Ana SayfaGÜNÜN YAZILARINeden iki senedir Kürtçe öğreniyorum?

Neden iki senedir Kürtçe öğreniyorum?

Yazar, çevirmen Gülayşe Koçak yazdı: “2 küsur yıldır Kürtçe öğrenmekteyim. Kürtçe kursuna kaydoldum diye neler yaşadım, kimlerden ne azarlar işittim, kimlere ne hesaplar verdim! Beni dostluktan silenler bile oldu. “Kızım sen manyak mısın? Nereden çıktı; neden Kürtçe?” Neden mi? Neden mi? Nedeni şu: Türkler olarak çoğumuz iyi kötü İngilizce anlarken, kendi ülkemizin ikinci en çok konuşulan Kürtçe dilinden hiçbir şey anlamamamız, biraz tuhaf ve ayıp değil mi? Ben bu tuhaflığa hayatımın geç yıllarında ayıldım, ama olsun, şu dünyadan göçmeden önce ne öğrenirsem kâr.”

Adamı hayretle izliyordum: Kahvaltı yaptığımız otelin kocaman terasının devasa pencereleri, bulunduğumuz coğrafyanın nefes kesici güzelliğini ve olağanüstü günbatımını gözler önüne seriyordu, fakat adam bu manzaraya sırtını vermiş, yüzünü duvara ve oradaki daracık havalandırma camına çevirmiş, yemeğini öyle yiyordu. Acaba görme engelli mi? Ha duvar, ha manzara, onun için fark etmiyor, orada bir güzellik olduğuna tamamen kör gibiydi.

Adamın hiç unutamadığım o tuhaf hali son zamanlarda sık sık aklıma geliyor.

Kürt meselesinde biz Türklerin çoğunun bu adam gibi yaşadığımızı düşünüyorum. Her tür güzellikle bezeli, doğusuyla batısıyla, güneyiyle kuzeyiyle, dağlarıyla ovalarıyla yaylalarıyla, yeşiliyle bozkırıyla muazzam bir bütün olarak kıskanılası bir coğrafya bahşedilmiş bize, fakat biz ancak bu bütünsellikle değerli olan bu manzaraya körüz; ona sırtımız dönük yaşıyoruz. Görülesi şeylerin, yaşanası yerlerin bakmayı seçtiğimiz o duvardan, ülkenin bir bölümünden ibaret olduğunu sanıyor, yıllardır güzelliği o daracık pencerenin sunduğu sınırlı görüntüde arıyoruz.   

Hepimizin zihni pasta kalıbı gibi programlanmıştır: Bebeklikten içine ne döküldüyse, o çıkar. Kalıpları, düşünme alışkanlıklarımızı kırmak hiç kolay olmadığı gibi, neyi algı menzilimize kabul ettiğimiz, nelerin kör noktalarımıza toslayıp bize hiç değmeden geri püskürtüldüğü, yani neleri görmemeyi, duymamayı, bilmemeyi seçtiğimiz de bu programlanmışlıkla ilgilidir.  

Örneğin ben bütün çocukluğum ve genç kızlığım boyunca, Kürtleri dağlarda, mağaralarda yaşayan Türkler sanırdım.

Kürt diye bir şey yoktu, Kürtçe de yoktu; güdük, birkaç kelimeden oluşan dilimsi bir şeydi – adeta mağara insanlarının dili. Buydu babamın cevabı soruma; muhtemelen gerçekten de böyle inanıyordu – veya kim bilir, belki de memuriyeti adamcağızı böyle cevap vermeye zorlamış olabilir.

Çocukluğum ve genç kızlığım hep yurtdışında geçtiğinden, internetin de olmadığı o yıllarda tek haber kaynağım ailemdi, ailemin söyledikleriydi.

Ankara’da üniversiteye başladığımda öğrendim ki Kürtler gayet de varlarmış, ama hep karanlık, tekinsiz, korkutucu bir şeylerle bağlantılı bir kavramdı Kürt; zaten 1970’ler Ankara’sının sokaklarında uluorta söyleyemeyeceğiniz iki kelime vardı: “Kürt” ve “komünist”. Bu kelimler ses alçaltılarak söylenirdi; şaka değil, direkt hapsi boylayabilirdiniz. (“Ermeni” kelimesi daha tedavüle girmemişti bile; buzlukta sırasını bekliyordu).

Artık ailemle Türkiye’ye dönmüştük ve bana anlatılanlarda ciddi birtakım terslikler olduğuna ayılmaya başlamıştım. Leyla Zana’nın Kürtçe yeminini televizyonda izlemiş, kadının medeni cesaretine hayran kalmış, ama bunun ne anlam ifade ettiğini ve niçin bu kadar tepki gösterildiğini tam kavrayamamıştım. Bir şeyler hayatım boyunca benden gizlenmişti, hâlâ da gizleniyordu ama yüzümü ne zaman o gri duvardan diğer tarafa, kendi çevremce yasaklanmış o enginliğe çevirmek istesem, beni kuşatan her şey, yüzümü sert ellerle kavrayıp kararlıkla yeniden duvara doğru çevirmek istiyordu. (Sadece Kürt meselesi değil; Ermeni meselesinde de başörtüsü meselesinde de bana sunulanlarda terslikler vardı – ama onlar başka konu).

Biz Türkler Türk doğduğumuz için ne kadar imtiyazlı bir hayat sürdüğümüzün farkında değiliz. Sokakta Türkçe konuşmak örneğin, sizce imtiyaz mı, normal bir durum mu? Kürtlerin çoğunun bütün istediği, bizler gibi “normal” bir hayat sürmek (“normal” ne demekse ve biz ne kadar “normal”sek). Kürtler soyut kardeşlik söylemiyle kültürel hak ve taleplerinin hasıraltı edilmesini istemiyor; bizimle hukuken eşit bireyler ve eşit yurttaşlar olarak ve kendileri gibi kalarak yaşamak istiyorlar.

Buna neden izin verilmiyor?

Dost ve akrabalarımın pek azı Ankara’nın doğusuna ayak basmıştır. Benim de iş ve aile hengamesini kenara koyarak Doğu’ya (Doğu ile kastettiğim, Kürt illeri) ilk yolculuğumu yapabilmem ancak 47 yaşımda olabildi.

O zamandan bu yana Doğu’ya yaptığım her yolculuk bir Türk olarak bir yandan ülkemizin güzelliğine, şu hayran olunası manzaraya körlüğümüz açısından beni tekrar tekrar şaşırtıyor; diğer yandan midemi daha da çok bulandırıyor, içimdeki tepkiyi, öfkeyi, utancı, üzüntüyü daha da çok artırıyor. Nitekim bu yazıyı da 10 günlük Doğu yolculuğumun üzerine bu derin acı ve isyan duygumun yeniden depreşmesi sonucunda yazıyorum.

“Hakkari’deyim…”

“A a! Hakkari mi? Ne işin var Hakkari’de? Yoksa seni kaçırdılar mı?” [Kahkaha emojileri].

Eskiden olsa nezaketen gülümser geçerdim; şimdi cevap vermiyorum. Komik gelmiyor çünkü komik değil; artık tahammülsüz oldum.

Biz Türkler ne yapıyoruz? Ne yapıyoruz biz? Nedir bu önyargılar?

Bu “espri”yi yapan arkadaşım, “Benim de Kürt arkadaşım var; Kürt’tür ama iyidir” diye konuşanlardan.

“Kürt’tür ama iyidir” cümlesi, Kürtlerin normalde kötü olduğunu, bahsedilen arkadaşın istisna teşkil ettiğini dolayısıyla Kürtlüğünün hoş görülebileceğini ifade eder.

Peki ama Kürtler kabul görmek için niye “iyi” olmak zorunda olsunlar? Biz sanki çok mu “iyi”yiz? Nasıl ki biz Türkler içinde “kötü,” hatta “berbat” olanlar da eşit yurttaş muamelesi görebiliyorsa, Kürtlerin de aynı şekilde, -ister “iyi”, ister “kötü”- eşit vatandaş sayılmaya hakları olmalı tabii ki.

İnsanlar “öteki” addettiklerini homojen, tek özelliğe sahip bir grup olarak görme eğiliminde oluyorlar (o özellikler de genelde olumsuz niteliktedir; Yahudiler cimridir, Romanlar hırsızdır, vs). Ama “biz” homojen değilizdir; çeşitlilik gösteririz ve tabii ki “iyi”yizdir, “iyi” özellikler taşırız.

Kürtler de kendi aralarında espri olarak sık sık “Türk’tür ama iyidir” diye haklı olarak gülüşüyorlar; şu ırkçılığımızı ti’ye almasınlar da ne yapsınlar?

Kürtlere hayatı zehir etmenin ve devletin, çeşitli hükumetlerin Kürtlerle olan sorunlara çözüm üretme başarısızlığının maliyeti, 2021’de Democratic Progress Institute tarafından hazırlanan rapora göre, son 40 yılda 3 trilyon dolar imiş. Bu beceriksizlik yüzünden 100,000’i aşkın insan (asker, sivil, polis, militan) hayatını kaybetmiş son 40 yılda. Ne acı! Yazık değil mi insancıklarımıza? Yazık değil mi paralarımıza? Bu paralarla neler yapılabilirdi; bu ülke nasıl bir cazibe merkezi haline gelebilirdi!

Bu durumun, hükûmetlerin umurunda olmaması mümkün değil. Ama niçin hâlâ çözüm bulunmuyor?

***

Geçen yıl Bingöl’e gittiğimde, Bingöl’lüler “Türkiye devleti Bingöl’de pek çok tarihî yapımızı yıktı; amaçları Türkleşelim diye toplumsal hafızamızı silmek” diye dert yanıyorlardı.

Ne gariptir ki “toplumsal hafızayı silmek” kavramını bu yaz Hakkari’de de birkaç kez duydum: Bu bağlamda Hakkari kent merkezinde ve ilçelerinde Kürt tarihine ve kültürüne ait pek çok değerin geçmişte yıkılıp yok edilmiş olduğunu anlatıyorlardı.

Oysa Hakkari 7000 yıllık bir şehir. Hubişkia Kürt Krallığı, Hurri’ler, sonrasında Urartu Krallıklarının kültürü, medeniyeti… Hakkari Mengelan Kürt Hükümdarlığı, Eyyubiler, Memlûklar… Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler, Ezidiler, Nasturiler hep birlikte yaşamışlar burada. Ünlü filozof Ahmed-i Hanî gibi çok değerli ilim insanları yetişmiş. Bölge Pers İmparatorluğu egemenliğine de girmiş, Arap egemenliğine de, Osmanlı İmparatorluğuna da dahil olmuş.

Edebiyat, mimari, kültür, medeniyet… Tarihî eser kaynayan, görkemli bir coğrafya.

Fakat, Hakkari’lilerin anlattığına göre, geçmişte, bilhassa 12 Eylül döneminde insanlığın kültürel mirası sayılan bu toprakların yüzlerce yıllık kadim yapılarının pek çoğu ya yıkılmış ve geriye tek, bazı köylerde Nasturiler’den birkaç kilise kalmış, ya da kendi halinde çürümeye bırakılmış. Ancak şimdilerde hükûmet, kalan kalıntıları korumaya çalışmaktaymış.

Duvarı seyretmekten, üzerine titrememiz gereken böyle değerlerimizden haberimiz bile olmuyor.

Dağlardaki kocaman “Ne mutlu Türküm diyene” yazılarını her gördüğümde beni bir düşünceler alıyor: İnşallah günün birinde yüzümüzü şu gri duvardan öteye, rengarenk, cıvıl cıvıl coğrafyamıza doğru çeviririz; ülkemizin bir bütün olarak nefes kesen manzarasını insanıyla, doğasıyla, tarihi eseriyle koruyup şefkatle kollamaya, yapıcı, iyiliksever, güzel bir şeyler yapmaya başlarız; işte o zaman mutluluk duyacağım. Şu anda sadece hüzün duyabiliyorum.

Bu arada – ben Türk olmak için herhangi bir şey yapmadım ki; niye mutluluk veya mutsuzluk duyayım? Türk veya Kürt olmak ne üstünlük ne alçaklık konusu olabilir; önceden bize sordular mı ki ne doğmak istiyorsun diye? Sorsalar belki de başka şey tercih ederdim.

Vahşî ve derin sularında bir zamanlar köylülerin, çoluk çocuğun geçmeye çalışırken sık sık düşüp boğulduğu, 400 küsur km uzunluğunda ve geçit vermeyen Zap Suyu’na 1969’da İstanbul’dan üniversiteli gençler gelip köprü yapmışlardı: Deniz Gezmiş veya Devrimci Gençlik Köprüsü. Hem can kurtaran hem de sembolik değeri olan bu köprü, ayrıca köylülerin ticareti, günlük yaşamı için hayati önem taşıyan diğer asma köprüler bölge için çok önemli, fakat sürekli çeşitli biçimlerde yıkılıyorlar, köylülerce sürekli yeniden inşaları gerekiyor – diğer türlü, bir taşıt aracıyla saatlerce Zap suyu boyunca gitmek zorundalar. Devlet sağlam köprüler kurmaya destek olamaz mı, mesela? Yıkılan Devrimci Gençlik köprüsünün yeniden inşası için neyse ki 2003’de validen özel izin alınmış; benim de bu yaz üzerinden geçtiğim köprüyü yapan 85 yaşlarındaki usta, köprünün orijinalini yapan ilk usta.   

***

“Hangi hükumet olursa olsun, fark etmiyor. Cumhuriyetin kuruluşundan beri sistem ve işleyiş hep aynı. Şu sıralar geçici bir rahatlık dönemindeyiz.”

“Geçici” demeleri ne kadar üzücü.

Bizlere bir defalığına bahşedilmiş şu yaşama hakkını inatla unutulmuş, ısrarla görmezden gelinmiş bir coğrafyada böyle umutsuzluk içinde geçirmek, ne kadar zor olmalı.

Niçin bütün bunlar?

Güvenlik demeyin ne olur! Hiç kimse oğlunu askere gönderirken canını tehlikeye atmak istemez; rahat yerde askerlik yapsın ister. Keza hiç kimse “evladım büyüdüğünde dağlara çıksın, çatışsın” demez. Bunların hepsi evlat!

Ama hallolmayacak mesele değil ki; insan konuşan bir yaratık; gerçekten çözüm isteniyorsa, kimse ölmesin isteniyorsa –ki aksini düşünmek mümkün değil- konuşarak çözülemeyecek sorun mu kalır? Hangi devlet ister ülkesinin çocuklarının ölmesini? Akıl var, izan var; “şu” mesele, (Kürt meselesi? Türk meselesi?) mesele olmaktan çıkartılsaydı, bu cennet ülke demokrasi sorununu da kesinkes halletmiş, çoktan ihya olmuş bir refah toplumu haline gelmişti; nüfusumuz Batı’da şehirlerde üst üste sağlıksızca istiflenmek yerine dengeli bir şekilde şu gepgeniş, harikulade coğrafyamıza dağılmış, doğal güzelliklerinden yararlanılan, İskandinav ülkelerinden insanların İspanya’da tatil yapmak yerine gelecekleri bir ülke haline gelirdi.      

Doğu o kadar apayrı, o kadar bambaşka hüzünde bir dünya ki. İstanbul’dan pür neşe yola çıkıyorsunuz, Yüksekova’da uçaktan bir iniyorsunuz ki iki yana sıralanmış, tüfeklerini her an ateş açabilecekmiş gibi size doğrultmuş askerler sizi hava alanında karşılıyor. Bölgede nereye yolculuk yaparsanız yapın, yolda askerî güvenlik noktalarında habire durduruluyorsunuz, habire kimlik kontrolleri yapılıyor. Kimliğim en az 25 kez kontrol edilmiştir, abartmıyorum. Sindiriliyorsunuz. Böyle bir gergin ortamda bebeler doğuyor, küçük çocuklar büyüyor. Ve burası bizim ülkemiz. Kendi ülkemizin Doğusunda hayat nasıl dönüyor, en ufak bir fikrimiz bile yok.

Gözünü seveyim, sevgili Devletim, az şefkatli ol!

“Biz burada sahipsiziz…”

Bir de, bölgenin farklı coğrafyalarında kaç kez şunu duydum: Devlet bizim buraları yaşanmaz ve itici hale getirmeye çalışıyor; buraları boşaltmak istiyor.

Diyarbakır’da hele, insanları göçe zorlama işi sistematik bir hal almış: Göç, yıllardır çeşitli yollardan şehrin sektörel gelişimini engelleyerek, işsizliği artırarak hızlandırılıyor; farklı yollardan konut sıkıntısı yaratılarak (parselleri aşırı büyütüp ancak kayyuma yakın büyük şirketlerin satın alabileceği boyuta getirerek; inatla yıllardır yeni imar alanları açmayarak, vs), bunun da sonucunda kiraları bir anda arttırarak insanları mecbur kılıyorlar taşınmaya. Böylece Mersin, Antalya gibi şehirler göçe zorlanmış Kürtler üzerinden sömürülecek ucuz işgücüne kavuşuyor; aynı zamanda Kürtler özlerinden kopartılarak dillerini daha kolay unutuyor, asimile oluyorlar. Ve daha neler neler…

Batıdan bakarak Kürt realitesini anlamak, asla mümkün değil. Yanında arkadaşlarınla Güneydoğu turuna katılarak, hele derneklerle, partililerle gezerek hiç olmaz! Doğu’da tek başına dolaşacaksın; kasabanın dolmuşuna tek başına bineceksin, kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla teke tek oturup çay içeceksin; gerçek sohbet öyle olur; grup halinde değil. Seni nereye götürmek istiyorlarsa gideceksin. Asla siyaset konuşmayacaksın; sadece basit sohbet! Amiyane deyişle, geyik! Aileden konuş, aşktan konuş, gündelik hayattan, kiralardan konuş… İşte o zaman hayatın özünden fışkıran “manzara”yı biraz görmeye başlıyorsun.

En büyük sorununuz nedir? diye sorulduğunda istisnasız herkesten aynı cevabı alıyorsunuz: İşsizlik. “Yatırım yok, devlet buraya yatırım yapmıyor.”

Köyler bomboş kalmış. “Beton fabrikaları kurabilirler mesela.” Yaylalarda hayvancılıkla geçinmeye çalışıyorlar, “ama çok az destek alıyoruz.”

Korkunç bir geçim sıkıntısı: “Domates İran’dan geliyor. Sınırda yarısını boşaltıyorlar; İran’da 3 TL olan domates buraya geliyor ki 23 TL olmuş!”

Gençler işsizlik nedeniyle evlenemiyorlar; batıya, şehirlere, bazıları Van’a göç ediyorlar. Ama bu da çözüm değil:

Dolmuşta Hakkari’den Yüksekova’ya giderken anlatmaya başlıyor, hep gülümseyerek konuşan ama buğulu bakışları acı dolu kadın; konuşma ihtiyacı içinde: Özgürlük yok ki; bir eve pkk’li girmiş bahanesiyle bütün evlerimizi yıktılar. Kayyum ayrı yıktı, asker ayrı yıktı. Bize hep devlet zarar veriyor. Sürekli bomba sesleri. Yok özgürlük, yok. Evleri yıkılan, işyerleri yıkılan insanlar ortada sersefil geziyor. İsteriz ki çocuklarımızın işi olsun; Yüksekova’da iş yok! Erkeklerimiz üniversiteyi bitirse de iş sahibi olamıyor; burada iş yok, batıda ise zaten işe alınmıyorlar. Burada artık bal üretimini, arıcılığı geçim kaynağı yaptık; tamamen kendi çabamızla yaşıyoruz.

Peki, Yüksekova’yı il yapsalar işinize gelir mi, sizin için iyi olur mu?

Cevap veriyor kadın: “Anacım, ne kaldı ki, bitirdiler bizi, özgür değiliz ki.”

O sırada uzun bir zırhlı askeri araçlar konvoyu beliriyor. Kadın hüzünle açıklıyor: “Bunlar sık sık şehirden geçerler, varlıklarını hatırlatmak için.”

***

Farkındayım, bu yazı dağınık oldu çok; kendimi duygularıma kaptırdım.

Doğu’ya (Doğu ile kastettiğim, Kürt illeri) hiç ayak basmamış olanlar için şu kadarını söyleyeyim:

Kürtler kültürleriyle coğrafyamızın müziği, güzelliği, değeri. Batıya çok önceden göç edip Türklerle karışmış Kürtler’den söz etmiyorum, hatta Diyarbakır bile o kategoriye tam girmez.

Doğuda kendi halinde yaşayan, rengarenk elbiseleriyle, zarif kadınlarıyla, eğlenceli düğünleriyle, halaylarıyla, şakalaşmalarıyla, müzikleriyle, dengbêj’leriyle Türkleşmemiş Kürtler olmasa, Anadolu’nun çok önemli bir rengi eksik olurdu. Bu neşeli, ritim dolu halkı Türkiye hükumetleri hüzünlü, umutsuz insanlara dönüştürdü, Türklerde de yok edilmesi zor önyargıları besledi.

Diyarbakır’lı bir sevgili dostum anlattı; yazın maaile Ege’de bir yerlere tatile gideceklermiş, annesini davet etmişler: “Anne, bu sene tatile senin de gelmeni istiyoruz.”

Annesi boynunu bükmüş: “Ben Türkçe bilmiyorum ki…” diye mırıldanmış.

Nasıl korkutmuşuz! Kendi şehri dışında, Batıya tatile gelirse ailesiyle Kürtçe konuştuğunda başına gelebileceklerden korkan bir yaşlı kadın.

Cumhuriyet’in 100. yılı için ne trajik bilanço!

Çok şükür ki Kürtler var ve Kürt kalmakta direniyorlar.

Ne zaman bir Doğu yolculuğum sona erse, Doğu insanının dostça yaklaşımından Batının sertliğine, yüksek ses tonlarına dönmeyi yadırgıyorum.

***

Hakkari’de düğün mevsimiymiş; düğünler yazın okulların bahçelerinde yapılırmış genellikle. Her yerden neşeli halay ve müzik sesleri; her yerde rengarenk, yöresel altınlı kemerleriyle şık Kürt kadınları…

Yine Hakkari’deki bir düğünü izlemek için arkadaşımla gitmiş, görkemli gelinliğiyle ve olanca haşmetiyle oturan gelini tebrik etmiş, sonra duvar kenarında gözden ırak bir yere tünemiştik. Kız Elazığ’dan gelin gelmiş, damat Hakkari’li. Çok güzel, zarif, şık bir kadın gülümseyerek biz davetsiz misafirlerin yanına yaklaştı: “Ben damadın annesiyim; hoş gelmişsiniz” dedi ve bize ayrı ayrı hem sımsıcak sarıldı hem de yanaklarımızdan öptü; bize çaylar ikram edildi. Batı’daki herhangi bir düğünde çok nadiren rastlanabilecek bu zarafet, görgü, incelik, nezaket karşısında ne kadar duygulandığımı anlatamam.

Doğu’da kaç yıldır yolculuk yapıyorum. Kürt dendiğinde sadece iyiliksever ve nazik insanlar geliyor gözümün önüne.

Çok seviyorum ben bu insanları.

Fakat maalesef sık sık duyduğum, bizi de rencide etmekten çekinerek alçak sesle sorulan şu sitemkâr soru yok mu, yüreğimi dağlayan:

“Biz ne yaptık?”

Bu sorunun altında neler yatıyor…

-Biz ne yaptık da bizi üvey evlat sayıyorsunuz?

-Biz ne yaptık da yüzyıllardır atalarımızın yaşadığı yörelerden uzaklaşmaya mecbur ettiniz?

-Biz ne yaptık da müziğimizi, ağıtlarımızı, neşeli türkülerimizi söyleyenleri cezalandırdınız?

-Biz ne yaptık da masum köylülerimize çeşitli kötü muameleler ettiniz?

-Biz ne yaptık da kadim tarihimizi yok saymaya kalkıştınız? Bizler Millî Mücadeleyi birlikte, omuz omuza kazanmamış mıydık?

-Biz ne yaptık da bize böyle bir nefret besliyorsunuz; sırf bizi Kürt olarak tanımamak uğruna kendi evlatlarınıza bile nasıl kıyabiliyorsunuz?

-Biz ne yaptık da bizi eşit vatandaş saymıyorsunuz? Evlatlarınızın önyargılarını niçin gidermiyorsunuz?

-Biz ne yaptık da bizi on yıllardır böyle mahzun, kanadı kırık, sahipsiz bıraktınız?

-Biz ne yaptık da güzelim dilimizi yasakladınız, büyükanne ile torunu birbiriyle konuşamaz kıldınız?

Bu arada, o “güdük” denen “bilinmeyen dil” Kürtçe’ye gelince:

2 küsur yıldır Kürtçe öğrenmekteyim. Kürtçe kursuna kaydoldum diye neler yaşadım, kimlerden ne azarlar işittim, kimlere ne hesaplar verdim! Beni dostluktan silenler bile oldu. Türkiye’nin sadece Batı’sından ibaret olmadığını kavramak, yayla gibi uzanan şu güzel memleketimizin manzarasına yüzünü çevirmek kolay değil.

“Kızım sen manyak mısın? Nereden çıktı; neden Kürtçe?”

Neden mi? Neden mi? Nedeni şu:

Türkler olarak çoğumuz iyi kötü İngilizce anlarken, kendi ülkemizin ikinci en çok konuşulan Kürtçe dilinden hiçbir şey anlamamamız, biraz tuhaf ve ayıp değil mi?

Ben bu tuhaflığa hayatımın geç yıllarında ayıldım, ama olsun, şu dünyadan göçmeden önce ne öğrenirsem kâr.

Kürtçe öğrenmeye başlamak, çok şey değiştirdi. Hayatım renklendi diyebilirim; orada burada, daha önce varlığını bile algılamadığım yazıları, konuşmaları fark edip anlamlandırmanın, şarkı sözlerini sökmeye, anlamaya başlamanın sevinci; Kürt olduğunu fark ettiğim kişilere Kürtçe iki kelam etmenin ve onları şaşırtmanın ve eğlendirmenin zevki; fakat en önemlisi, yıllarca insanları zorla Türkçe öğrenmeye mecbur bırakarak yasakladığımız, “bilinmeyen bir dil” diye mecliste görmezden gelerek aşağıladığımız, Türkçe’nin etimolojisini de daha iyi anlamamı sağlayan bu çok zengin ve zarif dili öğrenmenin zevki. Evet, Kürtçe o kadar zengin bir dil ki pek çok kez Türkçede tek bir kelimeyle ifade edilebilen bir kavramın, Kürtçede nüanslı birkaç karşılığı ortaya çıkıyor. Dilimizin öyle çok kelimesini sadece Arapça ve Farsçadan değil, Kürtçeden de almışız ki! (Basit iki örnek: Kürtçe “kes”, kişi demek. “Herkes” = her kişi. “Sehpa” Kürtçe üç ayak demek… gibi şeyler).

Son olarak da Kürtçe öğrenmeyi bir nevi “borç” gibi hissediyorum; eşit insanlar arasında eşit iletişim için bir tür “ilk adım”.

Duvarı on yıllardır yeterince seyretmedik mi? Bence vakti çoktan geldi; bu güzel insanlara ve güzel ülkemize çevirelim artık şu yüzümüzü.

*

1956’da, New York’ta doğdu. Çocukluğu Büyükelçi babası nedeniyle Addis Ababa’da geçti. İlkokulu Kopenhag’da bir manastırda, ortaokulu TED Ankara Koleji’nde, liseyi Hannover’da okudu ve Hannover Konservatuvarı’nda piyano eğitimini sürdürdü. Liseyi Ankara Tevfik Fikret Lisesi’nde tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın-Yayın Yüksekokulu’ndan mezun oldu. Ankara’da Kanada Büyükelçiliği’nde resmi çevirmenlik ve konsolos yardımcılığı, White & Case’te personel müdireliği, İstanbul’da Sabancı Üniversitesi’nde (S.Ü.) rektör özel kalem müdireliği yaptı. Bu sırada roman yazdı, makale ve kitap çevirdi; oda müziği grubuyla konserler verdi, Ankara Anglikan Kilisesi pazar ayinlerinin orgculuğunu yürüttü, cam mozaik eşyalar üretti. Çeşitli kitaplarda, online platform ve dergilerde deneme, makale, kitap tanıtım yazıları ve çevirileri yayımlanan, PEN Yazarlar Derneği ve EWCA (European Writing Centers Assaciation) üyesi olan Koçak, Kerem ve Sinan’ın annesi, Alp’in babaannesidir.

Romanları: Çifte Kapıların Ötesi (Oğlak Yayınları, 1993; İletişim Yayınları, 2003; YKY, 2013); Gözlerindeki Şu Hüznü Gidermek İçin Ne Yapmalı? (Oğlak Yayınları, 1997; YKY, 2016); Topaç (Kanat Kitap, 2002; YKY, 2016); Siyah Koku (YKY; 2012, 2017; Everest Yayınları, 2021); Beşinci Kat (Everest Yayınları, 2022).

Denemeleri: Yaratıcı Yazmanın Hazzı (Alfa Yayınları; 2013, 2018); Denemedi Demeyin (Alfa Yayınevi, 2017).

Yetişkinler için masallar kitabı: FaRe ve LaSi’nin Maceraları (Alfa Yayınları, 2019).

Çevirileri: Türkiye Kronolojisi 1938-1945 (Almanca’dan, Gotthard Jaeschke, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1990); Kamusal Şeyler, Özel Şeyler (İngilizce’den, Raymond Geuss, YKY, 2007).

- Advertisment -