otoriter siyaset kendini çok net şekilde hissettiriyor. 1981 Anayasası’nın ruhu yaşıyor. Siyasetçi-halk ilişkisi, kurumların giderek merkezi otoriteye daha fazla bağlanması… Darbenin canlı bir organizma olarak aramızda dolaştığını hissediyorum.
Militarizmi yenmek, askeri vesayeti ortadan kaldırmak; demokrasiye ulaşabilmek açısından zorunlu koşul ama yeterli koşul değil. Demokrasi, yalnızca seçim kazanmakla gerçekleşebilen bir “kolay reçete” değil. Demokrasi, derin bir dönüşümün toplamı.