Ne okursan o olursun, Robert Diyanni’nin kitabının adı. Antre yayın tarafından ilk Türkçe baskısı 2023 yılında, Fatma Sevde Ünal çevirisiyle yayımlanmış. Kitabın alt başlığı aynı zamanda amacının ne olduğunu belirtiyor: iyi okuma için uygulamalı bir kılavuz.
Kitaplara yeterli bir zihinsel enerji harcayarak, olabilecek en aktif şekilde okumak elbette oldukça önemli. Tıpkı Robert Scholes’in dediği gibi, “Her metinden aldığımız, tam olarak verdiğimize eşittir.” (s.43). Aynı kitabı okuyup çok farklı sonuçlara ve derinliklere varmak pekâlâ mümkün. Okumak fiilini herkes için aynı eylemmiş gibi kullanmaya alışık olduğumuzdan kendimize özgü okuma biçimini bulmakta her zaman zorluk çekiyoruz.
Okumanın en nihayetinde kendimizi okumak olduğunu bilememekten kaynaklı başıboş savrulmalarımız çok. Başka türlü kendimizi görmemiz mümkün olmadığı için başkalarının gözlerine ihtiyacımız olduğunda okuruz oysa. “Kitaplar onların vasıtası olmadan ulaşamayacağımız şekillerde kendimizi görmemizi sağlar.” (s.186). Bu savrulmalara bir de basılan sayısız kötü kitap olması gerçeğini ekleyince Diyanni’nin kitabı, uygulamalı bir rehber niteliğiyle hayli değerli; yalnızca, nasıl okunacağını değil aynı zamanda okumayı gerçek anlamda öğrenince okunmaması gereken kitapları okuyamaz hale geleceğimizi anlatması bakımından da ilginç.
Ne var ki kitapları nasıl okumalı konusuna geçmeden önce her zaman -ve tekrar be tekrar- sorulması gerektiğini düşündüğüm bir başka soru var: kitap okumak zorunda mıyız? Ya da, neden okuyalım ki? Okumanın değeri tam olarak nedir?
Gerçekten de hayata çok düşünmeden şöyle bir bakınca, ömrünce kitap okuma ihtiyacını bir kez olsun duymadığı hissine kapılmamıza neden olan pek çok kişi gayet “başarılı” ve istediğini almış gözükmüyor mu? Hatta, çok okuyan ve çok düşünen insanların daha zorlu hayatlar yaşadığı gibi bir düşünceye kapılma eğiliminde değil miyiz çoğu zaman.
Gerçekten de insan, ne okursa o oluyor belki de ve tam da bu yüzden okumayınca olması gereken bir şey kalmıyor geriye ve hayatta her şey o kişiler için mümkün hale geliyor. Hiçbir şey olmamanın dayanılmaz hafifliğiyle mutlu mesut yaşayıp gidiyorlar. Okumuşlar içinse olmakla olamamak arasındaki gidiş-gelişler hep bir yorgunluk kaynağı. O halde, tutkuyla ve her şeye rağmen bizi kitaplara bağlayan, okumadan geçen zamanı kayıp saymamıza neden olan, hayat başarısından bağımsız bir yolculuk gibi hiç düşünmeden atıldığımız bu tek taraflı çabayı neden sarf ediyoruz?
Okuyoruz, çünkü başka bir dünyanın mümkün olduğunu biliyoruz. Yaşadığımız hayatın onca adaletsizliği, haksızlığı ve ahlaksızlığı karşısında başarılı olmanın bir ceza olduğunu düşünüyoruz ve bundan istemsiz şekilde kaçınıyoruz. Başka türlü bir dünyaya ulaşıncaya kadar okumak zorunda hissediyoruz kendimizi. Olan bitenin başka türlü olamazmış gibi olan halini asla kabul edemiyoruz. Aptallaşmak istemiyoruz, çünkü aptallık tam da başka türlüsünün mümkün olmadığını düşünmekle çok ilişkili. Kitaplar, aptallar için değil belli ki!
İronik biçimde konforu reddedip -aptalca görünse de!- karşı koymak ve itiraz etmek için okuyoruz (İnsanları, Don Kişot’u sevenler ve sevmeyenler olarak ikiye ayırsak yeridir). Hayatın en sıradan anlarında dahi gizliden gizliye kendini hissettiren hüznü duyabilmek, başka türlü hissedebilmek için ve de. Her türlü neşenin hüzünde saklı olduğunu bildiğimiz için belki de. Sıradan olandan eşsiz olana geçiş için, işlerimizin yolunda gitmesinden duyduğumuz utanca yenik düşmemek için.
Tekrar sorarsak o halde, okumak zorunda mıyız? Elbette, hayır! Bu bir zorunluluk olamaz kesinlikle. Öyle olsa başka bir dünya mümkün olmazdı çünkü. Başarılı olmak gerçekten başarılı olmak olurdu! Her şey göründüğüyle sınırlı olur, şiire gerek kalmazdı. Neyse ki kendisini okumak zorunda hisseden insanlar hep oldu ve hallerine bakılırsa -vaat ne olursa olsun! – onları yollarından döndürmek pek mümkün değil. Dahası, biz ne düşünürsek düşünelim onlar hep başka türlü düşünecek ve bunun mümkün olduğunu bütün varlıklarıyla göstermeye devam edecekler.
Diyanni de tam olarak böyle söylüyor: “Güzel okuma zihni uyandırır ve genişletir. Sizi günlük hayatın ötesindeki ruhsal bir aleme götürür. Güzel okursanız yine kendiniz olursunuz. Ama daha iyi, daha ilginç bir size dönüşürsünüz. ” (s.9). Günlük hayatın ötesindeki ruhsal alem tam olarak neresidir, böyle bir yer neye benzer, bilmiyoruz. Ama çok iyi biliyoruz ki hayat günlük olan bitenle sınırlı olamaz. Tıpkı, hiçbir şeyin göründüğü kadarıyla sınırlı olamayacağı gibi. O nedenle, okumak, görünmeyene ulaşma çabasıdır. Her türlü pratik amacın ardındakiyle bağlantıya geçmenin en tatmin edici yollarından biridir. İçimizdeki dünyayla dışımızdaki dünyanın uyuşmazlığını yenmek için bulunan yeni yollarla bağlantı kurmanın en verimli biçimlerindendir. Tıpkı Okuyucu yazarı Maryanne Wolf’un dediği gibi: “Derin okuma her zaman bağlantı kurmaktan geçer: bildiğimizle okuduğumuzu, okuduğumuzla hissettiğimizi, hissettiğimizle düşündüğümüzü, nasıl düşündüğümüzle nasıl yaşadığımızı birbirine bağlamaktır.” (s.50). Önemli olan anlam değil etkidir bu yüzden. Bizi birbirimize ve hayata bağlayan şey de tam olarak budur. Esas olan, anlam değil arayıştır. “Hakikatleri aramanın onları keşfetmek kadar mühim olduğunu unutmamalıyız.” (s.43). Kitapların, özellikle de kurmaca eserlerin ne dediğinden çok nasıl dediği, yıllar geçse ve kitabın her yerini unutsak bile üzerimizdeki geçmeyen etkisidir, asıl önemli olan.
Okumanın en iyi biçimi, duyguyla düşünceyi birbirine bağlayan şeklidir. Şiirsel düşünce bu bağlantıyı kurabilen okur ve yazarın iş birliğiyle var olur. Okumanın, tarifsiz bir zevke dönüşmesi de yine böylelikle açığa çıkar. “His ve düşünme zevkleri karşılıklı bir etkileşim içinde var olur; birbirlerini hareket geçirir, güçlendirir ve zenginleştirirler. Bu okumanın karmaşık zevklerinin en yaygın ve önemli olanıdır. Bizi düşünmeye ve hissetmeye iten, hissederken bile düşünmeye alan bırakan, düşünürken hissettiren edebi eserlere değer veririz.” (s.173).
En verimli okumalar, okunmak için yapılanlardır. Okuduğumuz kitaplar da bizi okur. “Okuduğumuz kitaplar tarafından okunuruz; büyük yazarlar -romancılar, şairler, oyun yazarları, denemeciler- bizi kendimizden daha iyi tanır…metin sabit kalır ancak eser değişir. Sözcükler sabit kalır, ancak anlamları değişir.” (s.194). Kitapları okurken kendimizi yeniden düşünmek için yardım alır ve içten içe bir minnetle hayat karşısında mütevazi bir şükre kapılırız. Hiç gereği yokken çok şey bulmuş, düşünmüş ve hissetmişizdir. Her şeyin ötesindekiyle bağlantıya geçmiş, sıradan ve gündelik olanı yenmişizdir.
Okumanın değeri tam olarak nedir o halde? “Okumak paradoksal bir şekilde değerlidir. Çünkü yaşamak için katiyen gerekli değildir -nefes almaya benzemez; hayata devam etmek için elzem değildir. Birçok insan çok fazla okumadan başarılı olur. İyi okumak ne şöhreti veya serveti ne de dünyevi başarıyı garanti edebilir.” (s.196).
Zorunlu ve olmazsa olmaz olandaki değer, apaçık ve fazla görünür olduğundan bizi düşünülemeyecek olandan hep uzak tutar. Oysa, zorunlu olmadığı halde zorunluluk duyduğumuz eylemler en düşünülemeyecek dünyaların kapılarını aralar. Okumanın değeri tam olarak burada gizlidir. Okumak, olmaktır. Olmayacakmış, olamazmış gibi görünen her şeyin ötesine geçen bir oluş halidir. Her şeyin mümkün olduğuna inanma hali de denebilir. İyi okuma, okunan her şeye inanmayı içerir. Sonra da inanılan her şeyin inanılmaz olduğunu bilerek yaşamadan kaynaklı bir kendi kendine yetme haline dönüşür. Dışarıdan bakıldığında derbeder gibi gözüken iyi bir okur kendi içinde insanlık komedyasının sahne arkasını görebilmektedir.
Kitap, yazıldığı gibi okunmalıdır. Öylesine sessiz, kendini her şeyden çok vererek. Durup durup düşünerek. Ve, kendi kendine sık sık gülümseyerek…